Sayfa 2/2 İlkİlk 12
17 sonuçtan 11 ile 17 arası

Konu: Tarihi Arka Zemin

  1. #11
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Tarihî arka zemin

    Modernleşmenin genel karakteri

    Kabaca II. Mahmut döneminde başladığını söyleyebileceğimiz Osmanlı ve onu takip eden Cumhuriyet modernleşmesi, büyük ölçüde birbirinin devamı ve tamamlayıcısı mahiyetindedir.

    İkinci Mahmud döneminde, ‘ıslahat’ adına Yeniçeri’nin lâğvedilip Asakir-i Mansure-i Muham*mediye isimli bir ordunun kurulması, ilk Tıbbiye mektebinin, rüşdiyelerin, Mekteb-i Ulûm-ı Edebiyye, Mekteb-i Maarif-i İlmiyye ve Guraba mektep*lerinin açılması, ilk öğrenim mecburiyeti konması, Avrupa’ya çok miktarda talebe gönderilip, Tıbbi*ye’de öğretimin Fransızca olarak kabul edilmesi gibi teşebbüslere girişildi. Bütün bu yapılanların, sağlam bir teşhis sonucu başvurulan gerçekçi tedavi yöntemleri olup olmadığı veya ne ölçüde böyle olduğu bir yana, bu dönemde devlet ve saray teşkilâtında, yaşayış tarzında, kılık ve kıyafette değişiklikler meydana gelmiş, saray teşkilât, teşrifat ve tefrişatı (döşemesi) Avrupa saraylarına göre yeniden tanzim edilmiş, sarığın yerini fes, şalvarın yerini pantolon almıştır. Yine bu dönemde, Padişahın resmî yerlerde şarap içilmesine müsaade ettiğini, res*mini büyük merasimlerle resmî dairelere astırdı*ğını ve ecnebilerle sıkı temaslarda bulunduğunu da görüyoruz. Adolphus Slade isimli, Müşavir Paşa unvanıyla donanmada hizmet gören bir batılı, II. Mahmud’un ıslahat hareketleriyle ilgili olarak şu dikkat çekici yorumda bulunur. “Memleketini yeniden ihya edeceğini söyleyen ve bu hususta devlete misal teşkil etmek mecburiyetinde olan bir şefin, medeniyet hikmetlerini öğretecek yer*de, sarayında üniformalı uşaklar kullanmak gibi teferruatla meşgul olması, Türkiye’de büyük bir ihtiyaca cevap olmak üzere meydana getirilen ıslahatın mahiyeti hakkında bana daha ilk nazarda bir fikir vermek için kâfi gelmişti... Frenkler, camiye gitmeği ihmal ettiği, şarap içtiği, çizme giydiği, Hıristiyanlara ziyafet verdiği, alkışlarına karşı mültefit davrandığı ve bilhassa nakiselerini (eksikliklerini) aynen taklit ettiği için onu methetmektedirler... Hülâsa Mahmut, bırakması lâzım geldiği yerden işe başlamıştır” (Turhan 1969: 236).

    Bu noktada, Cumhuriyet modernizminin, Osmanlı modernizminden farklı bir yol ve yöntem izlediğini söylemek zordur. Cumhuriyet modernizmi, millî veya yeni ifadesiyle ulus devlet ve Türkçülük temelinde, dinin ve toplumda dinî dayanışmanın yerine milliyetçiliğe, düşüncede pozitivizme, yönetimde lâikliğe, hayat anlayışında sekülerizme (dünyevîlik) dayanır. Bu genel çerçeve içinde İslâm’ın yerine, Türk tarihinin daha çok İslâm öncesi dönemlere dayanan unsurlarıyla milliyetçilik ve çok uluslu, çok dilli, çok cemaatli Osmanlı Devleti ve toplumunun yerine ise, üniter bir ulusal devlet ve üniter bir Türk toplumu oturtulmaya çalışılmış; İslâm’a dayalı Osmanlılık geçmişi, en azından ilk dönemlerde yeni sistemi oturtma adına belli ölçülerde reddedilip, yeni oluşturulmaya çalışılan kültür, dile varıncaya kadar bu geçmişten arındırılmaya çalışılırken, Türkiye sınırları içindeki bütün Müslüman veya Müslüman varsayılan unsurlar Türk; Rum, Yahudi, Ermeni gibi gayr-ı Müslim unsurlar ise azınlık cemaatleri olarak görülmüştür.

