KEMÂLE ULAŞMAYI DERT EDİNENLER
Nesibe İşler
Kainatın yaratılışından beri süre gelen ve bütün eşyayı kuşatan bir mükemmel olma meyli var arz ve semâda. Kainat daha yumurta büyüklüğünde bir çekirdek halindeyken “ol” emriyle o kainat çekirdeği bir gül goncası gibi açılmaya başladı. Ve bu zamana kadar da hâlâ gelişip büyümesini sürdürüyor. Tabii bir gün gelecek bu gelişme tekâmüle inkılâp edip hâtimesini çekecek.
Küre-i arz da bu arada bu tekâmüle erme seyrinden nasibini alacaktır. Zerresinden hücresine, canlısından cansızına kadar her mevcut bu tekâmüle eriş kervanına dahil oluyor. Meselâ ırmakta akan bir damla su, oradan denize karışıyor. Sonra bulutlara yükseliyor. Sâfileşiyor, lâtifleşiyor. Daha sonra gölün birine düşüp oradan bir balığın vücuduna girip, proteine inkılap ediyor. Ve en sonunda bir damla su insan vücuduna kadar geliyor. Belki de orada bir kalp hücresi oluyor. Tabii böylelikle kemâline ulaşmış oluyor. Hele bir de o insan Müslüman ise, kendi vücudunda ki her bir hücrenin kendi lisanıyla Cenâb-ı Hakk’ı zikrettiğini bildiği için suyun yaratılış maksadı hâsıl olmuş oluyor.
İnsan da kainatın bir semeresi, bir cüz’ü olduğu için bu mükemmele gitme kanununa o da tâbiiyet ediyor. Bu da en güzel şekilde ancak marifetullah’a giden yolda fikir ve tefekkür birikimini sünnet-i seniyye teknesinde yoğurmakla mümkün olabiliyor. Ama maalesef ki bu seyri hayatımıza aksettiremiyoruz. İfrata tefrite taşmadan sakin ve heybetli bir nehir gibi hedefimize akamıyoruz. Veyâhut kimsenin görmediği dağların arkasında kalmış bir göl gibi kendi kendimize kuruyup gidiyoruz. Durum böyle olunca her gün adımladığımız kaldırımlardan aynı insan olarak geçip gitmek, bizi robotlaştırıyor. Her an yenilenmeyi gerektiren insan, yaratılış kanununa ters hareketi neticesinde istidat toprağındaki elmas gibi kabiliyetleri, altını ve gümüş gibi özelikleri, tohumun, fazla toprağın altında kaldığı zaman çürüdüğü gibi çürütüyoruz. İç dünyamıza hapsedip , zamanla çevrenin de kötü etkisiyle onları belki de öldürüyoruz. Bu da zaman içerisinde istidatsız bir şekilde yaşama bağışıklığını kazandırıyor bizlere. Bir kısır döngü çemberine zihinlerimiz odaklanıyor ve yerinde saymanın ötesine adımlayamıyoruz.
Teşhisi geç konulmuş bir hastalığın kronikleşmesi doğal bir seyirdir. Şu an toplumumuzda gözlemlenen “umursamazlık, bana dokunmasın da kime dokunursa dokunsun” veyâhut “herşeye burnunu sokup her şeyden mahrum kalma hastalığı” gibi bütün uzuvların hareketsizleşmesini sağlayan gizli bir felç yaşanıyor veya bazı şeylerde aşırıya kaçmalardan iç dünyalarımızda aşırı gerilimden patlamalar meydana geliyor. Haklı da olsa, haksız da olsa her olayın karşısında tepkisi bir taş gibi kalmak insan olmanın onuruna terstir. Yada gereksiz bir şekilde ölçüyü kaçırıp insanların kalplerini kırmak da insanî hasletlere yakışmayan bir durum. Lâkin bu hâle de gelmek tedaviyi güçleştirecektir.
