Bir fâsık bir haber getirirse...
Bütün âyetleri doğrudan sosyal hayata bakan bir sûrenin ismini vermem istense,
verilmesi gereken ilk cevap, herhalde Hucurât sûresi olmalıdır. Bu sûre, ilk âyetinden
son âyetine kadar, hayat-ı içtimaiyeyi yaralayan ve zehirlendiren âfâkî ve enfüsî
marazlara karşı kudsî ilaçlar sunmakta; bilvesile, mü'minin kuşanması gereken zihin ve
ruh halini ders vermektedir. Alaycılık, düşmanlık, suizan, tecessüs, gıybet, milliyetçilik
gibi içtimaî hayatı mahveden hallere karşı ucu esmâ-i hüsnâya dayanan reçeteler sunan
bu sûrenin, "Mü'minler ancak kardeştirler" mealindeki âyetin içinde bulunduğu sûre
olması da manidardır.
İşte bu sûrede, Rabb-ı Rahîm, içtimaî hayatı ve de mü'minler arasındaki uhuvveti
zehirlendiren bir diğer hale karşı da reçete sunmaktadır: "Eğer bir fâsık size bir haber
ile gelirse, durup araştırın. Yoksa bilmeden bir topluma vurursunuz da, yaptıklarınızdan
dolayı pişman olursunuz."
Bu âyet, şu çağın insanı olarak, beni özellikle düşündürür. Zira, yaşadığımız çağ, küre-i
arzın bir köy hükmüne geldiği, iletişim alanındaki müthiş ilerleme ile günün her saati
bütün dünyadan haber almanın mümkün olduğu bir çağdır; lâkin, unutulan, bu haber ile
bize gelenin, yani haberi getirenin niteliğidir. Küresel plandaki haber mercileri,
gerçekten sözüne ve özüne güvenilir kişiler midir; yoksa, âyetin tarif ettiği 'fâsıklar'
sınıfına mı girmektedir. Dünyanın haber ağı tekelini neredeyse tekelinde tutan Batılı
haber kuruluşlarının-ajans, TV kanalı, gazete, dergi, radyo, hepsinin-yayın duruşu ve
çizgisi 'fısk' ekseninde gelişiyor değil midir?
Bu haber mercilerinin haber 'üretme' ve de 'sunma' biçimi itibarıyla nasıl
manipülasyonlara girdikleri, nasıl haberi eğip bükerek çarpıttıkları, kitleleri nasıl yanlış
bir yöne sevkettikleri üzerine bizatihî Batıda yapılan araştırmalar, bu soruların cevabını
net biçimde vermeye yeter. Tek başına Noam Chomsky'nin ortaya koyduğu eserler bu
çarpıtmanın fecaatini gözler önüne sermeyi yetip de artıyor bile!
Bu vâkıanın bir de dahilî boyutu var ki, en az bu global boyut kadar yoğun fecaatler
taşıyor. Belki doğrudan ulaşılması zor alanlardan dolaylı biçimde gelen haberlerdeki
çarpıtma, saptırma ve yalan boyutu bir tarafa; ulaşılması pekâlâ mümkün alanlarda
apaçık çarpıtmalar sergilenebiliyor. Öyle bir durum ki, özellikle şu diyarda ve şu
ortamda, akşam masum bir insan olarak uyuyan birinin, fâsıkların ürettiği yalan
haberlere binaen, sabahleyin zâlim iftirasıyla uyanması mümkün. Haklı bir sözün,
fâsıkların sözü aktarırken giriştiği ekleme-çıkarmalarla, sözün sahibinin başına her türlü
işler açar bir hale dönüştürülmesi mümkün.
Bunun örneklerini aramak için, çok çok uzaklara gitmeye gerek yok. En başta şu
mevkute açısından, böyle birşey yakın bir zaman önce yaşanmadı mı? Şu gazetenin
muhterem sahibi, içinde hiçbir yalan, iftira ve ifrat unsuru taşımayan sözleri yüzünden
nice haksız itham ve iftiraya uğramadı mı? Ona 'örümcek kafalı' yaftasını yapıştırmada
beis görmeyen fâsıklar yine fâsıkça bir haber üretip bir başka mü'mini 'melek yüzlü
şeytan' ilan etmediler mi?
