MUHAFAZAKÂRLIĞIN MANALANDIRDIĞI MODERNLİK

Prof. Nilüfer GÖLE


Türkiye’de yaşayan bizler son yirmi senedir bir sarsıntıya tutulduk. Çağı yakalamak ile kendimizi tanımak arzusu arasında gidip geliyor, hırs, öfke ve heyecan arasında dalgalanıyor, dünya ile ruhumuz arasında kendimize el yordamıyla bir yol açmaya çalışıyoruz. Henüz resmedilmemiş kimliğimiz, netleşmemiş desenimiz üzerine kavga veriyoruz.

Sarsıntı dışarıdan içeriye doğru, zahiriden batıniye doğru bir yol izlemekte. Önce çağ atlamak üzere para yapmanın iktidarına, tüketmenin hazzına, köşe kapmanın çekiciliğine inandık. Sonra kendimizi tanımlarken, Kürt–Türk, Alevî–Sünnî, laik–Müslüman kimliklerimizi kendimize siper ederek kılıç kuşandık. Ekonominin tüketici bayağılaştırıcılığında, siyasetin gündelik kavgacılığında giderek kendimiz ile dünya arasındaki bağ kurulamayacakmış gibi geldi. Ya kendimiz olacaktık, ya çağa ayak uyduracaktık. Biri diğerinden koptukça, biz de birbirimizden ve dünyadan kopuyorduk. Kendimiz oldukça, öteki gözümüzde düşmanlaşıyor, küskünlükler, kavgalar artıyordu. Komplo teorileri, hamasi delikanlı ataklığı düşüncenin önünü kesiyordu, şiddete yol veriyordu. Kendimizi kaybettiren çağdan geri kalmama arzusu ise bizi modernliğin tüketicileri, kültürün alıcı antenleri haline dönüştürüyordu. Bir tarafta zembereği boşanmışçasına tüketmek, eğlenmek, gününü gün etmek isteyen modernizmin müşterisi bir Türkiye, diğer tarafta kendini tanımlamakta zorlandıkça, çağa cephe alan, modernlikle arası açılan Türkiye.

Burda bir parantez açıp, her sınıftan Türkler’in, her durumda birbirlerine nisbet yaparcasına göbek atmaları olgusunu gözlem dağarcığımıza alabiliriz. Göbek atmak bir yandan modernliğin özgürleştirici, hafifleştirici etkisini (artık kadın erkek karşılıklı atmaktadır), diğer yandan alaturkalığın cumhuriyet Batıcılığı karşısındaki meydan okumasını dile getirmektedir. Hatırlayacaksınız, Nesli Çölgeçen’in filmi “Selamsız Bandosu”nda cumhurbaşkanının treninin kendi köylerinde duracağına inanan köylüler bir bando (cumhuriyet Batıcılığının simgesi) kurarak hazırlık yaparlar. Ancak tren kendi köylerinde durmadan geçecektir. Türkler trenin arkasından bir müddet şaşkınlık ve hayal kırıklığı ile baktıktan sonra karşılıklı göbek atmaya başlayacaklardır. Alaturkalık ile modernlik arasında zihinsel düzeyde kurulamayan bağ, ancak bedensel arzuların dilinde ifadesini bulacaktır. Bu da ister istemez sanatsal tutkudan, bilgisel estetikten uzak, yaratıcılıktan yoksun, küçük kurnazlıkların, yılışık hazların, üretimsiz paranın dünyasını aksettirecektir.

Türkiye geçmişiyle geleceği, gelenek ile modernlik, kendisiyle dünya arasındaki ilintileri kuramadıkça, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin deyişiyle bunlar arasındaki “metafizik gerilimi” tutamadıkça, taşkınlıklaşmaktadır; şiddet ve göbek atmaya başvurma bunun bir tezahürüdür. Fethullah Gülen’in düşüncesi bireyin tanımında tevazuyu, toplumsal dokuda muhafazakârlığı, medeniyet kurulmasında da İslâm’ı cazip kılmaktadır. Geleneksel bastırılmışlık ile modern taşkınlık arasında örselenmiş bireye Allah’la münasebetini kaybetmemiş insanların tevazu ve hoşgörüsünü örneklemektedir. Batı bireyinin akılcı küstahlığı ve yalnızlığı karşısında, imanı ve marifeti “kalb kültüründe” birleştiren, “muhabbet” insanlarını müjdeleyerek yeni bir özgüven kapısı açmaktadır.

