Fırtınanın Kapı Aralığı

Eylül’ün son günleriydi. Bakır renkli sonbahar yapraklarıyla donatılmış İnebolu dağlarını izliyorum otobüsün camından Ankara’dan gelirken. Burada, zihnimde dolaşan kelimeleri yakalayıp ruh kazandırmak için “özdeyişler” okuyordum. Kalbime, ruhuma, bütün duygularıma, hatta göz yaşlarıma kadar sinmiş olan “nûr”a karşı “özleyişlerim” vardı çünkü. İşte böyle duygularla gelmiştim İnebolu’ya.

Gelişimin daha ilk perşembesiydi. İnebolu’da geçirdiğim günlerin herhalde en garibi bugündü. İnsanlarda garip bir telaş, denizde ayrı bir hâl vardı. Çok dalgalı ve hırçındı yani. Akşam olduktan sonra içimi bambaşka, fakat ifade edemediğim duygular ve hisler kaplamaya başladı. hava bulutlu ve çok rüzgârlıydı. Dalgaların kıyıya vuruş sesi uzaktan duyulabiliyordu. Bu ses hırçın olduğu halde ruhumu dinlendiriyor, kalbimi dillendiriyordu. Çünkü o fıtrî seste Rabb’imin zikri saklıydı. ne de olsa “kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur buluyor”du.

Bu garip ama heyecanlı duygular içinde kendimi yerleşim yerinin biraz dışındaki limanda buluverdim. Ruhumu saran coşku burada korkuya dönüşmeye başladı. ama yine de dönemiyordum geriye olanca korkuma rağmen. Limanın uç kısmındaki deniz fenerini dibine vardığımda korkum göz yaşları hâlinde yanaklarımdan süzülmeye başlamıştı. Çünkü denizin orta yerindeydim sanki. Beni limana götüren ince bir yol haricinde her tarafım denizdi. Artık göz yaşlarım hıçkırıklarla karışmaya başladı, çünkü etrafımda beni duyabilecek bir tek insan bile yoktu. Denize düşsem gören olmazdı. Bu arada dalgalar büyük bir gürültüyle kayalara çarpıyor, rüzgâr benimle dalga geçer gibi hızla esiyor, deniz simsiyah bir mezar gibi bana bakıyordu. Sanki bütün mevcudâtın gözleri benim üzerimdeydi. Vücudumu bir ürperti sardı o anda. Hücrelerime kadar acizliğimi hissettim nedense. Tam o sırada Yunus (as) kıssası geldi aklıma. Her zaman hikaye gibi okuduğum birinci lem’ayı şimdi bizzat yaşıyor gibiydim. Gece karanlık deniz dalgalı ve beni duyacak kimse yok. Hâsılı sebepler sukut etmemişti ama en azından öyle görünüyordu.

Bu arada deniz iyice hırçınlaşmış, dalgalar iki üç metre boyuyla limanı dövüyordu bir suçlu gibi. “Çok garip bir gece” diye geçirdim içimden. Böylece dalgalar beni alıp götürmeden dalga kıranın olduğu yere doğru yaklaştım. Tam seçemiyordum ama yüz biraz ileride küçük bir ayakkabı boyacısı çocuk görünüyordu. Yaklaştım; bir ayağını dalga kırana yaslamış, nazarını denize vermiş olduğu bu halde kıvırcık saçları rüzgârda dalgalanıyordu efil efil.

Dalgalar dalga kırana çarpıp onun boyunun iki üç katı yüksekliğe çıkıyor, ve yere dökülüyordu. Fakat enteresandir ki boyacı çocukta hiçbir korku ve ürkeklik belirtisi yoktu. Bu tür görüntülerin hep fotoğraflarda olduğunu sanırdım. Ama şimdi karşımda canlısı vardı. Yanına yaklaşıp hafifçe omzuna dokundum. Döndüğünde ışıl ışıl gözlerinde pırlanta gibi yaşlar döküldüğünü gördüm. “hayırdır neden ağlıyorsun” dedim. Çocuk şöyle bir süzdükten sonra beni “ben bu akşam ayakkabı boyayacağım diye akşam namazının saatini geçirmişim, ona ağlıyorum. Burada ıslanmak da bunun cezası işte.” Dedi çocuk denize tekrar başını çevirerek. “peki dalgalardan korkmuyor musun?” dedim merak içinde. “ Abi onlar da ben de aynı yaratıcının hükmü altındayız. Hem her dalganın dizgini onun elinde ve her dalga onun emriyle buraya çarpar” o küçük bedenden böyle büyük sözlerin çıkması beni oldukça utandırmıştı doğrusu. Çünkü ben de bir nevî dalgaların içindeydim, hâdisâtın, başıma gelen zulümlerin, olayların dağlarvâri dalgaları içerisinde fırtınaya tutulmuş gidiyor, bir türlü kapısını aralayamıyordum iç dünyamın. Bu yüzden de tam bir mantık çerçevesinde hareket edip ubudiyet hâlini tam olarak yaşayamıyordum. Halbuki hâdiseleri de insanları da olayları da tıpkı dalgalar ve deniz gibi kudret elinde tutan Hâkim-i Ezelîydi. Sebeplere takılıp kalıyordum hep, işte o an anladım bir ayakkabı boyacısı kadar olamadığımı.

Neden sonra küçük boyacı tekrar konuşmaya başladı . “bak Abi, bu denizi böyle dalgalandıran zât, elbette ki bir zaman gelip durgunlaştıracaktır da denizi.” Dedi. o esnâda dolunayın yüzünü bulutların arasından yüzünü göstermeye başladığını, denizin durgunlaşmaya yüz tuttuğunu fark ettim. Gerçekten çok garip bir geceydi. Bu gece ki duygularımın seyli sırlı ve olaylarda tuhaf karşılaşmalar vardı. Zaman ilerledikçe sakinleşiyor ve rahatlıyordum, ne oluyordu bana? Çocuğun söyledikleri geldi aklıma, elbette zamanı çalkalayan bu dehşetli hâdiseler de duracaktı bir gün ve İslâmiyetin nuru da gökteki ay gibi parlayacaktı mutlak.

Tam ben bu düşünceler içerisindeyken boyacı çocuk çantasını alıp hızlı adımlarla ilerlemeye başladı. ben de kendimi düşüncelerden sıyırıp ona yetiştim. “hayırdır nereye gidiyorsun?” dedim soluk soluğa. Eli yüzü karalar içinde kalmış hâliyle gülümseyerek tahta kutusundan bir takvim yaprağı çıkardı ve bana uzattı sonra da yorgun adımlarla yanımdan uzaklaşmaya başladı. bense şaşkınlık içinde arkasından bakakalmıştım. Ay gökte parlıyor, deniz durgunlaşmıştı. Takvime baktım, tabii ya nasıl da unutmuştum bugün Regaip kandiliydi. Risalet semâsının “nur”lu ayı ana rahmine düşmüştü. Ve gökte ay parlıyordu...

Evren Teke


--------------------------------------------------------------------------------