Keza, bir partinin kongresine, bir sosyal oluşumun içindeki bir hatun kişinin de delege
olarak katılmasını, "Erbakan'a kadın gönderdik" şeklinde sunanlar yaşamıyor mu şu
diyarda? Ve son olarak, iki gün önce bir büyük gazete başka bir toplantının içkili,
danslı ve yarı-çıplak görüntülerini "Dini bütünlerin düğününde içki ve dans" diye sundu
da, daha bir gün geçmeden haber yalanlanmadı mı?
Şimdi, böylesine feci 'haber'ler karşısında durup düşünelim: Bu sözümona 'haber'leri,
durup araştırmadan, tahkik etmeden, olduğu gibi alsak, ne olurdu? Meselâ, siyasî
duruş itibarıyla sergilediği hikmetsiz ve hatalı tavırlar bir tarafa, bir mü'mine zina isnad
etmek gibi âyetle yasaklanmış ve hakkında ağır bir had konulmuş apaçık bir zulme
düşmüş olmaz mıydık? Keza, diğer haberleri olduğu alıp kabullensek, kaç türlü iftirayı
irtikap etmiş, kaç türlü günaha düşmüş olurduk? Hele bir de, bu haberleri olduğu gibi
kabullenip, sırf bu habere dayanarak bir mü'mine veya ona sempati duyanlara karşı
hakaret, alay, hatta beddua gibi hallere düştüğümüzü düşünelim: Bir fâsık bir haber
getirdiğinde, durup araştırmadan olduğu gibi almak, bizi pişman olacağımız hükümlere
ve davranışlara atmıyor mu?
Gelin görün ki, bu konuda âyetin üzerimize yüklediği, yani üzerimize farz olan titizliği
gösteren mü'minlerin varlığı bir yana, çoğu insan "Böyle olmuş," "Şöyle yapmış"larla
hadiseyi duyduğu gibi aktarabiliyor; öylesi '-mış' ve '-muş'lara hüküm verebiliyor. Hele
sözü edilen kişi, şahsen yakınlık duymadığı, hatta ihtilaf halinde olduğu bir gruba
mensup ise, bu çukura düşülmesi daha bir kolaylıkla mümkün oluyor.
Velhasıl, bir mütevatir hadiste haber verildiği üzere, "kendilerinden şahitlik istenmediği
halde şahitlikte bulunan" insanların yaşadığı bir çağda bulunuyoruz. Sonuçta, tahkiksiz
bir nazarla televizyon karşısında oturup her duyduğuna inanan veya tahkiksiz bir akılla
fâsıkların çıkardığı gazetelerin verdiği haberleri okuyan; böylece gözüyle görmediği
hadisenin olduğuna, kulağıyla duymadığı sözün söylendiğine hükmeden; o hükümle
Hesap Günü yüzünü kızartacak nice sözler ve davranışlar serdeden insanlar dolaşıyor
aramızda.
Daha yirmidört saat geçmeden yalanlanan, ve--israf, gösteriş gibi elbette imanî ölçülere
uymayan hallerin gerçekten sergilenmiş olduğu--bir düğüne, yarı-çıplak dans ve içki
gibi olmamış bir hali yakıştıran gazete manşeti, bu konuda ne kadar dikkatli olmamız
gerektiğinin; "Bir fâsık bir haber ile gelirse, durup araştırın" emrine uymanın ne derece
elzem olduğunun çarpıcı bir örneği olarak gözüktü bana.
O yüzden, bizi haksızca hükümlere sevkedebilen böylesi 'haberler'e ve bu haberleri
aktaran mecralara karşı elden geldiğince müstağni davranmalı. Bir şekilde o
mecralardan bize bir haber ulaşacak olduğunda ise, kesinlikle durup araştırmalı.
Aksi takdirde, bu dünyada yüzümüzü kızartıcı haksız söz ve davranışlara düşmemiz de;
öte dünyada, fayda vermeyen 'son pişmanlık'lar yaşamamız da mümkün gözüküyor.
Metin Karabaşoğlu, Yeni Asya, 2000
--------------------------------------------------------------------------------