Hakikat konuşunca

Bediüzzaman’ın “Konuşan yalnız hakikattir” başlıklı harika bir makalesi var. Bu makalesinde hayatının hakikatle olan ilgi ve önemi üzerinde durmaktadır.

Orada belirttiğine göre yirmisekiz sene vilâyet vilâyet, kasaba kasaba, mahkeme mahkeme dolaştırılmıştır. Bu zâlimâne işkenceleri yapanların atfettikleri suç ise, dini siyasete âlet yapma iddiasından başka birşey değildir. Ancak bunu ispatlayamamışlardır. Çünkü gerçekte böyle birşey yoktur. Sonunda böyle bir suçla alâkası olmadığını kendileri de anlamışlardır.

Onun için Bediüzzaman, çok haklı olarak, “Neden bana bu zulmü yapmada ısrar edip durdular? Neden ben suçsuz olduğum halde böyle devamlı bir zulme ve muannid bir işkenceye maruz kaldım? Neden bu musibetlerden kurtulamadım? Bu ahval adalet-i İlâhiyeye muhalif düşmez mi?” diye sormaktan kendini alamaz ve cevabını da bulmaya çalışır.

Öyle ki îman hizmetini maddî ve mânevî terakkiyata, kemâlâta; azaptan, Cehennemden kurtulma ve ebedî saadete vesile yapma ve herhangi bir maksada âlet yapmaması için önüne mânevî çok kuvvetli engeller çıkmaktadır. Halbuki herkesin hoşlandığı mânevî makam ve âhiret saadetini kazanmak, yine herkesin meşrû hakkıdır ve kimseye de zararı yoktur. Ama, o, kalben ve rûhen bundan sakındırılmaktadır. Rıza-yı İlâhîden başka birşey gösterilmemekte, yalnız ve yalnız îmana hizmet hususu gösterilmektedir. Çünkü bu zamanda, hiçbirşeye âlet ve tâbî olmayan ve her gâyeden daha üstün olan îman hakikatlerini bilmeyen, fakat bilme ihtiyacında olanlara tesirli bir surette bildirmek gerekmektedir. Bu keşmekeş dünyada îmanı kurtaracak ve muannidlere katî kanaat verecek bir tarzda, yani hiçbir şeye âlet etmeden bir Kur’ân dersi vermek lâzımdır. Tâ ki mutlak inançsızlığı, mütemerrid ve inatçı dalâleti kırsın; herkese katî kanaat verebilsin.

Bu kanaat da bu zamanda, bu şartlar dahilinde, dinin şahsî, uhrevî ve dünyevî, maddî ve mânevî hiç birşeye âlet edilmediğini bilmekle olabilir. Yoksa, komitecilik ve cemiyetçilikten kaynaklanan dehşetli dinsizlik şahs-ı mâneviyesine karşı çıkan bir şahıs, en büyük bir mânevî mertebede de bulunsa, yine vesveseleri bütün bütün izâle edemez. Çünkü, îmana girmek isteyen muannidin nefsi ve enesi diyebilir ki, “O şahıs, dehâsıyla, hârika makamıyla bizi kandırdı.” Böyle der ve içinde şüphesi kalır.

Sonra da şöyle diyor Bediüzzaman:

“Allah’a binlerce şükür olsun ki, yirmi sekiz senedir dini siyasete âlet ittihamı altında, Kader-i İlâhî ihtiyarım [iradem] haricinde dini hiçbir şeye âlet etmemek için beşerin zâlimâne eliyle mahz-ı adalet [sırf adalet] olarak beni tokatlıyor, îkaz ediyor. “‘Sakın,’ diyor, ‘îman hakikatini kendi şahsına âlet yapma. Tâ ki, îmana muhtaç olanlar anlasınlar ki, yalnız hakikat konuşuyor. Nefsin evhamı, şeytanın desiseleri kalmasın, sussun. İşte Nur Risalelerinin, büyük denizlerin büyük dalgaları gibi, gönüller üzerinde husûle getirdiği heyecanın kalblerde ve ruhlarda yaptığı tesirin sırrı budur, başka birşey değil. Risâle-i Nur’un bahsettiği hakikatlerin aynını binlerce âlimler, yüz binlerce kitaplar daha belîğâne neşrettikleri halde, yine küfr-ü mutlakı durduramıyorlar. Küfr-ü mutlakla mücadelede, bu kadar ağır şerâit altında, Risâle-i Nur bir derece muvaffak oluyorsa, bunun sırrı işte budur. Said yoktur. Said’in kudret ve ehliyeti de yoktur. Konuşan yalnız hakikattir, hakikat-i îmaniyedir.”

“Mâdem ki, nûr-u hakikat, îmana muhtaç gönüllerde tesirini yapıyor, bir Said değil, bin Said fedâ olsun. Yirmi sekiz sene çektiğim ezâ ve cefalar, maruz kaldığım işkenceler, katlandığım musibetler helâl olsun. Bana zulmedenlere, beni kasaba kasaba dolaştıranlara, hakaret edenlere, türlü türlü ittihamlarla mahkûm etmek isteyenlere, zindanlarda bana yer hazırlayanların hepsine hakkımı helâl ettim."

“Âdil kadere de derim ki: Ben, senin bu şefkatli tokatlarına müstehak idim. Yoksa, herkes gibi gâyet meşrû ve zararsız olan bir yol tutarak şahsımı düşünseydim, maddî, mânevî füyûzât hislerimi fedâ etmeseydim îman hizmetinde bu büyük ve mânevî kuvveti kaybedecektim. Ben, maddî ve mânevî herşeyimi fedâ ettim, her musibete katlandım, her işkenceye sabrettim. Bu sayede, hakikat-ı îmaniye her tarafa yayıldı. Bu sayede, Nur mekteb-i irfanının yüz binlerce, belki de milyonlarca talebeleri yetişti. Artık bu yolda, hizmet-i îmaniyede onlar devam edeceklerdir. Ve benim maddî ve mânevî herşeyden feragat mesleğimden ayrılmayacaklardır. Yalnız ve yalnız Allah rızası için çalışacaklardır."

“Bize işkence edenler bilmeyerek, kader-i İlâhînin sırlarına, akıl erdiremeyerek, hakikat-ı îmaniyenin inkişafına hizmet ettiler. Bizim vazifemiz, onlar için hidayet temennîsinden ibarettir.” (1)

Evet, konuşan yalnız hakikattir. Geçmişte o konuştu, bugün o konuşuyor, yarın da o konuşacak.



--------------------------------------------------------------------------------

1. Tarihçe-i Hayat, s. 594-596.


Şaban Döğen, Yeni Asya, 4 Ekim 1997.

--------------------------------------------------------------------------------