Geleceğe açılacak ümit kapısı ise geçmişe hayatiyet kazandırarak mümkün olacaktır. Batılılaşmanın dışladığı geçmiş, gelenek ve modernlik arasındaki devamlılık zinciri, yeniden muhafazakârlığın ışığında onarılması istenmektedir. Geçmiş, durağan bir tarih, “etnoğrafik bir müze olmaktan” çıkarılıp, bugüne ve yarına uzanan, bir esin kaynağı olarak yeniden canlandırılmaktadır.

İslâmî muhafazakârlık yeni bir medeniyet tasavvurunun sacayaklarını oluşturmaktadır. Fethullah Gülen öğretisi Batı modernliğini İslâmî muhafazakârlıkta sınamakta, mânâlandırmakta, daha ötesi modernliği Batı’nın malı olmaktan çıkartmak istemektedir. Medeniyet ile Batıcılığın özdeşleştiği, tevazu ile bireyciliğin zıtlaştığı, muhafazakârlık ile modernliğin çatıştığı değerler silsilesini altüst etmektedir. “Kalbden”, “enfüsten” medeniyete giden yolun rehberliğini yapmaktadır. Modernliği tanımlayacak olan, medeniyeti kuracak olan, “kendi inanç kökü etrafında” bilim, sanat, estetiğin yeniden mayalanmasıdır.

Fethullah Hoca hareketi hem modernist hem İslâmcı, tüm silbaştancı düşüncelerden ayrılmaktadır. Devletin (devletsizlik bir kargaşadır) ve demokrasinin (ki bir süreç olarak görülmektedir) meşruiyetini sorgulamayarak sistem karşıtı İslâmcı hareketlerden ayrışmaktadır. Böylelikle sistem karşıtı hareketlerin düşman belirleme çabasından içerik fakirleşmesine düşmemektedir. Tam tersine tepkisellikten, çatışmacı, gençlik hastalıklarından uzak, Müslüman öznenin doğuşunu ve medeniyet iddiasını dingin bir biçimde dile getirmekte ve kendi seçkinlerini oluşturmaktadır. Türkiye’de ilk defa muhafazakâr düşünce ile siyasî liberal hoşgörünün derin bir terkibine şahit oluyoruz. Rahmetli Turgut Özal’ın pragmatik bir düzeyde ele almak istediği sentez –ama ne yazık ki ahlakın piyasa liberalizmine yenik düştüğü bir dönemden sonra–, dinî, felsefî ve elitist boyutlarıyla yeniden bize kapısını açıyor.

Geleceğe ait bir desenin, bir terkibin ortaya çıkabilmesi, kendimizin yeniden tanımlanırken aynı zamanda düşünsel atılımın birleştirici, ortaklayıcı gücüne de bağlıdır. Akılda üç kesime ilişkin üç soru kalmaktadır. Kadınlar, Kürtler ve Alevîler, Türkiye’nin kendini yeniden tanımlamasına iştirak etmekte, deseninde yeralmak istemektedirler. Muhafazakâr düşünce toplumsal eşitlikten çok, hiyerarşiler, “itaat” üzerine dayanır. Kadın–erkek ilişkileri nasıl tasavvur edilmektedir? Hepimiz insanız fikrinin ötesinde, kadınlara nasıl bir görünürlük sunulmaktadır. Kadınlar kendilerini seslendirebilmektedirler mi? Türk–İslâm sentezini uyaran bu düşünce Kürtler’i nasıl tanımlamaktadır? ‘Türkiye’nin başarısı hepimizin rüyasıdır’ diyerekten, Kürtler’in rüyaları yok mudur varsayacağız?.. Sünnî İslâm ile Alevîlik arasında nasıl bir gönül birliği yaratılacaktır? Bu sorulara vereceğimiz cevaplar muhafazakârlığın tutuculuğa, devletçiliğe, resmiyetçiliğe dönüşmemesinin de bir kanıtı olacaktır.

Yakalandığımız sarsıntının sık sık yüksek ateş yapan, bizi sayıklatan bir sıtma nöbeti değil de, “dünyanın kapılarını muhabbetle zorlatacak bir aşk hastalığı olduğuna” inanarak, aklımızı ve kalbimizi yeniden yokluyoruz.