'Kopyalama'nın Öteki Yüzü

İspanyol filozofu Miguel de Unamuno, "Hiçbir şey, bana hiçliğin kendisi kadar
korkunç görünmüyor" der bir yazısında. İnsanın şuuru ‘eğer iki karanlık arasında bir
şimşekten başka birşey değil’se, yani insan yokluktan gelip gene bir yok oluşa
gidiyorsa, ‘o zaman, hayattan daha iğrenç birşey olamaz’ da der. Ayrıca, yok
olmaktansa, sonsuza dek cehennemde yanmaya razı olduğunu söyler.

Bu son husus, genç Said’in de ruhunda da ma’kes bulan bir gerçektir. O da, bir
milyon sene şahane bir hayat mı, yoksa öyle şaşaalı olmasa da ebedî bir hayat mı
istediğini ruhuna sorduğunda, aldığı cevap "Cehennem de olsa, beka isterim" olur.

Kısacası, ölümsüzlük, fıtratın vazgeçilmez bir özlemidir. İnsanoğlu, ilk insandan
bugüne, sürekli ‘ölümsüzlük özlemi’yle, yani ‘sonsuzluk arzusu’yla haşir-neşir
olmuştur. O kadar ki, İblis’in dem’i (a.s.) kandırması bile ancak ‘ölümsüzlük’ kozunu
kullanarak mümkün olmuştur. dem’in yediğinin elma mı, buğday mı, başka birşey
mi olduğunun pek önemi yoktur; her ne ağaçtan yemiş ise, onu ‘şeceretu’l-huld’
bilerek yemiştir. İblis, bu ağacın ‘ölümsüzlük ağacı’ olduğunu söylemiştir ona;
bunun meyvesini yersen ‘beka’ meseleni çözersin demiş, ancak o şekilde
aldatabilmiştir.

İşte, ölümün tartışmasız bir gerçek, ölümsüzlüğün de vazgeçilmez bir özlem
olmasıdır ki, çağlar boyu, ‘sonsuzluk’ iklimlerinde dolaştırmıştır insanları. Kulağını
vahye, kalbini imana, aklını dinin hakikatine açık tutmuş olanlar için, bu sonsuzluk
özleminin iksirini bulmak pek o kadar zor olmamıştır. Çünkü, ilahî vahiy, öncelikle
insana kâinatın Sâniini bildirmiştir çağlar boyu. O, Kadîr-i Mutlaktır, Alîm-i Mutlaktır,
Rahîm-i Mutlaktır... O halde, bütün beşerin en ziyade istediği şey olan ebediyeti
verecek; o sonsuz adaleti ile, asileri cehenneme, itaatkâr kullarını cennete
göndereceği bir âhiret yurdunu var edecektir. Kudreti mutlak olduğuna göre, bu O’na
ağır gelmez. Hem, her bahar gösterdiği haşir-neşir nümuneleri, birer ‘yeniden diriliş’
müjdesi hükmündedir.

Buna karşılık, ‘felsefe çizgisi’ diye özetlenen ve en bariz özelliğini dinin cevap veriyor
olduğu sorulara dine sırtını dönerek cevap bulma arayışının oluşturduğu bir akım da
insanlık tarihi boyunca var olagelmiştir. Ki, filozofların önemli bir kısmı bir Yaratıcının
varlığını kabul etmezken, Yaratıcıyı kabul edenlerin büyük çoğunluğu da, onu bir
Kadîr-i Mutlak olarak tanımaz. O, koyduğu kanunların mahkumu olan, kötülüklere
mani olamayan, sebeplerin işine ortak olduğu ‘eksik’ bir ilahtır onların anlayışınca.
Bu bakımdan, ister bir Yaratıcıya hiç inanmıyor olsun, ister böyle ‘eksik’ bir uluhiyet
anlayışı taşıyor bulunsun, felsefenin kendi öncüllerinden hareketle ‘ebedî bir âhiret
âlemi’ düşünmek ya zor yahut hepten imkânsızdır.

Ama felsefenin en büyük açmazı da işte buradadır. Hele hele, o, son asırlarda
olduğu üzere maddeciliğin olabildiğine hükümranlığı altında ise, bu açmaz
katmerlenmektedir.

Zira, felsefenin ölümü bir ‘son’; ölümden sonrasını ile ‘yok oluş’ olarak sunmasına
karşılık, insan fıtraten ölümsüzlüğü istemektedir.

