BİR BİLİM OLARAK SOSYAL TEORİ
Mehmet E. ERGENE
Günümüzde pek çok toplumda, otorite yanlısı sayısız eğilim bulunmak*tadır. Bunlar tek biçimci ve aşırı merkeziyetçi eğilimler olarak, toplumun tüm katmanlarıyla bürokratikleşmesini ve bütün sivil alanların devletleştirilmesini öngörmektedirler. Modern çağdaş toplum paradigmaları, bu otoriter eğilimleri besleyen siyasi ve iktisadi istikrarsızlıkların temel kaynaklarından birisidir. Elbette otoriter eğilimler yalnızca siyasi ve ekonomik şartların ürünü değil*dirler. Belli bakış açılarının tercih edildiği sosya-kültürel bir dönüşüm sözko*nusudur aynı zamanda. Birbirleriyle rekabet ha*linde olan siyasal teorileri, bu teorilerin dayandırıldığı farklı insan anlayışlarıyla açıklamaya kalkıştığımızda şematik olarak büyük bir kolaylık elde ederiz. Ancak sosyal ve sivil hareketleri irde*lerken, belki yüzeysel bir mantıkla oldukça detay sayılabilecek bir tutum ve olgu bile bazen yargılarımızın oturduğu zemini sağlam*laştırması bakımından gereklilik arz eder. Yani böylelikle ancak şematik çözümlemelerin getirdiği genel ve indirgemeci sonuçlar*dan (bakış açılarından) kurtulabiliriz.
Modern devletin tüm biçimleri -kapitalist, sosyalist, liberal- yalnızca belli bir insan ve toplum anlayışını kuramlarına temel aldığından bir dünya görüşü ve anlayış meselesi, olarak her sosyal hareketi aşırı bir biçimde keyfileştirmekten kurtulamamıştır. Keyfileştirmenin en temel araçları da işte bu şematik çözümlemeler ve indirgemeci bakış açıları*dır.
Siyasi ve sosyal eğilim ve hareketler bir yana, bu hareketleri çözümlemek için kurulan sosyal bilimler bile başlangıçta bir bilim olarak bu indirgemeci bakış açılarından beslenmiştir. Belli başlı düşünce biçimlerini tanımlamak ve bunların kaçınılmaz toplumsal sonuçlarını sorgulayarak eleştirel bir değerlen*dirme yapmak amacıyla yola çıkmış olsa da sosyal bilim mantığı, bu modern devlet biçimlerinin üretildiği sanayi toplum formlarında neş’et ettiği için aşırı derecede Avrupa-merkezci olarak yapılan*mıştır. 1,5 yüzyıldır literatüre hakim olan toplumsal yorumlarda bunu açıkça görmek mümkündür. 19. yüzyıl boyunca dünya sosyal biliminin yapısı ikili bir süreç izledi; Avrupa ve Kuzey Amerika’yı incelemek için ayrı, dünyanın geri kalan toplum formlarını incelemek için de ayrı bir teori ve disiplin inşa etti. Sosyoloji, ileri toplumları analiz ederken, geri toplumları da Antropoloji inceliyordu. Şarkiyatçılık, 19. yüzyıla özgü gelişen sosyal bilim kavramının en temel siyasi sonuçlarından birisiydi. En geniş ifadesiyle, dünyanın “geri kalmış, barbar” toplumlarını, siyasi, sosyal ve kültürel açıdan analiz etmeyi amaçlıyordu. An*cak bu analizin amacı, daha ziyade ilerlemiş emperyal devletlere, üçüncü dünyanın egzotik toplum*larını sömürmek için siyasi ve bilimsel kanıtlar sunmaktı.
Klasik sosyal bilimin böyle bir sömürüye hizmet etmesi, pek çok sosyal bilimciyi rahatsız eder. 1945’lerden sonra sosyoloji daha kuşatıcı bir iddia taşır. Klasik oryantalizmin tüm siyasi ve ideolojik retoriklerinden sıyrılma gayretine girer. Sosyal bilim mantığını böyle bir revizyona mecbur eden yalnızca siyasi ve ideolojik nedenler değildir. Belki bunlardan da önemlisi, yeni iletişim ağları ve enformasyon teknolojisinin tahrik ettiği yeni toplumsal biçimleri okumada klasik sosyal bilimin analiz metod*larının yetersiz kaldığı gerçeği. O derecede ki, sanayi sonrası toplum formlarını analiz etmek için kurulmasına rağmen çeyrek yüzyılda, Batı toplumlarının maruz kaldığı sosyal değişmeleri dahi sağlıklı okuyamaz hale geldi. Bu durum sosyal analizcileri, yeni toplumsal dönüşümleri ve örgütlenme biçimlerini okuyabile*cek yeni yeni kavramsal kalıplar bulma arayışına sevk etti. Klasik sosyal bilimin Avrupa-merkezci karakteri, önceki sosyal teorilerin ideolojik pozisyonlarına teorik ve siyasi açıdan bir güven veri*yordu şüphesiz. Ama bu aşırı kendine güven, sosyal analiz metod*larını giderek yeni toplumsal hareketler ve değişimler karşı*sında körleştirdi. Toplumsal yapıdaki bu yeni yüzler ve sosyal desenler ya bütünüyle algılanamaz veya mevcut ve hakim (resmi) ideolojinin kalıplarından birine indirgenerek okunur hale geldi.
Sosyal bilim son çeyrek yüzyılda işte bu ideolojik kalıplarını aşma girişimlerine sahne oldu. Hem yeni toplumsal dönüşümler karşısında geliştirdiği kavramsal çerçevenin ve okuma biçimlerinin yetersizliğini gördü, hem de sanayi son*rası modern toplumların tek düzeyde gelişme*diğini, dünyanın farklı yerlerinde, farklı modernliklerin gelişebildiğini müşahede etti. Ancak yine de ifade etmek gerekir ki, bugün yeni sosyal bilim teorileri adı altında gelişen temel bilim, giderek bu Avrupa merkezci karakterini terk etmekte ve tarihsel kökenlerine ve gelişim süreçlerine yönelik ciddi eleştirel bir tutum sergilemekte ise de, modern toplumsal paradigmalar hala belli ölçüde Avrupa merkezci imalar taşımaktadır.