İstifaza
Şeytanın ayrıntıda gizli olduğunu sıklıkla duymuşuzdur, ama bize meleğin de ayrıntıda gizli olduğunu fısıldayan pek yoktur. Oysa ‘küçük’ görülen günah, ihmal ve dikkatsizlikler büyük manevî felâketlerin önsözü olabildiği gibi ‘küçük’görülen kimi noktalarda sarf edilen dikkat, büyük hakikatlerin ipucunu verebilir.
Bunun küçük bir örneği ‘istifade’ ile ‘istifaza’ arasındaki nüansa dikkat çekilerek bulunabilir.
‘İstifade’ de sözkonusu olan maddî ve cismanî açıdan faydalanma iken ‘istifaza’ manevî ve ruhanî boyutun öne çıktığı bir ‘faydalanma’yı ifade eder. Risale-i Nur’un meşhur örneğini hatırlarsak, padişahın sunduğu bir elmayı, eline alarak yiyen bir adam ondan lezzet alır, ama aynı elmaya ‘padişahın sunduğu elma’ olarak muhatap olan daha yemeden bile, diğer adamdan bin kat fazla lezzet alır. İlk adam elmadan yalnız ‘istifade’ ederken diğeri ‘istifaza’ etmektedir. İlk adamın elmadan aldığı gıda dile, mideye, kılcal damarlar aracılığıyla kana ve dolayısıyla bütün vücuduna münhasırdır. Ama ikinci adam kalbi, ruhu, lâtifeleri, duyguları, aklı itibarıyla üzerindeki sanatı, ikramı ve de ihsanı tefekkür ettiği o elmadan tam anlamıyla gıdalanır.
Ki, bize elmayı gerçekten, Ezel ve Ebed Sultanının sunduğunu, bir elma için bütün bir kâinatın çalıştırıldığını düşünürsek elmadan yalnız maddî vücudumuz cihetiyle gıdalanmak yani ‘istifade’ etmek, insan açısından müthiş bir alçalış hükmündedir. Çünkü, bu kadar bir istifadeyi insandaki donanımlara sahip olmayan bir hayvan meselâ inek de sağlayabilmektedir. O da elmayı lezzet alarak yemekte, onun da midesi elma ile doymakta, midede maddeleri ayrışan elma onun da kıcal damarları aracılığıyla kana karışmakta; üstelik o bu elmadan aldığı gıda ile insanın yapamadığını yapıp süt vermektedir. Dolayısıyla nimetlerden yalnızca ‘beden’ itibarıyla bir faydalanma insanı insan kılmaz. İnsanın gerçekten ‘insan’ olabilmesi ‘istifade’den ‘istifaza’ya geçebilmesi; bir nimetten yalnızca maddî açıdan gıdalanmanın ötesinde ‘istifaza’ edebilmesidir.
Kısaca ifade edecek olursak, insana düşen istifade değil, istifazadır. Kendisine hayat ve ruh verilen her canlı ‘istifade’ eder; ama ‘istifaza’ ancak akıl, kalb ve şuur verilenlerin kârıdır. Hem istifade için o şeye muhakkak sahip olup bedenen tatmak gerekir, ama istifaza için bilfiil sahip olmaya bile gerek yoktur. Elma örneğine bir kez daha dönersek ‘istifade’ ehli ancak elmayı midesine indirmekle gıdalanır, ama ‘istifaza’ ehlinin feyiz ve gıda alması için ‘padişahın’ ikram ettiği bir elmayı görmesi hatta bilmesi dahi yeter.
Hayatlarımıza bu iki kavram arasındaki nüansın penceresinden baktığımızda nefsimizin bizi ciddi şekilde ‘istifaza’dan alıp ‘istifade’ye sürüklediğini görmenin mümkün olacağını sanıyorum. Bugün ehli dünya tek dünyalı olarak zaten dünyaya saldırırken ehl-i dinin ‘mutlu bir hayat’ projelerinde yer alan unsurlar da ehl-i dünyanınkilerden hemen hemen farksızdır. Şöyle deniz kenarında bir köşk, en azından bir kat olsa, arada bir yatla denize açılınsa, bahçedeki garajda son model bir araba bulunsa, gardrobumuz başka başka elbiselerle dolup taşsa hem çeşit çeşit yemekler ve meyvelerle dolu bir sofraya oturulsa pek de fena olmayacaktır! Oysa bu ortak ‘hayal’in ana vurgusu eşyanın ‘madde’si üzerindedir, anlamı üzerinde değil. İstifaza değil, istifade asıl olduğu için bizatihî bu şeylere sahip olunca mutlu olunacağı düşünülmektedir.
Oysa, köşklerin, bağların, bahçelerin arasından geçerken talebelerine, “Ben bu yerlerden sahiplerinden daha fazla istifade ediyorum” diyen Said Nursî’nin bu sözü bu ‘istifaza’ bağlamında son derece anlamlıdır.
Durup düşünelim. Hangimiz meselâ bir köşkün yanından geçerken bu köşke sahip olmayı, yani ‘istifade’yi düşünmek yerine “Bir kuluna köşk nasip eden, ihsan ve ikramı sonsuz bir Rab bana da isterse bu dünyada, isterse ebedî hayatta nice köşkler nasip edebilir. Böyle sonsuz bir kudret ve ihsan sahibi bir Rabbim var. Elhamdülillah” diyebiliyoruz? Böylece bizatihî o köşkte oturmadan o köşkün sahibinden bin kat fazla istifadeyi, yani istifazayı ne ölçüde başarıyoruz?
Rabbimizin şu dünyadaki nimetlerinden ‘istifaza’ içinde istifade’yi hakkıyla başaramadığımız gibi maalesef, cenneti dahi yalnız ‘istifade’ cihetiyle düşünüyoruz. Oysa Nebe Sûresi gibi cennetin tarif edildiği sûrelerde Rabbimiz oraya ‘müttaki’lerin gireceğini söylüyor ve onların durumunu tarif için ‘istifade’yi değil ‘istifaza’yı kullanıyor. Böylece ehl-i cennet olabilmenin şu dünyadaki anahtarının nimetlerden ‘istifade’ ile kalmayıp ‘istifaza’ edebilmek olduğunu ihtar ve ihsas ediyor.
İman dersleri hususan tefekkür ve tezekkür. İşte bu sırdandır ki, iki dünyamız için de hayatî derecede önemlidir.
Ne olur ‘istifazasız istifade’ler peşinde koşup aldanmayalım... İstifade peşinde istifaza talimini atlamayalım.
Metin Karabaşoğlu, Yeni Asya, 3 Mayıs 1998
--------------------------------------------------------------------------------