    Yaşantı olarak, Cumhuriyet idaresinde modernizmi benimseyenler, onu zahirî bir Batılılaşma olarak algıladılar. Bu çerçevede seküler milliyetçilik modern ve Batılı, aynı zamanda ulus-devlet projesi içinde, buna karşılık İslâm’a ait, bilhassa düşünceye ve hayata müteallik her şey ise gerici, Doğulu ve dolayısıyla modernleşmeye karşı olarak takdim edildi ve özellikle devletin müdahil bulunduğu sosyal alan İslâm’a mümkün olduğunca kapalı tutuldu. Yeni Türkiye’nin şekillenmesinde Batı ve Batılı görünen her şey bu şekilde âdeta kutsanırken, çok ilginç bir şekilde, (Kurtuluş Savaşı, yeni Türkiye’ye bağımsız bir ülke ve ulus-devlet karakteri verme adına, ayrıca yeni yapıyı meşrulaştırma maksadıyla bol bol kullanıldı ve) bu defa Batı, emperyalizmin merkezi olarak gösterildi (Atasoy 1996). Bununla birlikte, yine ilginç bir nokta olarak, Cumhuriyet modernizmi, dış politikada bütünüyle Batı’ya yaslandı. Bu politikanın gereği olarak, meselâ 1935 yılında Kudüs’te toplanan İslâm kongresine katılma adına yapılan daveti Dış İşleri şöyle karşılıyordu: “Kudüs’te, oranın müftüsü tarafından şurada-burada kendisine iltihak eden arkadaşlar ile akdine teşebbüs edilen İslâm kongresinin mahiyeti, ilan olunan mahiyetine göre şeriatçıdır. Hariciyemiz haber alır almaz derhal alâkadar devletlerle temasta kusur etmedi. Bilhassa bir Hilâfet meselesinin hiç bir suretle mevzubahis olmayacağı ve büyük Britanya İmparatorluğu’nun bu kongreyi asla himaye ve teşvik etmediği, milliyetleri terakki yolundan alıkoymaya çalışan böyle teşebbüslerle Cumhuriyet Türkiyesinin bir alâkası olamayacağı tabiidir” (T. Rüştü Aras, “Lozanın İzlerinde”, nakl: Sebil, S: 22). Zaman zaman, Fransa’ya karşı verdiği bağımsızlık savaşında Cezayir’e, 1952’de Birleşmiş Milletler’de desteğini esirgeyecek ölçüde tek yönlülük arz eden bu politikayı en iyi ifade edenlerden biri İhsan Sabri Çağlayangil olmuştur: “Türkiye’nin Batı’ya yönelik siyaseti, tarihinin, coğrafyasının ve büyük lideri Atatürk’ün mirası olan bir siyasettir. Bunun değişmesi için çok önemli sebepler lâzım. Ben diyorum ki, Türkiye’nin gerek ihtiyarıyla, gerek rızasıyla, gerekse hissî sebeplerle Batı’dan ilişkisini kesebileceğine inanmıyorum. Yani, benden dünya yıkılır, Türkiye yerini bulur, falan gibi bir cevap beklemeyiniz. Benim öyle geniş hayalli cevaplar vermeğe ne takatim, ne de niyetim var! Türkiye, siyasetini çizmiştir” (Sebil, S: 102).

    Cumhuriyet modernizmi, İslâm’ı yönetimden ve büyük ölçüde sosyal hayattan dışlama dışında, Osmanlı modernizminden farklı olmadı. Cumhuriyet eliti de modernleşmeyi, büyük ölçüde Osmanlı eliti gibi anladı. Meselâ, 1925 yılında Anadolu’yu gezen İngiliz maslahatgüzarı Edmons, İngiliz Dışişleri Bakanı Henderson’a çektiği telgrafta şöyle diyordu:

    Medeniyet, Türkiye’de hem yerli halk, hem de resmî görevliler için aynı manâyı ifade ediyor. Bu kelime, her iki grup için de dekolte elbise, içki, dans, kravat, yüksek topuklu ayakkabı, zenginler için gece elbisesi, hava kurumuna üyelik, futbol, en son yazılan romanlar ve diplomatik skandallardan bahsetmek ve Avrupa mobilyalarıyla dolu salonlarda ‘alafranga’ yemek yemek anlamına geliyor... (Yol, 25 Şubat 1977).