Bu duygu, bu talep, bu istek etle-tırnak misali insan ruhuna yerleştiği; insanlıktan
vazgeçmeden bu istekten de vazgeçilemediği için de, felsefe ‘ara durak’lar bulmaya
mecbur kalmıştır. Bunun en birincisi ise, hayatı boyunca eğlence, sefahet veya iş
peşinde koşarak ruhun bu arzusunu unutmak veya uyuşturmaktır. Fakat, bu pek
sadra şifa olamamakta; en azından ‘ayık’ ve ‘uyanık’ kalınan anlarda, ölümsüzlük
arzusu kalbin çeperlerine güm güm vurmaktadır.

Bu yüzden de, felsefenin bulduğu ilave avuntular vardır. En basitinden, kendi
varlığının çoluk-çocuğu ile ‘bir şekilde’ devam edeceğini düşündürür insana. Sonra,
insanın ‘asabiyet’ damarını kullanarak, kendisi ölse de, ırkının, toplumunun
yaşayacağını düşündürerek teselli eder. Bir diğer avunma tarzı ise, ‘eserleriyle’
yaşayacağıdır.

Nitekim, evlatlarının çokluğuyla övünmenin, soy-sopla gururlanmanın, milliyetçiliğin
yahut sonsuza dek yaşayacağı ümit edilen devâsâ eserler, anıtlar, heykeller
yapmanın felsefe çizgisinin işi olması bir rastlantı değildir.

Ne var ki, tüm bunlar insanın ölümsüzlük arzusunu bastırmaya yetmiyor olmalı.
Woody Allen gibi inançsız bir mizahçı, vaktiyle New York Times’a yazdığı çok ciddi
bir yazıda "Ben eserlerimle ölümsüz olmak istemiyorum. Ölmeyerek ölümsüz
olmak istiyorum" dediğine göre...

hireti yaratmaya muktedir bir Kadîr-i Mutlak’a ve O’nun âhiret yurdunu iktiza eden
rahmet, kerem, adalet gibi sıfatlarına olan imanını yitirmiş maddecilerin, işte bu
‘ölmeyerek ölümsüz olma’ tutkusunun geçmişi, Eski Yunan’a izafe edilen ‘nektar’
efsanesine kadar uzanıyor muhakkak. Dahası, hemen tüm eski medeniyetlerde bir
‘ölümsüzlük iksiri’ arayışını buluyoruz.

Bu arayışın modern bir versiyonunu ise, Batıda sayıları ve okuyucuları giderek artan
Longevity türü dergiler yahut kitaplar oluşturuyor. Bu eserlere bakarsanız, şu
yemeği yemek, sabahları bu sporu yapmak, akşam üzeri şu şekilde oturmakla,
insan ömrünü uzatabilir. Hem, kimi Batılı bilim adamlarının, aslında insanın 350-400
yıl yaşayabileceği türünden açıklamalarının tercümesini şu diyarda iman
karşısındaki tavrı açıkça belli bir gazetenin ekinde okumak da tesadüf olmasa
gerek. Bu yolda bulunmuş bir üçüncü modern avuntu ise, şu an tedavisi
bulunmayan bazı hastalıklara yakalanmış insanların, bu hastalıkların tedavisi
bulunduğunda yeniden aktif hayata dönmek üzere kendilerini dondurtmaları.

Ama tüm bunlar da işe yaramıyor. Sonuçta, dörtyüz yıl da yaşansa, veya filanca
yemeklerle hayattan diyelim ki on sene kazanılsa, bir hastalığın tedavisi sonradan
bulunmuş da olsa, tüm kapılar ‘ölüm’e dayanıyor.

Dolayısıyla, ölümsüzlük arzulayan insan ruhu, yine de yaralanıyor!

İşte bu aşamada, yeni ve daha güçlü bir avuntu giriyor devreye: genetik kopyalama.
Buna göre, insan bedeninden bazı parçalar alınıp, genetik kopyalama suretiyle
insanın ‘kopya’ları üretilebilecek; insanın başına bir kaza gelse bile, hiç olmazsa o
‘kopya’ları yaşamayı sürdürecek.

Bu olur mu, olmaz mı; olursa neler olur, ayrı bir konu. Ama, böyle bir ‘ihtimal’in şu
modern çağda bu kadar velvele ve hayretle karşılanması, hele hele inanmayan bazı
yazarların ruhlarının ölümsüzlük arzusuna böylece bir menfez bulduklarını ifade
yahut ima eden yazılar yazması boşuna değil.

Bir Kadîr-i Mutlak’ın varlığına ve asıl olan âhiret yurduna olan imanını kaybeden
modern dünya, imanın bir çırpıda çözdüğü en hayatî problemi kendi elleriyle aşmaya
çalışıyor.

‘Genetik kopyalama’ serüveninin fıtrat ve hakikat açısından tercümesinin sonucu,
işte budur.



Metin Karabaşoğlu, Karakalem

--------------------------------------------------------------------------------