PLAJ ÇİÇEKLERİ VE ZAKKUM AĞACI

Bir Cuma sabahıydı. Evde zahiren heyecanlı, sevinçli, meraklı, fakat hakikatte ise ufunetli, kokuşmuş, dehşetli bir telaş yaşanıyordu. Bu olayların birisi kabukta diğeri özdeydi, biri bedende biri ruhtaydı, biri nefiste biri kalpteydi yaşanan telaş hallerinin. Eksikler giderilmiş bedenler pazara çıkarılıyordu. Aşağılık, süflî ruhlu insanların çirkin nazarlarında sergilenecekti kısacası bir hafta boyunca. Bir emanet olarak kısa bir süre O’nun yolunda kullanılmak için verilen vücut nimeti ve sûret güzelliği, Sahib-i Hakikisine değil de, sahibine isyan eden şeytana teslim ediliyordu. Meta olarak gezilecekti bir hafta boyunca. Ne kadar çirkin bir pazarlıktı bu. Bir hafta his ve hevâsına esir olup, ahiretin güzel nimetlerini göz ardı ederek, kendini nâmahreme beğendirmeye çalışmak gibi bir tuzağın içerisine çekiliyordu nefisler “farkında olmadan.” Bu kadar aşağılık olabilir miydi insanoğlu.

Annesi deniz kıyısına tatile gidiyordu Hüseyin’in. Aslında cehenneme odun toplamaya gidiyordu. Bu yüzden de “dünyada ve ahirette yanmanın yolu plajlardan geçiyordu.” Ne kadar üzücü bir garipliktir ki; evlâdını bilmeyerek dünyevîlik ateşine atıp, ebedî helâketini hazırlayan analar olduğu gibi, annesini istemeyerek de olsa ebedî cehenneme müstehak kılacak manevî cehennem olan deniz kenarlarına gönderen evlâtlar da vardı dünya üzerinde.

Bütün hazırlıklar tamamlanmak üzereydi artık. Otobüsün kalkış saati gitgide yaklaşıyordu. Yelkovan akrebi sanki bağlamış gibiydi, zaman geçmiyordu bir türlü. Hüseyin sıkıldıkça sıkılıyordu, çünkü elinden bir şey gelmiyordu. Annesinin gözleri dünyaya takılıp kalmıştı bir kere. Zaten büyük olmanın ve anneliğin verdiği şiddetli bir enaniyetle evlâdının, çaresizlik ve ümit arası yaptığı küçük hatırlatmalara, ikazlara kulak asmıyor, kızıyor, bağırıyor, çağırıyordu. Ne de olsa oğlunun yaptığı hatırlatmalar nefsine çok ağır geliyor, bundan dolayı da inkâr ve kabirde başına gelebilecek olan dehşeti görmemezlikten gelmeye çalışıyordu. Evlâdına karşı sevgisi ve şefkati o kadar aşırıydı ki; fani ve ona emanet olan oğlu, onun dediğini yapamayınca, ve buna iman hizmetinden dolayı sevgisine tam karşılık verememesi de eklenince evlâdına beddua edebilecek hâle gelebiliyordu annesi. “Bana sen mi öğüt vereceksin, bana babalık yapma” diyebilecek kadar duygularının ve imanî zaafiyetinin eline düşebiliyordu. O kadar ki “hepiniz yalancısınız, hiç birinize güvenmiyorum”diyordu ailesine karşı. Halbuki o insanlar onun hep iyiliğini istiyordu. Kendi vesveselerinin içinde boğulup gidiyordu böylece. Evde kendini oynatılan bir çocuk gibi hissediyordu. Artık oğlunun ona göre delice ve garip davranışlarına katlanamıyordu. Bunların hepsi dinini dünyaya bilmeyerek veya bilerek satmaktan kaynaklanıyordu. Halbuki şu ıslah edemediği evladını bir Kadîr-i Rahîm’in mülkü bilseydi. Mülkü sahibine teslim etseydi yani. O mülkünde istediği gibi tasarruf eder, istediği yöne yönlendirirdi evlâdını. İşte o ana, Rabb’ine güvenmediği için çekiyordu bütün bu evlâdından mukabele görememe ve ayrılık acısını. Çünkü ana- oğul farklı dünyalar için çalışıyordu. Her neyse... bu hamur daha çook su götürürdü.

Hüseyin’in iç dünyasında annesine karşı sitemler yükseliyor, çekip de gidecek olandan fazla geride kalan tükeniyordu. “ne olur gitme anacığım” diyordu kalbi ve tüm duyguları. Kopan bir düğme gibi yitirmek istemiyordu anacığını. Maalesef kalbin kapıları mânevî aleme kapanınca, hakikatler de tesir etmiyordu o noktadan sonra.

Nur talebesiydi Hüseyin, ya da olmaya çalışıyordu. Üniversiteyi terk etmişti mezuniyet sınavına bir gün kala. Kader ona okul ile ezelden edebi kucaklayan bu dava arasında seçim yaptırmıştı. Ve o bütün varlığıyla fani olmuştu Risâle-i Nur’da.

