En Esaslı Kuvvetimiz ve Nokta-i İstinadımız
Cenâb-ı Hakk’ın muttaki kulları Rablerinden kendilerine bir rahmet ve mağfiret olan ebedî saadet yurduna kavuşmak için olanca güçleriyle yarışırlar. Lakin bu öyle bir yarıştır ki, içinde dünyevî bir hırsa rastlanmaz. Başarı vaktinde şımararak sevince kapılıp müstağniyete bürünme, başarısızlık vaktinde ise öfke, hüsran ve diğer yarışanlara karşı adavet, kin, düşmanlık asla bulunmaz.
Mü'minlerin dünya hayatındaki bu yarışları tümüyle kemalat, hasenat, hayırlar ve güzelliklerle doludur. Dâvâ arkadaşlarına, ebedî saadette beraber olmayı arzu ettikleri dostlarına karşı, mümkün olan en güzel, en makbul, en müsbet tavrı göstermeye itina ederler. Onların nefislerini, kendi nefislerine tercih edip üstün tutarlar. Takvada, hayırda, hasenatta en ileride olmak için çaba sarfederlerken, diğer arkadaşlarının da gerilerde olmasını istemezler. Bu sebeple de değil onlara karşı kin, adavet, düşmanlık beslemek, onlara karşı son derece yumuşak başlı, tevazulu, şefkatli ve merhametli davranırlar.
Noksansız olarak bu şekilde hareket ederler, çünkü müslümanlar ancak kardeş olmakla emrolunmuşlardır ve birbirlerine karşı hayrı, sabrı tavsiye etmek, birbirlerini kötülükten sakındırmakla mesuldürler. Bu, Rablerinden layıkıyla korkup sakınanlar için Cenâb-ı Allah’ın bir emridir. Dolayısıyla birbirleriyle ancak kardeş olan mü'minler, Rablerinin bu emrini yerine getirebilmede de yarış içinde olduklarından, gün geçtikçe birbirlerine karşı daha çok şefkatli, merhametli olmaya ve yardımseverliklerini, vefakârlıklarını arttırmaya gayret ederler.
Cahiliye insanında olduğu gibi aradan geçen zaman, sevgilerinin bitmesine, bıkkınlığa, ülfete sebebiyet vermez. Aksine geçen zaman, sevgilerini, saygılarını, tesanütlerini ve birbirlerine duydukları güveni artırır. Çünkü gün geçtikçe birbirlerinin Cenâb-ı Hakk’ın âyetlerine olan teslimiyetlerine, titizliklerine ve Rablerine duydukları saygılarına daha çok şahit olurlar.
Aralarındaki bu güçlü, sarsılmaz kardeşliğin, bu tesanüdün sonucu olarak hak yolunda yaptıkları mücadelede güçleri artar.
Nitekim Allah-u Tealâ, tesanüdün yerini, hiçbir zaman razı olmayacağını bildirdiği ‘çekişme’nin alması durumunda, mü'minlerin güçlerini yitireceklerini bir ayet-i kerimesiyle bizlere bildirmiştir: “Allah’a ve Resûlü’ne itaat edin ve çekişip birbirinize düşmeyin, çözülüp yılgınlaşırsınız, gücünüz gider. Sabredin. Şüphesiz Allah, sabredenlerle beraberdir.” (Enfal Sûresi, 46)
İhlâsı ve samimiyetiyle müslümanlara örnek teşkil eden Bediüzzaman da, daimi olarak öğrencilerine bu düsturu öğütlemiştir. Onları hep Cenâb-ı Allah’ın beğendiği, razı olacağı şekilde, birlik, beraberlik, tesanüd içinde yaşamaya davet etmiştir. “Risâle-i Nur şakirtlerinin bu dehşetli hale karşı sarsılmaları ve tesanütlerinin bozulması ihtimaliyle ziyade endişe ediyordum. Sizler her zamandan ziyade bu fırtınada tesanüdünüzü ve ittihadınızı ve birbirinin kusuruna bakmaması, birbirini tenkit etmemesi, Risâle-i Nur’un vazife-i kudsiye-i imaniyesi hesabına mükellef ve muhtaçsınız. Sakın birbirinizden gücenmeyiniz ve tenkit etmeyiniz. Yoksa az bir zaaf gösterseniz, ehl-i nifak istifade edip sizlere büyük zarar verebilirler. Derd-i maişet zaruretine karşı, iktisat ve kanaatle mukabele etmeye zaruret var. Menfaat-i dünyeviye, çok ehl-i hakikati, ehl-i tarikatı dahi bir nevi rekabete sevk ettiği için endişe ederim...