Düşünmezler mi? Akletmezler mi? gibi ayetler muhatap olan insan düşünmeden hep bu dünyada kalınacak zannıyla geçen zamanın nabzını elde tutmak ister her daim. Bu ayetlerin hükmünü yaşamayınca en ufak bir emârede onları görmemezlikten gelmeye çalışır. Ayetlerin ikazı aklının köşesinde yer etmeyince, başı boşluk da nefsin hoşuna gittiğinden tekâmüle terakkî etmek işine gelmez, belli bir kanuna tâbi olmak istemez. Bu yüzden de maalesef hayatı hadd-i vasat çizgide devam etmez. Cesetle ruhun birbirine veda ânı geldiğinde de garip bir çırpınış içerisinde ahse-i takvim sırrına mazhar olamayıp, insanlığının asıl gereğini yani Hâlık-ı kainatı tanımaya çalışmadan kabrin karanlıklarına gömülür.
Eğer insanın sonsuzu kazanmak derdi, ideali yoksa “zaman bir su” olur onun nazarında. vücudu ise “bir çöp makinesi” gibi veriliş gayelerinden uzak ve anlamsız kalır. Öyle bir fitneden korkun ki geldiğinde, içinizden sadece mücrimlere isabet etmez” ayetinin işaretiyle medeniyetin verdiği aşırı tembellik, hayatı tek düze yaşama hastalığı dalâlet ehlini bir kenara bırakalım, ekser ehl-i din bile bu tuzağın içine düşebiliyor. Mûtad farzları yerine getirip, bir iki sohbete gittin mi tamam. “cennet ne kadar da ucuz değil mi!! Nebî düsturu ne çabuk unutuluyor; “bir günü diğer gününe eşit olan ziyandadır.
Kur’ân’ı tozlu raflara terkedip, sadece ölülere okumak her müşkülü halleder mi? Bir çoğumuz bırak mealli ayetlerin anlamlarını okumayı, isimlerine bile bigâneyiz. Resûl-ü Ekrem (asm) ümmî bir peygamberdi. Ama ona okuması emredilmişti. O da o emir üzerine gidip de okuma- yazma öğrenmemişti. Çünkü asıl okunması gereken kainat kitabıydı. Bunun için yazar ve üniversite mezunu olmaya gerek yoktu. Cenâb-ı hakk zaten iç dünyamıza koymuştu, aklı kalemini tefekkür kağıdını ve kuvve-i hazıfa silgisini. İşte böyle bir okuma ancak insanı kainattaki tekâmüle erişme kanununa tâbi edebilirdi.
Üzerimize atılmış ölü toprağını sıyırıp, kendimize bir an önce gelmeli ve gelmeyenlerin gelmesini dert edinmeliyiz. Kainatta cereyan eden şeriat-ı fıtriyeye uygun hareket edip, bir abd-i aziz gibi fıtratımızın gereğini yerine getirmeliyiz. Ve şair gibi demeliyiz ki;
Sus ey divâne ! durmaz kainatın seyr-i mutâdı
Ne sandın ? fıtratın ahkâmı hiç dinler mi feryâdı
Bugün sen kendi kendinden ümit et ancak imdadı
Evet , sen kendi ikdâmınla kaldır biâdı
İman hakikatlerini duyma ve duyurma sevdası benliğimizi bir çıra gibi yakmalı, bu ateş kuvvet buldukça nûrun aydınlığına katkı sağlayacaktır. Çarklar, ancak hızla dönerse paslı vicdanlar ışıldayacaktır. Omuzlamak istediğimiz yük ağır olsa da sonsuzu kazanma derdini edinenlerin sığındığı “Hasbuallahu ve niğmel vekîl” ayeti bütün kaygılanmalarımıza rağmen ayakta durmamızı sağlayacaktır. Yeter ki adı için yaşamak gayesi etrafında ahsen-i takvim sırrına fedâkârca adım atmaya çalışalım.
--------------------------------------------------------------------------------