Gün olurdu ki dershanede kaldığı zamanlarda, arkadaşlarının annelerı arardı telefon ile. Uzaklardan dua ederdi oğulları için. İman, Kur’ân davasında dua ederlerdi evlatlarına. Bu hizmette anne duasının çok büyük manevî koruyuculuğu vardı. Ama Hüseyin bunlardan mahrumdu, mahzun bir yetimdi o dualardan. Ne zaman o neş’e ve dua dolu telefonları duysa, o konuşmalara rast gelse dayanamaz bir köşeye çekilir, ağlardı. Gariplik, kimsesizlik sarardı kalbini bir anda. “Ama olsun “dedi. “Kader bu ne yapalım.” Mânen yetiştiriyordu kader Hüseyin’i. Daha büyük sınavlar için hazırlıyordu onu. Sonuçta Rabb’isinin verdiği her şey ya bizzat ya da sonuç itibariyle hayırdı. Belki soğuk yalnız gecelerde Onunla beraber Risâle okuyup, mânevî alemlerde kanat çırpamıyordu. Veya sıcak yaz günlerinde hâdisâtın içinde boğuşup Kur’ân’a hizmet etmeye çalışırken bir kâbe rüzgârı gibi hissedemedi kalbinde annesinin şefkatli duasını. Olsun anaydı işte ya, iyisiyle kötüsüyle kabul etmek zorundaydı. Belki annesi çok sevdiği Üstadından nefret ediyor, hatta deccale karşı aşırı sevgi besliyordu. Fakat buna dayanamıyordu Hüseyin. Ruhunun delik deşik edildiğini hissediyordu zalimcesine. Çünkü fetvayı Peygamberi vermişti; “Mehdiyi tanımayanın imanı reddolunur”du. Ve Sahabe sormuştu “neden reddolunur?” diye. Peygamber cevap veriyordu; mehdiyi tanımayan deccale taraftar olur” işte bu yüzdendi üzüntüsü. Zaten annesinin dünyası berbat olmuştu çektiği sıkıntılardan, bir de ahireti yanarsa yüreği kaldıramazdı Hüseyin’in. annesinin ateşte yanmasına razı değildi.

Hüseyin bu düşüncelerle boğuşurken yolculuk vakti iyice yaklaşmıştı. bavulları taşırken elleri titriyordu Hüseyin’in. Dermansız kalmıştı kolları iyice. Bir ümit ışığı aradı beyninin derinliklerinde çaresizce. O esnada yine Peygamberi gelmişti aklına. Yine o nûr-u nebevî sarmıştı iç dünyasını. O Resûl de amcasının imansız gitmesinin üzüntüsünü yaşamıştı derin acılarla. Fakat Rahîm-i Kerîm Habibinin hassas kalbini üzüntülere boğmamak ve daha bir çok hikmetlerden dolayı amcasının resûlüne şiddetli muhabbetinin hatırına belki amcası için cehennemde hususi bir cennet yaratmıştı. Bunun gibi Risale-i nur da Peygamber Efendimizin varisi ve mânen beşinci halifelik görevi gibi nice büyük vazifelerle donatılmıştı. Hüseyin de adetâ Risâle-i Nur’da fani olmuştu, onu yansıtmaya çalışıyordu. Annesinin de Hüseyin’e olan aşırı şefkatinden dolayı belki buna benzer bir şey nasip olabilirdi ona.

O sırada hazırlıklar tamamlanmış ve evden çıkılmıştı. Taksiye binilip terminale gelindi. Hüseyin bavulları otobüse koydurmuş ve artık birkaç dakika kalmıştı otobüsün hareketine. Yaklaştı ve anasının elinden öptü. Hep örtülü görmek istediği açık saçları Hüseyin’in omuzlarına değiyordu. Makyajla kaplı yanaklarından öptü annesinin sonra. Tam dönüp giderken annesi; “kendine iyi bak oğul, beni düşünme” dediğinde Hüseyin’in iç dünyası bir anda yıkılıvermişti. Giden otobüsün ardından bakakalırken Hüseyin, birkaç cümle döküldü dudaklarından göz yaşları içerisinde;

Ana, sen hiç seyrettin mi fecir vaktinde parlayan ay’ı? Sen hiç üşüdün mü sabah namazlarında abdest alırken? Ezan vaktinde peygamberî rüyalarla uyandın mı hiç? Bana rüyalarını satar mısın ana? İsimsiz nurlu bir göz yaşı olur musun yanaklarımda? Ah anam! Senin dudaklarına deniz suyu dokunurken, yakarken güneş, hafif ihtiyarlamış yüz hatlarını. Benim de kalbimi cehennemin zakkumu sarıp, gönlümü günahın yakıcı ateşi kavuracak. Ne olacak canım alt tarafı bir yanımı alıp götürdün işte. Alt tarafı gönlümün hatıra defterini karaladın gittin. Ana, cân ana, yârân ana; derdime derman olamadın bu sefer, yıllardır acılar sardı şu çocuk kalbimi. Bilir misin acı nasıl koyar adam yüreğine. Anacığım; bir gün gelir de toprak olursam dünyevî acılardan kurtulup ve mezarıma titrek ve buruşmuş ellerinle beyaz bir gül dikersen göz yaşlarım yaprağında, yaprağında çiğ tanesidir...


Evren Teke


--------------------------------------------------------------------------------