    Kenyalı profesör Ali Mazruî, Osmanlı ve Cumhuriyet modernizmi dahil, İslâm dünyasındaki modernleşme hareketlerinin, bu dünyada halâ görülen keşmekeşlikteki tayin edici etkisini 4 madde halinde çok güzel ifade eder:

    1. Sanayileşme olmadan kentleşme,

    2. Üretime dönük insan gücü yetiştirmeden sözlü (ezbere dayalı) eğitim,

    3. Bilimselleşme olmadan sekülerleşme (bilimin yükselişi olmadan dinin çöküşü),

    4. Kapitalist disiplin olmadan kapitalist tamah. (Fuller ve Lesser, 1996: 33)

    Gerçekten de, 1838 Ticaret Anlaşması ve Tanzimat’la yeni bir merhaleye girip hızlanan ve sonuçta Devlet-i Âliye’nin tarihe karışmasında önemli faktörlerden birini teşkil eden Osmanlı modernleşmesi, Osmanlı toplum yapısı gibi, ekonomisini de çökertmiştir.

    Batı’nın güçlü devletleri, Osmanlı ıslahat hareketlerinin Osmanlı Devleti’ndeki tesiri hususunda pek tabiî olarak kendi menfaatlerini ön planda tutmuş ve bu hareketlerin Osmanlı Devleti için diriltici bir etki yapmaması adına üzerlerine düşeni yerine getirmekten geri kalmamışlardır. Meselâ, ıslahat hareketlerinin olumsuz noktalarına yukarıda kısaca temas ettiğimiz II. Mahmut döneminde Yeniçeriliğin kaldırılmasından hemen sonra İngiliz, Fransız ve Rus filoları Navarin’de Türk donanmasını yok etmiş (1827); Balkanlardan inen Rus ordusu, Edirne’yi alıp, İstanbul’a doğru ilerlemeye başlamış (1829); Fransız ve İngilizlerin teşvikiyle, Kavalalı Mehmet Ali, devlete baş kaldırarak, Kütahya’yı ele geçirmiş ve İstanbul’u tehdit etmeye durmuş, bunun üzerine Sultan II. Mahmut, Rus ordusunun ve savaş gemilerinin yardımını istemek zorunda kalmıştır (1833).


  2. #12
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Tarihî arka zemin

    Çöken ekonomik yapı ve yolsuzluklar

    Osmanlı Devleti’nde serbest ticaret belli kayıtlar altında yapılır ve yerli tüccar daima korunurdu. İç ticaret Osmanlı tebasına ait olup, yabancı tüccar, içeride yerli tüccarla rekabet edemezdi. “Yed-i vahid (tekel)” denilen bu usûl, ithal mallarına da uygulanırdı. 19’uncu asırda bütün dünyayı açık pazar haline getirmeye çalışan Batı, bu yüzden, Osmanlı topraklarındaki bu ticari kayıtların kaldırılmasını istiyordu. 1838’de yapılan ticaret anlaşmasıyla, dış mallara ve yabancı sermayeye karşı korunma tedbirleri getirilmeden içerideki kayıtların kaldırılmasıyla, sanayileşememiş ve dolayısıyla üretimde Batı ile rekabet etmesi mümkün olmayan Osmanlı toprakları, Batılı sanayi*leşmiş ülkeler için bir açık pazar haline geldi. O kadar ki, artık Batılı bir tüccar, Osmanlı ülkesinde sattığı mallar için % 5 vergi öderken, bir Osmanlı tüccarı, yabancı ülkelere ihraç edeceği, hattâ yalnızca Osmanlı eyaletlerinin veya beyliklerinin birinden öbürüne taşıyacağı emtia için, % 12 vergi ödemekle yükümlü tutuluyordu. Neticede, büyük oranda el tezgâhı üretimine dayanan yerli sanayi çöktü. 1847’den önceki yıllarda Bursa günde 25.000 okka ipek işleyen 1000 tezgâha sahipken, işlenen ipek miktarı 4.000 okkaya, tezgâh sayısı 75’e düştü. İngiliz Edward Michelsen, Türk sanayiinin durumunu 1858’de şöyle anlatıyordu: “Yabancı memleketlerde büyük ünü olan Türk sanayiinin bir çok kolları şimdi tamamıyla yok olmuştur. Bunlar arasında pamuk sanayii gelir ki, Türk pamuğu bugün tamamıyla İngiliz sanayii tarafından sağlanmaktadır (Avcıoğlu 1977: 109).

    Ticaret anlaşmasının ardından gelen Tanzimat reformlarından asıl maksat, yerli azınlıkları Sultan’ın en hür, en gözde uyrukları yapmaktı. Nitekim, İngiliz Büyükelçisi Canning’in perde arkasından yönettiği Tanzimat reformlarından Türkiye’de yararlananlar, paşaların yanı sıra, Batı kapitalizminin yerli komisyonculuğu rolünü yüklenen gayr-ı Müslim aracılar olmuştur (Avcıoğlu, 1977: 109).

