Modernleşmenin genel karakteri
Kabaca II. Mahmut döneminde başladığını söyleyebileceğimiz Osmanlı ve onu takip eden Cumhuriyet modernleşmesi, büyük ölçüde birbirinin devamı ve tamamlayıcısı mahiyetindedir.
İkinci Mahmud döneminde, ‘ıslahat’ adına Yeniçeri’nin lâğvedilip Asakir-i Mansure-i Muham*mediye isimli bir ordunun kurulması, ilk Tıbbiye mektebinin, rüşdiyelerin, Mekteb-i Ulûm-ı Edebiyye, Mekteb-i Maarif-i İlmiyye ve Guraba mektep*lerinin açılması, ilk öğrenim mecburiyeti konması, Avrupa’ya çok miktarda talebe gönderilip, Tıbbi*ye’de öğretimin Fransızca olarak kabul edilmesi gibi teşebbüslere girişildi. Bütün bu yapılanların, sağlam bir teşhis sonucu başvurulan gerçekçi tedavi yöntemleri olup olmadığı veya ne ölçüde böyle olduğu bir yana, bu dönemde devlet ve saray teşkilâtında, yaşayış tarzında, kılık ve kıyafette değişiklikler meydana gelmiş, saray teşkilât, teşrifat ve tefrişatı (döşemesi) Avrupa saraylarına göre yeniden tanzim edilmiş, sarığın yerini fes, şalvarın yerini pantolon almıştır. Yine bu dönemde, Padişahın resmî yerlerde şarap içilmesine müsaade ettiğini, res*mini büyük merasimlerle resmî dairelere astırdı*ğını ve ecnebilerle sıkı temaslarda bulunduğunu da görüyoruz. Adolphus Slade isimli, Müşavir Paşa unvanıyla donanmada hizmet gören bir batılı, II. Mahmud’un ıslahat hareketleriyle ilgili olarak şu dikkat çekici yorumda bulunur. “Memleketini yeniden ihya edeceğini söyleyen ve bu hususta devlete misal teşkil etmek mecburiyetinde olan bir şefin, medeniyet hikmetlerini öğretecek yer*de, sarayında üniformalı uşaklar kullanmak gibi teferruatla meşgul olması, Türkiye’de büyük bir ihtiyaca cevap olmak üzere meydana getirilen ıslahatın mahiyeti hakkında bana daha ilk nazarda bir fikir vermek için kâfi gelmişti... Frenkler, camiye gitmeği ihmal ettiği, şarap içtiği, çizme giydiği, Hıristiyanlara ziyafet verdiği, alkışlarına karşı mültefit davrandığı ve bilhassa nakiselerini (eksikliklerini) aynen taklit ettiği için onu methetmektedirler... Hülâsa Mahmut, bırakması lâzım geldiği yerden işe başlamıştır” (Turhan 1969: 236).
Bu noktada, Cumhuriyet modernizminin, Osmanlı modernizminden farklı bir yol ve yöntem izlediğini söylemek zordur. Cumhuriyet modernizmi, millî veya yeni ifadesiyle ulus devlet ve Türkçülük temelinde, dinin ve toplumda dinî dayanışmanın yerine milliyetçiliğe, düşüncede pozitivizme, yönetimde lâikliğe, hayat anlayışında sekülerizme (dünyevîlik) dayanır. Bu genel çerçeve içinde İslâm’ın yerine, Türk tarihinin daha çok İslâm öncesi dönemlere dayanan unsurlarıyla milliyetçilik ve çok uluslu, çok dilli, çok cemaatli Osmanlı Devleti ve toplumunun yerine ise, üniter bir ulusal devlet ve üniter bir Türk toplumu oturtulmaya çalışılmış; İslâm’a dayalı Osmanlılık geçmişi, en azından ilk dönemlerde yeni sistemi oturtma adına belli ölçülerde reddedilip, yeni oluşturulmaya çalışılan kültür, dile varıncaya kadar bu geçmişten arındırılmaya çalışılırken, Türkiye sınırları içindeki bütün Müslüman veya Müslüman varsayılan unsurlar Türk; Rum, Yahudi, Ermeni gibi gayr-ı Müslim unsurlar ise azınlık cemaatleri olarak görülmüştür.
