Gözler nur-u imanla ışıklanırsa

“Bir Münim-i Kerim, maddî ve manevî nimetlerin lezizleriyle perverde ediyor. Bir Celil-i Cemil, şu mevcudatın ayinelerinde kibriya ve kemalini ve celal ve cemalini izhar edip nazar-ı dikkati celb ediyor. Bir Ganiyy-i Mutlak, bir sehamet-i mutlak içinde nihayetsiz servetini, hazinelerini gösteriyor.

O Fatır-ı Zülcelal, yeryüzünü bir sergi hükmünde yapmış. Bütün antika sanatlarını orada teşhir ediyor. Bir Vahid-i Ehad, şu kâinat sarayında taklid edilmez sikkeleriyle, Ona mahsus hatemleriyle, Ona münhasır turralarıyla, Ona has fermanlarıyla bütün mevcudata damga-i vahdetini koyuyor ve tevhidin ayatını nakşediyor ve afak-ı âlemin aktarında vahdaniyetini ve rububiyetini ilân ediyor.” (Sözler sf.3.44-45)

Cenâb-ı Hak, insanı sayısız güzellikler içerisinde yaratmış eşsiz nimetleriyle de her yönden sarıp kuşatmıştır. İnsanın ise, doğduğu andan itibaren kendisine bahşedilen nimetlerin farkına varması, ancak ülfetsiz bakan iman gözüyle mümkün olmuştur. Bediüzzaman’ın “ülfet ve âdet ve yeknesaklık perdeleri altında harika hakikatler gizleniyor gördüm” (Nur aleminin bir anahtarı s.28) sözünden de anlaşılacağı gibi pek çok güzellik zahir bakan gözlerden gizlenmiştir. Bu nedenle, Cenâb-ı Allah’ın sanatını takdir edebilmek ancak onu takdir edebilecek gözlerin varlığı ile mümkündür.

Cenâb-ı Allah’ın yaratmış olduğu tüm güzellikler gerçekte onun sıfatlarının tek tek tecellileridir. Said-i Nursî de bir sözünde; “Bütün hakaik-i mevcudat, ismi hakkın şuaatı ve esmasının tezahuratı ve sıfatının tecelliyatıdır.” (İman ve küfür müvazeneleri, s.140) demektedir. Nitekim, etraftaki tüm nimetler maddî birer güzellik olmalarından öte, insanın ruhuna hitap etmekte, Allah’a yakınlaşmalarına vesile olmaktadırlar. Güzellikleri, dünyada bahşedilmiş nimetleri görebilmenin yanısıra, bunlardan zevk almak da ince bir ruh, derin bir anlayış gerektirir. Bu incelik ise, ancak cennetten zevk alacak fıtratta yaratılmış iman sahibi müminlere lütfedilmiştir. Öyleyse, gerek dünyadaki, gerekse cennetteki güzellikleri ancak mü'minler gereği gibi takdir edip, şükrünü verirler.

“Gözün nuru, nur-u imanla ışıklanırsa ve kavileşirse, bütün kâinat gül ve reyhanlar ile müzeyyen bir Cennet şeklinde görünür. Gözün gözbebeği de, bal arısı gibi, bütün kâinat safhalarında menkuş gül ve çiçek gibi delillerden, burhanlardan alacağı ibret, fikret, ünsiyet gibi üsare ve şiralarından vicdana o tatlı, imanlı balları yapar. Eğer o söz küfür zulmetiyle kör olursa; dünya genişliği ile beraber bir hapishane şekline girer. Bütün hakaik-i kevniye, nazarından gizlenir. Kâinat ondan tavahhuş eder. Kalbi, ahzan ve ekdar ile dolar.Kulaktaki zar, nur-u iman ile ışıklandığı zaman, kâinattan gelen mânevî nidaları işitir. Lisan-ı hal ile yapılan zikirleri, tesbihatları fehmeder.Fakat o kulak küfür ile tıkandığı zaman, o leziz, mânevî, yüksek savtlardan mahrum kalır” (İşaret-ül İcaz, sf.77-78)

Bediüzzaman’ın da yukarıdaki sözünde ifade ettiği gibi, nimetlerden alınan zevk, iman derecesine oranla artar ya da azalır. Küfür gözüyle bakan kimse ise, tüm bu nimetlere ne kadar yakın olursa olsun, adeta bunlardan mahrum kalmıştır. Öylesine bir ülfet içindedir ki, etrafındaki nimetlerin varlığı ya da yokluğu ona hiçbir şey ifade etmez. Bediüzzaman’ın ifadesiyle dünya onlar için bir “hapishane” şekline girer.

Üstadımızın bu konu ile ilgili bir başka sözü ise şöyledir:“ Güzel gören güzel düşünür; güzel düşünen hayatından lezzet alır.” (Mektubat, sf-523) Elbette aksi bir ruh halinde, küfrün karanlığı ve zilleti içinde de tam tersi bir sistem işler. Bu ruh halindeki kişiler, Allah-u Teala’yı takdir edememenin ve O’nun zikrinden uzak kalmanın boşluğu ve zahirliği içinde hiçbir şeyden zevk alamaz hale gelirler. Bu durum, aslında Allah’ın ayetlerinden yüz çevirmiş şekilde hayatlarını sürdürmeye çalışanlara dünyada isabet eden bir beladır; bir nevi cehennemin başlangıcıdır.

Kur’ân’da da gözleri olup da görmeyenlerin durumu, “sinelerdeki kalplerinin kör olmasıyla” (Hac Sûresi, 46) açıklanmıştır. Mü'minlerin durumu ise, “nimetlerin parıltılı sevincinin yüzlerinden belli olması” (Mutaffifin Sûresi, 24) ile tasvir edilir. Bu iki farklı ruh hali, din gününde de en belirgin şekliyle ve layık olunan karşılığı ile yaşanmaya başlanır. Mü'minin açık şuuru, daha da netleşir, sevinci kat kat artarken; ehl-i küfür daha da zillet içine düşer ve dünyadaki maddî mânevî her türlü güzellikten nankörlükleri dolayısıyla uzaklaştırılırlar.

Dolayısıyla, nimetler ve güzellikler Cenâb-ı Allah’ın yalnızca görebilen, takdir edebilen, şükrünü veren ve bunlara gerçekten layık olan takva sahibi mü'minlere lütfudur. Üstadın da söylediği gibi: “İman nuruyla âlem öyle terakki eder ki, “Hikmet-i Samedaniye Kitabı” namını alıyor. Ve insan, zelil ve fakir ve aciz hayvanların sırasından çıkar; zaafının kuvvetiyle, aczinin kudretiyle, ubudiyetinin şevketiyle, kalbinin şuasıyla, aklının haşmet-i imaniyesiyle hilafet ve hakimiyetin zirvesine yükselmiştir. Hatta acz, fakr, ihtiyaç ve akıl onun sükutuna esbab iken, suud ve yükselmesine sebep olurlar. Zulmetli, karanlıklı bir mezar-ı ekber suretinde görünen zaman-ı mazi, enbiya ve evliyanın ziyasıyla ziyadar ve nurani görünmeye başlar. Karanlıklı gece şeklinde olan istikbal, Kur’ân’ın ziyasıyla tenevvür eder, Cennetin bostanları şekline girer. Buna binaen, o zat-ı nurani olmasaydı, kâinat da, insan da, herşey de adem hükmünde kalır, ne kıymeti olur ve ne ehemmiyeti kalırdı.” (Mesnevi-i Nuriye, Reşhalar, Beşinci Reşha)



Serap Akıncıoğlu, Yeni Asya, 19 Ocak 1998.

--------------------------------------------------------------------------------