Bil Ey Nefsim

Modern zamanların anlayışı, bilgi edinmeyi insanın nefsinden bağımsız bir hale getirmiştir. Öyle ki, modern bilime göre, bilginin kaynağı eşyanın bizzat kendisidir ve aklını kullanan ve yeterli inceleme cihazları olan herkese kâinatın kapıları açıktır. Gözle görünür ve elle dokunulur herşey hakkında nefsî hâletimiz ne olursa olsun bilgi edinebiliriz. Buna göre, meselâ bir bilim adamının ahlâkı ve kendisine bakışı en fazla kendi özel hayatını ilgilendirir. Bu adam bilgi edinme işini kurallarına göre yapıyorsa, bize sunduğu bilgilerin sıhhatinden şüphe etmemize gerek yoktur. Yani insanın kâinata ve kendisine bakışı ne olursa olsun dışarıdan alacağı bilgilerde bir değişiklik beklememememiz gerekiyor.

Buraya kadar bir itirazınız yoksa, modern bilimin insan ve kâinat arasına koyduğu çizginin altına yenilerini ekliyorsunuz demektir. Modern bilimin yukarıda özetlenen ve bize hiç de yabancı gelmeyen anlayışı, garip ki, bilen ve bilineni, bakan ve bakılanı, işiten ve işitileni, hem de en fazla birbirine girdiği yerde ayırmakta "bilen" insanı mutlak ve tarafsız bir bilgi gücüyle donatırken "bilen"in "bilinen" üzerindeki rengini ve gölgesini bütün bütün soğurmakta, "bilme" işini mesela bir cetvel ve kalas arasındaki duygusuz, kör ve sağır bir ilişkiye (daha doğrusu ilişkisizliğe) indirgemektedir. Oysa dışardaki eşyanın bilgisi ya da Risâle-i Nur'un tabiriyle "âfâkî mâlûmat" tamamen ve kesinlikle insanın kendisine, yani nefsine bakışıyla ilgilidir. "Bil ey nefsim" ifadesi bu açıdan bakıldığında, Kur'an mesleği açısından önemli bir nirengi noktasına işaret eder: Bilmek, nefisle ilgili birşeydir, nefsin kendini nasıl bildiği, kâinatı nasıl bildiğini belirler. Modern anlayışı izliyor olsaydık, burada "bil ey aklım", "bil ey mikroskobum", "bil ey gözlerim" gibi hitap cümleleri bekleyecektik. Ama aklın da, mikroskobun da, gözün ve kulağın da bilgi edinmesi önce nefsimi nereye koyduğuma bakar. "Bil ey nefsim" hitabının ikinci özelliği, hitabın birinci tekil şahsa, yani kendi kendine yapılmış olmasıdır. Yani, "bil ey falancanın nefsi" gibi ifadeler terk edilmiştir. İnsanın kendine, yani nefsine bakışı en nihayet kendisinde olup biten birşeydir; o yüzden tekildir ve sadece kendisine bakar. İnsanın yapabileceği en kolay ve en büyük dönüşüm kendine bakışıdır. Başkalarının kendine bakışını değiştirmek bu kadar kolay olmadığı gibi, bu kadar büyük bir değişim de getirmeyecektir. Öyleyse "bil ey nefsim" tabiri ancak bu haliyle geçerli ve etkilidir.

"Bil ey nefsim" hitabını Kur'anî hikmetle felsefe mesleği arasındaki ayrıma işaret eden bir şifre olarak gördükten sonra, Birinci Söz'den başlayarak, Otuzuncu Söz'e kadar devam eden ve "ene" ve "hüve" ayırımıyla taçlanan bir dizi tabirin de anahtarını ele geçirmiş oluruz. Dikkat edilirse, özellikle Küçük Sözler'deki temsillerde belirginleşen "iki adam"ın yolları daima kendilerine nasıl baktıklarına göre ayrılır. Birinci Söz'de iki adamdan biri "mütevâzi" diğeri "mağrûr"dur. İkinci Söz'de biri "hodbîn", "hodgam", "hodendiş" ve "bedbîn" diğeri "hudâbin", "hudâperest", "hakendiş" ve "güzel ahlâklı"dır. Birincisi "nazarında pek fena bir memlekete", ikincisi "nazarında pek güzel bir memlekete" düşerler. Yani kişinin âfâktan aldığı bilgiler, kendine nasıl baktığına göre "pek fena" ya da "pek güzel" olabiliyor. Kişi kendini kendi başına buyruk bildiğinde, nazarına "musîbetli bir perde" inerken, kendini bir başkasının adına hareket eder bildiğinde "musîbetli perde" kalkar, herşeyi hakikati ile görmeye başlar.

Hâsılı, bilirse "nefsim" bilir; isterse kendini zulmet ve abesiyet dolu bir memlekete atar, isterse gelen nûru ve hikmeti "olduğu gibi" kabul eder.


Senai Demirci, Yeni Asya, 11 Nisan 1996.
senai.demirci@usa.net

--------------------------------------------------------------------------------