Yaşantı olarak, Cumhuriyet idaresinde modernizmi benimseyenler, onu zahirî bir Batılılaşma olarak algıladılar. Bu çerçevede seküler milliyetçilik modern ve Batılı, aynı zamanda ulus-devlet projesi içinde, buna karşılık İslâm’a ait, bilhassa düşünceye ve hayata müteallik her şey ise gerici, Doğulu ve dolayısıyla modernleşmeye karşı olarak takdim edildi ve özellikle devletin müdahil bulunduğu sosyal alan İslâm’a mümkün olduğunca kapalı tutuldu. Yeni Türkiye’nin şekillenmesinde Batı ve Batılı görünen her şey bu şekilde âdeta kutsanırken, çok ilginç bir şekilde, (Kurtuluş Savaşı, yeni Türkiye’ye bağımsız bir ülke ve ulus-devlet karakteri verme adına, ayrıca yeni yapıyı meşrulaştırma maksadıyla bol bol kullanıldı ve) bu defa Batı, emperyalizmin merkezi olarak gösterildi (Atasoy 1996). Bununla birlikte, yine ilginç bir nokta olarak, Cumhuriyet modernizmi, dış politikada bütünüyle Batı’ya yaslandı. Bu politikanın gereği olarak, meselâ 1935 yılında Kudüs’te toplanan İslâm kongresine katılma adına yapılan daveti Dış İşleri şöyle karşılıyordu: “Kudüs’te, oranın müftüsü tarafından şurada-burada kendisine iltihak eden arkadaşlar ile akdine teşebbüs edilen İslâm kongresinin mahiyeti, ilan olunan mahiyetine göre şeriatçıdır. Hariciyemiz haber alır almaz derhal alâkadar devletlerle temasta kusur etmedi. Bilhassa bir Hilâfet meselesinin hiç bir suretle mevzubahis olmayacağı ve büyük Britanya İmparatorluğu’nun bu kongreyi asla himaye ve teşvik etmediği, milliyetleri terakki yolundan alıkoymaya çalışan böyle teşebbüslerle Cumhuriyet Türkiyesinin bir alâkası olamayacağı tabiidir” (T. Rüştü Aras, “Lozanın İzlerinde”, nakl: Sebil, S: 22). Zaman zaman, Fransa’ya karşı verdiği bağımsızlık savaşında Cezayir’e, 1952’de Birleşmiş Milletler’de desteğini esirgeyecek ölçüde tek yönlülük arz eden bu politikayı en iyi ifade edenlerden biri İhsan Sabri Çağlayangil olmuştur: “Türkiye’nin Batı’ya yönelik siyaseti, tarihinin, coğrafyasının ve büyük lideri Atatürk’ün mirası olan bir siyasettir. Bunun değişmesi için çok önemli sebepler lâzım. Ben diyorum ki, Türkiye’nin gerek ihtiyarıyla, gerek rızasıyla, gerekse hissî sebeplerle Batı’dan ilişkisini kesebileceğine inanmıyorum. Yani, benden dünya yıkılır, Türkiye yerini bulur, falan gibi bir cevap beklemeyiniz. Benim öyle geniş hayalli cevaplar vermeğe ne takatim, ne de niyetim var! Türkiye, siyasetini çizmiştir” (Sebil, S: 102).
Cumhuriyet modernizmi, İslâm’ı yönetimden ve büyük ölçüde sosyal hayattan dışlama dışında, Osmanlı modernizminden farklı olmadı. Cumhuriyet eliti de modernleşmeyi, büyük ölçüde Osmanlı eliti gibi anladı. Meselâ, 1925 yılında Anadolu’yu gezen İngiliz maslahatgüzarı Edmons, İngiliz Dışişleri Bakanı Henderson’a çektiği telgrafta şöyle diyordu:
Medeniyet, Türkiye’de hem yerli halk, hem de resmî görevliler için aynı manâyı ifade ediyor. Bu kelime, her iki grup için de dekolte elbise, içki, dans, kravat, yüksek topuklu ayakkabı, zenginler için gece elbisesi, hava kurumuna üyelik, futbol, en son yazılan romanlar ve diplomatik skandallardan bahsetmek ve Avrupa mobilyalarıyla dolu salonlarda ‘alafranga’ yemek yemek anlamına geliyor... (Yol, 25 Şubat 1977).
Kenyalı profesör Ali Mazruî, Osmanlı ve Cumhuriyet modernizmi dahil, İslâm dünyasındaki modernleşme hareketlerinin, bu dünyada halâ görülen keşmekeşlikteki tayin edici etkisini 4 madde halinde çok güzel ifade eder:
1. Sanayileşme olmadan kentleşme,
2. Üretime dönük insan gücü yetiştirmeden sözlü (ezbere dayalı) eğitim,
3. Bilimselleşme olmadan sekülerleşme (bilimin yükselişi olmadan dinin çöküşü),
4. Kapitalist disiplin olmadan kapitalist tamah. (Fuller ve Lesser, 1996: 33)
Gerçekten de, 1838 Ticaret Anlaşması ve Tanzimat’la yeni bir merhaleye girip hızlanan ve sonuçta Devlet-i Âliye’nin tarihe karışmasında önemli faktörlerden birini teşkil eden Osmanlı modernleşmesi, Osmanlı toplum yapısı gibi, ekonomisini de çökertmiştir.
Batı’nın güçlü devletleri, Osmanlı ıslahat hareketlerinin Osmanlı Devleti’ndeki tesiri hususunda pek tabiî olarak kendi menfaatlerini ön planda tutmuş ve bu hareketlerin Osmanlı Devleti için diriltici bir etki yapmaması adına üzerlerine düşeni yerine getirmekten geri kalmamışlardır. Meselâ, ıslahat hareketlerinin olumsuz noktalarına yukarıda kısaca temas ettiğimiz II. Mahmut döneminde Yeniçeriliğin kaldırılmasından hemen sonra İngiliz, Fransız ve Rus filoları Navarin’de Türk donanmasını yok etmiş (1827); Balkanlardan inen Rus ordusu, Edirne’yi alıp, İstanbul’a doğru ilerlemeye başlamış (1829); Fransız ve İngilizlerin teşvikiyle, Kavalalı Mehmet Ali, devlete baş kaldırarak, Kütahya’yı ele geçirmiş ve İstanbul’u tehdit etmeye durmuş, bunun üzerine Sultan II. Mahmut, Rus ordusunun ve savaş gemilerinin yardımını istemek zorunda kalmıştır (1833).