Sizin şimdiye kadar fevkalâde sebat ve metanet ve tesanüt ve ittifakınız, bu memlekete medar-ı iftihar olacak ve istikbalini kurtaracak derecededir. Dikkat ediniz, bu yeni fırtına sizin tesanüdünüzü bozmasın.” (27. Mektup)
Lakin Üstad’ın da işaret ettiği gibi insan tesanüdü yitirmeye fıtraten meyyaldir. Zira şeytan daimi olarak insanlara kin ve düşmanlığı emredip, aralarını bozmaya gayret eder. İşte şeytanın fısıltılarına bir an bile itimad edilse, kalbe hastalık girer, tesanüd yitirilir. Fakat şeytanın Allah (c.c.)’ın muttaki kulları üzerinde hiçbir tesiri yoktur. Ne var ki, bütünüyle şeytanın tesiri altında olan ehl-i küfür, her daim kendi aralarında bir çekişme ve birbirlerine karşı yoğun düşmanlık içindedirler. Müslümanların aralarındaki tesanüdün yegâne sebebi, Allah korkusu ve cennet umududur.
Ehl-i küfürde böyle bir korku ve umud sözkonusu olmadığından, aralarında hakikî manada bir dostluk, kardeşlik oluşması için ortada bir sebep kalmaz ve nitekim böyle beraberlik de kesinlikle oluşmaz. Onlar Allah (c.c.)’ın sınırları değil, şeytanın sınırsızlığı içinde yaşadıklarından, kendi aralarında da Kur’ân-ı Kerim’in kaideleri değil, sokaktaki hayatın kaideleri geçerlidir. Dolayısıyla çevresindekilerin nefislerini kendi nefislerinin üzerinde tutmaları onlar için manasızdır. Daimi olarak kendi nefisleri, menfaatleri ön plandadır. Başkalarının iyilikleri, güzellikleri, başarıları, kendi vaziyetlerini kötü göstereceğinden ya da sırf haset belâsı sebebiyle bunu asla arzulamazlar. Hatta onlar adına böyle güzelliklerin oluşmaması için yoğun bir gayret sarfetmekten bile kaçınmazlar. Çoğu zaman çirkin bir rekabet, sinsi bir düşmanlık, sahte bir sevgi üzerindedirler. Zahirde aralarında bir sevgi, beraberlik varmış gibi görünür ama içleri az veya çok kin ve düşmanlıkla doludur; sinelerinin özünde sakladıkları çirkinlikler ise kimi zaman görülenden daha da vahimdir. Arkadaşlıkları ebedi saadetteki sonsuzluğa göre değil, dar-ı dünyadaki şahsi menfaatlerini elde edebilme sürelerine göre ayarlanmıştır. Dolayısıyla da birbirlerinin kötü yönlerini -eğer kendilerine bir zararları dokunmuyorsa- düzeltmeye, onlar için hayırlı olanı, güzel olanı tavsiye etmeye, birbirlerine karşı sabırlı, hoşgörülü, merhametli ve affedici olmaya genellikle pek gerek duymazlar. Şahsi menfaatlerinin bittiği yerde dostlukları arkadaşlıkları da biter. Böyle bir durumda da o vakte kadar kalplerinde saklı tuttukları düşmanlıklarını aleni olarak devam ettirmeye başlarlar.
Ehl-i küfrün tamamı bu temel ideoloji üzerine kurulu bir ahlâk üzerindedir. Bundan ötürü de aralarında, hakiki bir sevgi, saygı, hoşgörü oluşmaz. Hemen hemen hiç biri, kendi elleriyle kurdukları bu korkunç düzenin düsturlarını çiğnemezler. Dolayısıyla da asla hakikî huzura ve mutluluğa erişemezler.
Serap Akıncıoğlu, Yeni Asya, 2 Mayıs 1998
--------------------------------------------------------------------------------