Milletin îmanının selâmeti için
Beni nefsini kurtarmayı düşünen hodgam bir adam mı zannediyorlar? Ben cemiyetin îman selâmeti yolunda âhiretimi de fedâ ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmi beş milyon (şimdi yetmiş milyon) Türk cemiyetinin îmanı namına bir Said değil, bin Said fedâ olsun. Kur’ân’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin îmanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü, vücudum yanarken gönlüm gül gülistan olur.”1 Böyle diyor Bediüzzaman Said Nursî. Şu ifadeler de ona ait:
Ben kusurlarımla beraber bu milletin saadetine ve îmanının kurtulmasına hayatımı vakfettim. Ve milyonlarla kahraman başların fedâ oldukları bir kudsî hakikate, yani Kur’ân hakikatine benim başım dahi fedâ olsun diye bütün kuvvetimle Risâle-i Nur’a çalıştım. Bütün zâlimâne taziplere karşı tevfîk-i İlâhî ile dayandım. Geri çekilmedim.”2 Hatta Bediüzzaman, “Benim idamıma çalışanlar eğer Risâle-i Nur’la îmanlarını kurtarsalar, Risâle-i Nur’a sarılsalar, kardeşlerim, siz şâhit olunuz, ben onlara hakkımı helâl ediyorum”3 diyebiliyor.
Bir çocuk düştüğünde, bir karınca çiğnendiğinde yüreğinden bir parça koptuğunu hisseden bir şefkat, insanların Cehennemde yanmalarına nasıl razı olabilir? Onun için de bu ruhtaki insanlar îmanların kurtulması için gece gündüz demeden çırpınır, didinirler. İşte îman hizmetinin özünde bu duygu vardır. Böylesi bir şefkat, hak ve hakikatleri muhtaç gönüllere ulaştırma fedâkârlığını netice vermektedir. Hele dehşetli cereyanların hayatı ve cihanı sarstığı, îmanların bütün bütün tehlikeye düştüğü bir zamanda hadsiz bir metânet ve nihayetsiz bir fedâkârlık gereklidir. Bu yüce duygularla kalbi dolu olan Bediüzzaman, bunu hayatıyla bilfiil göstermekle kalmamış, gözünü budaktan esirgemeyen talebelerine de aynı duyguları aşılamıştır. Nazarların dünyaya yöneldiği, dünyanın geçici makam, mevki ve servetlerinin gâye-i hayat edinildiği bir dönemde îmanı kurtarma uğruna her türlü fedâkârlığı üstlenebilen bu mücahidler, aslında tarihe altın harflerle yazılacak kahramanlardır.
Dindarların ve ilim sahiplerinin hareket noktası dünyevî maksatlar ve ihtiyaçlardır” diye suçlandığı, insafsızca ilişildiği bir dönemde, bu sözü söyleyenlerin bilfiil susturulması gerektiğini söyleyen Bediüzzaman, “Öyle fedâkârlar lâzım ki, dünyanın en mühim meşgaleleri, belki büyük zararları, onların hakâik-ı îmaniyeye [îman hakikatlerine] ihtiyaçlarını susturmuyor. Acaba öyleleri var mı?” diye soruyor ve buna yine kendisi, “Evet, vardır” diye cevap veriyor ve Isparta ve havalisinden örnekler gösteriyor. Meselâ sadece Sandıklı tarafında üç-dört ay zarfında Risâle-i Nur’u herşeye tercih eden efe ve mücahitler yetişmişti. Bunların daha birçok örnekleri vardı.4 Böylesi mücahid fedâkârlara dün olduğu gibi bugün de muhtacız.
--------------------------------------------------------------------------------
1. Tarihçe-i Hayat, s. 543.
2. Son Şahitler, 4:28.
3. Tarihçe-i Hayat, s. 397.
4. Kastamonu Lâhikası, s. 177.
Şaban Döğen, Yeni Asya, 22 Temmuz 1997.
--------------------------------------------------------------------------------