Bediüzzaman'ın vasiyetinden bir bölüm
Üstad 21 Mart 1960 günü Isparta'dan yola çıkmış ve saat 11:00'de Urfa'daki
İpek Palas Oteli'ne ulaşmıştır. Bu yolculuk Üstad'ın son yolculuğudur. Allah'ın
ilhamıyla bu hayata veda edeceğini hisseden Üstad, bu yolculuğunda bütün
talebelerine ve sevenlerine teker teker veda etmiştir. Bediüzzaman bütün
hayatı boyunca olduğu gibi bu son günlerinde de imanın getirdiği neşe, sevinç
ve tevekkülü ile çevresindeki tüm mü'minlere örnek olmuştur. Üstad Hakkın
rahmetine kavuşmayı güzel bir müjde olarak mü'minlere tanıtmış ve son
nefesine kadar İslâm dinine hizmetten bir an olsun bile vazgeçmemiştir.
Samimi bir mü'minin İslâm'a bağlılığının nasıl olması gerektiğini anlamamız
açısından 83 yaşında vefat eden bu büyük alimin ve değerli mü'minin son
sözlerine bakmak yeterlidir. Said Nursi'nin vefatından önce Ankarada'ki son
dersinden alınan bu paragraf, mü'minler için çok önemli nasihatlar
içermektedir:
``Bizim vazifemiz müspet hareket etmektir, menfî hareket değildir. Rıza-i
İlâhiye karışmamaktır. Bizler aşayişi muhafazası netice veren müspet iman
hizmeti içinde her yıl bir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz…
Kardeşlerim! Hastalığım pek şiddetli, belki yakında öleceğim veyahut bütün
bütün konuşmaktan, bazen men olunduğum gibi men edileceğim. Onun için
benim nur ahiret kardeşlerim, ehven-ü şer deyip bazı biçare yanlışçıların
hatalarına hüçum etmesinler. Daima müspet hareket etsinler. Menfice hareket
vazifemiz değil. Çünkü dahilde hareket menfice olamaz."
Üstad son derece hasta ve yorgun bir haldeyken bile tek düşüncesi İslâm'ın
menfaati ve mü'minlerin güvenliği olmuştur. Son nefesine kadar mü'minleri
uyarmaktan, iyiliği emredip kötülüğü menetmekten vazgeçmemiş ve
talebelerinin bir kısmıyla son olarak yaptığı bu görüşmede İslâm'a hizmette çok
önemli gördüğü bir konunun üzerinde durmuştur: ``Dine hizmet ederken
müspet hareket etmek ve menfi hareketlerden kaçınmaktır."
Bu tavsiye mü'minler için son derece önemli bir konuya dikkat çekmektedir. Bu
da iman edenlerin İslâmı tebliğ ve temsil ederken göstereceği güzel ahlaktır.
mü'min Kur'ân ahlakını yayarken birinci sorumluluğu bu ahlakı yaşamak
olmalıdır. Anlattıklarına önce kendi itaat etmeli ve daha sonra başkalarını itaate
dâvet etmelidir. Bu nedenle her zaman, her şartda müspet tavrı emreden
Kur'ân'ı tebliğ ederken kişinin müsbet bir tavır içinde olması şarttır.
Mü'minlerin kaçınmaları gereken olumsuz tavırların başında öfkeye öfkeyle
karşılık vermek gelir. Allah Kurân'da mü'minlerin başlarına bir çok zorluk
gelebileceğini, inkârcıların tuzaklarıyla, incitici sözleriyle, iftiralarıyla ve hatta
öldürme girişimleriyle karşı karşıya kalabileceklerini bildirmiştir. İman edenler
Kur'ân'daki bu vaadin bir gereği olarak sürekli olarak inkarcıların öfkesi ve
saldırılarıyla karşılaşırlar. Haksız yere hapse atılabilirler, haklarında yalan
dedikodular yayılabilir, bulundukları yerden sürülebilirler. İşte oluşması
muhtemel bu durumlara karşı Üstad, hayatı boyunca çok fazla zorlukla
karşılaşmış bir insan olarak, iman edenlere sükuneti, sabrı ve itidali tavsiye
etmektedir. Çünkü insan nefsi, azgınlığa azgınlıkla, öfkeye öfkeyle, kötü söze
kötülükle karşılık vermek ister. Halbuki Allah kötülüğe kötülükle cevap vermeyi
yasaklamış ve güzellikle karşılık vermeyi tavsiye etmiştir. Böylece
düşmanlıkların dostluklara dönüşebileceğini bildirmiştir.
Nitekim mü'minler Kur'ân ahlakını tebliğ ederken daima sakinleştiren, tevazulu
olan, güzel ahlâkı koruyan taraf olmalıdır. Sabırsızlık ve saldırganlık inkârcılara
mahsus bir tavırdır. İnkârcıların saldırgınlığına saldırgınlıkla karşılık veren
Müslüman cahilce bir tavır sergilemiş olur. Saldırganlık, öfke ve kabalık
mü'minin izzet ve şerefine uygun bir tavır olmaz.
Nitekim Bediüzzaman da son dersinde bizlere her sıkıntıya sabır ve şükürle
yükümlü olduğumuzu hatırlatmıştır. Çünkü insanın başına gelen her olay,
Allah'ın takdiriyle gerçekleşir. Ve Allah'ın takdir ettiği herşey hayırlı, güzel ve
faydalıdır. Bu nedenle insanın başına gelen olaylardan şikâyet etmesi, Allah'ın
takdirine razı olmamak anlamına gelir ki, bu mü'minin içine düşmekten şiddetle
sakınacağı bir durumdur. Unutmamak gerekir ki, inkârcıların tuzaklarında,
mü'minleri yurtlarından sürmelerinde, öldürmelerinde, hapsetmelerinde veya
iftira atmalarında da bir hayır vardır. Tüm bunlar iman edenlere Allah'ın
rızasını ve cenneti kazandıracak, âhirette makamlarını yükseltecek olan hayırlı
olaylardır. Allah dünyadaki az bir zorluğa karşı âhirette sonsuz bir rahatlık ve
güzellik vaat etmiştir. Bu nedenle yaşanan sıkıntılara hayıflanmak değil, ancak
şükretmek gerekir. Nitekim Üstad bu şekilde yapmış ve neredeyse ömrünün
büyük bölümünü sürgünlerde tek başına ve sıkıntılar içinde geçirmesine
rağmen, her zaman durumundan razı olduğu söyleyerek, çok üstün bir ahlak
göstermiştir.
Kendisine yönelen öfkeye merhamet, hoşgörü ve itidalle cevap vermiştir.
Vaktini kendisine kötülük yapanları kınayarak değil, mü'minleri koruyarak, İslâm
ahlakını yayarak ve insanları imana dâvet ederek geçirmiştir. Hem sabrın, hem
mü'minlere güzel örnek olmanın, hem güzel ahlâk göstermenin ecrini almıştır.
Bu nedenle Bediüzzaman'ın bu vasiyetinin hem İslâm âlemi için, hem de her
mü'minin ahireti için önemi çok büyüktür. Bizlere düşen bu vasiyeti itinayla
yerine getirmek ve hiç bir zaman mü'min olmanın haysiyetine zarar verecek bir
tavır içine girmemektir.
Serap Akıncıoğlu, 03 Nisan 2001, Yeni Asya
--------------------------------------------------------------------------------