Kabul Günü
Bazen hayâller, hakikatlerin gölgesi olur, bazen de basamakları. Hani namaza başlarken Kâbe’yi hayâlen nazara almakla namaz kılmaya gayret edersin ya. Başlama tekbiri için elini kulağına veya göğsüne doğru kaldırmaya başlarsın. Aradan perdeler bir bir kalkar da karalara bürünmüş “Beyt”i karşında görürsün. Kâbe-i Mükerreme; dağlar, taşlar, şehirler, ülkeler şeffaflaşmıştır artık. Kendini bir an için onun haşmetli gölgesi altında bulursun. İpekten örtüsüne dokunmak istersin.
Kainatın mânevî kalbi, bu nurlu siyah örtünün nakışlarıyla mesturdur. O siyah örtüye dokunursun ama, ama hissedemezsin nedense. O nurlu kara ipeğin yumuşaklığını duymaya çalışırsın kalbinde. Fakat hayâldir işte, bir türlü yapamazsın. Siyahlara bürünmüş o sevgili Beytin örtüsünün ilmiklerini hissetmek için çırpınır durursun. Parmakların arasından kayıp giderken siyah örtü, firâkın acısıyla kavrulur yüreğin. Ona hem nihayetsiz yakın hem de nihayetsiz uzaksındır.
İşte böyle bir anda “kadir gecesi”nde olduğunu hatırlarsın. Nihayetsiz uzaklar, bir anda “şah damarından daha yakın” oluverir. Hayâller hakikate “bir mızrak boyu” yakınlaşır veya bazen de ayn-ı hakikat olur. Daha namaza bile durmadan gözlerinden yaşlar dökülmeye başlar. Kalbinin önündeki perdeler kapanıverir ansızın. Artık seccâden ve sen baş başasınızdır. Ağlayışlarımıza sessizliğiyle mukâbele eden bir dosttur seccâde.
Bütün arzda ve semâda yaşayanların kulluklarını içine alan küllî bir ubudiyetle abd olup namaz kılarsın. Velâyetin gölgesinde durduğun namazı, risâletin izleriyle bitirirsin. Ruhunu ışıklandıran, kametin nispetinde bir büyük miracdır işte.
Namazı, bütün lâtifelerinle hissetmeye çalışarak kılmış, seni senden daha çok düşünüp seni herkesden daha çok seven Rabb’ine müteveccih olmuşsundur.
Aslında bu gün umumî bir kabul günüdür. Sultan-ı kainatın Saltanât-ı Rububiyet’ine bu özel gecede daha geniş bir lütuf ile davet edilirsin. Bütün güzel hasletlerini giyinip öyle çıkmışsındır Onun huzuruna. Tıpkı “hac” gibi...
Tesbihteki “Allahuekber” ile birlikte dua etmek için elini kaldırdığında Harem-i Şerif etrafındaki safları görürsün hayalen. Orada herkes dillerinden ve elbiselerinden soyunup “tek” elbiseye bürünüp “tek” dille konuşurlar. “beyaz” ihramlar ve dillerde “Allahuekber...” artık o ihramlılarla mekânın genişler. “tek” yürek olursun “bir” olanın huzurunda. Milyonlarca insan işini gücünü ve bağlandığı her şeyi geride, ülkesine bırakmıştır. Beyazlara bürünmüş milyonların gönlünde “tek” “bir” gaye vardır; o da “kulluk...”
Böyle ulvî düşünceler içinde belki aradan çok dakikalar geçmiştir. Dizlerin ağrımıştır belki oturmaktan. Fakat dua makamında oturmaya devam edersin. O sıla kokan mukaddes topraklardan gönlünü sıyırıp atamıyorsundur. Böylece karanlık odandan aydınlık mekanlara nurânî bir pencere açılır da nazarında ubudiyet daireleri git gide genişlemeye başlar. “hac anahtarıyla açılan Rububiyet’in küllî mertebeleri, ışıktan halkalar şeklinde kendini gösterir.
Kâbe’yi tavaf ederken binlerce hacıyla beraber, güneşin etrafında dönen gezegenleri, atom çekirdeğinin etrafında dönen elektronları görürsün. Bu gece hepsinde de bir başka hâller vardır. Binlerce hacı Arafat’ta “lebbeyk Allahümme lebbeyk” derken, küre-i arzda yaşayan bütün mahlûkatın da insana hizmet ve Rabbü’l Alemînin emrine itaat için “lebbeyk Allahümme lebbeyk” dediğini görürsün. Yine hacılar şeytan taşlamaya gittiklerinde, atılan her bir taşla kainattaki “mübâreze kanunu”nu fark edersin. Ak sakallı bir ihtiyar titrek elleriyle yerden alıp güçlükle fırlattığı taşta “sen atmadın Allah attı” ayetiyle beraber semâvâtta meleklerin, şeytanları ateşten gök taşlarıyla recm ettiğine nazar edersin. Bu hayâl dürbünüyle nazarına görünen Ulûhiyet’in haşmetli afâkı, kalbine ve aklına ubudiyet devrelerini, kibriyânın mertebelerini gösterir de Rabbü’l Alemînin bütün kainattaki Hâkimiyetinin vüs’atinden, genişliğinden hararet, hayret ve göz yaşları içerisinde o kudrete secde edersin. Ve “hiçbir canlı yoktur ki, Allah onu alnından tutup kudretine boyun eğdirmiş olmasın” ayetini hatırlarsın. Bununla birlikte galeyâna gelen hislerini ancak “Allahuekber” demekle teskin olabilir, sükûnete kavuşturabilirsin.
Hıçkıra hıçkıra ağlarsın odanda, kimsecikler görmez seni.
mevsim sonbaharı geçmiştir. Yapraklar hâlâ sarı, sokaklar sarı, yüzler sarıdır. Ama sen küçücük odanda kainat genişliğinde, yemyeşil bir baharı yaşarsın. Mescid-i Nebevî’nin kubbesinin yeşilidir çünkü bu. “Ruhuna” “Medine rüzgârı” eser, hayır hayır “ruhunda” eser. Tâ içinde hissedersin. Karnlar ve asırlar ötesinden, asr-ı saadetten birden o, çıkıp geliverir. “ümmetim” sedâsı yankılanır kalbinde.. gül kokusunu duyuyorsundur. Hemen arkandadır işte, hemen arkanda. Omzuna dokunur müşfik eliyle. Peygamber eli hiç değmemiştir omzuna. Heyecanlanırsın. Arkana bakmaya cesaret edemezsin bir türlü. Kalabalıktır etrafı, meleklerin kanat seslerini duyarsın. Belki de “Dıhye” sûretinde cebrail(as) de vardır yanında. Belki de seni ziyarete gelmiştir Fahr-i Kainat(asm). Yıllardır bütün benliğini kaplayan bir hasretle “ya şimdi giderse “dersin. Bütün varlığını yere serip büyük bir ümitle arkana bakarsın. Bir anda duyguların cam gibi kırılır da ağlamaya başlarsın. Çünkü karşında, sallanan eski bir “Kâbe” resminden başka bir şey yoktur. Hayalin hakikate yakınlığını kalbinin en kuytu köşelerinde hissedersin.
Başın yerde kalbin gökte ayağa kalkarken Rabb’ine Ona ümmet olabilmeyi nasip eylediği için şükredersin,garip, yetim, bîçare...
Evren Teke, Yeni Asya
--------------------------------------------------------------------------------