    1854’te dış borçlanma çığırı açıldı. Lütfi tarihine göre, sayesinde “ol vaktin dişlicelerinin çok şey kemirdiği” bu çığır, Düyun-u Umumiye’yi doğurdu. Neredeyse bütün yerli tarım ürünlerine devletin borçları karşısında âdeta ipotek koyan Düyun-u Umumiye idaresinde 1912 yılında, 5653’ü sürekli, 3253’ü geçici 8931 memur çalışıyordu. Bu personelin tayin ve azli, doğrudan doğruya Düyun-u Umumiye Meclisi’ne aitti; yani bunların Osmanlı Devleti ile hiç bir ilişkisi yoktu. Ama bu personel, görevlerinin ifasında, devlet memuru sayılmaktaydı ve Osmanlı memurları, bunlara yardımcı olmakla yükümlüydü. Devletin tayin ve azledemediği bu personel, devletten emekli maaşı alma hakkına da sahipti. Dış borçların toplam teminat tutarı 16.330.000 Osmanlı lirasını bulmaktaydı ki, bu miktar, devlet gelirlerinin yarısı demekti. (Avcıoğlu 1977: 109)

    Benzer çığır ve çizginin, genel manzarasını batılılaşma ve modern mede*niyet adına yapılan inkılâpların, bu inkılâpların getirdiği sosyal değişimin, bir çeyrek asır süren tek parti idaresinin, daha sonra istenilen seviyede yerleş*tirilemeyen ve sık sık kesilen demokratikleşme teşebbüslerinin ve ekonomide belli ölçülerde dışa bağımlılığın oluşturduğu Cumhuriyet döneminde de belli ölçülerde devam ettiği görülecektir. Pek çoğu itibariyle gayr-ı meşru yollardan veya yolsuzlukla kazanan tüketim çılgınlığı içinde bir zengin sınıfla birlikte savaş ve arada bir ortaya çıkan kriz zenginlerinin türemesi ve bilhassa bu zengin sınıfın Batılılaşma adına israf içinde bir hayat sürmesi, Osmanlı modernleşmesinde olduğu gibi, bu modernizmin de göze çarpan bazı özellikleri olarak ortaya çıkmıştır. Meselâ, yeni başkent Ankara’ya 10 parasız gelen bazı arsa ve imar spekülasyoncuları kazandıkları yüzbinlerce lirayı dış bankalara aktarmakta; Yakup Kadri’ye göre yönetim, arsa ve imar spekü*latörlerine mani olarak, bir şehir planını tatbik edebilecek bir potansiyel ortaya koyamamakta (Avcıoğlu, 1977: 435); Falih Rıfkı Atay ise, resmî işlerini halletmek üzere Ankara’ya gelenlerin, rejimin düşmanlarına pay kaptırmama adına bizzat devlete yakın olanlar tarafından haraca kesildiğini ve o dönemde yoksul sayılabilecek bazı kimselerin birkaç yıl içinde iki özel otomobil, köşk, kotra sahibi olabildiklerini yazmaktadır (Yetkin, 1980: 480-481).

    Parti üyeliğini, İkinci Dünya Savaşı yıllarında, değersiz deri ihraç ediyormuş gibi göstererek, aslında altın değerindeki yünü kaçak olarak ihraç etme, bu yoldan sağladığı dövizi yurt dışında biriktirme, bunun da ötesinde, yabancı firmalar adına “casusluk” yapma adına istismar eden önemli kişiler vardır (Avcıoğlu 1977: 475). Türk parasını devalüe eden 1943, 7 Eylül kararlarının iktidarın yakınlarına önceden bildirildiği, parti teşkilatında yer alan bazı ileri gelen zenginlerin piyasa oyunları yaptırdığı, onlara açıktan milyonlar kazandırılarak, komisyon alındığı söylentileri o dönemde ayyuka çıkmıştır (Avcıoğlu, 1977:620). Ticaret Bakanı Behçet Uz, 1942’de savaş ekonomisi uygulandığı bir zamanda, “İngiltere’nin dahi cüret edemeyeceği bir liberalizm şampiyonluğu ile” fiyatları serbest bırakmış, bunun sonucunda buğday 13,5 kuruştan 100 kuruşa, zeytinyağı 85 kuruştan 350 kuruşa fırlamıştır. 85 kuruştan stok edilen 16 bin ton zeytinyağının 350 kuruştan satışı, tabiî ki bir kısım tüccarın yararına işlemiş, ordu ihtiyacı için el konulan büyük miktarda motorlu araç lastikleri, belirli kişilere tahsis edilmiştir (Avcıoğlu, 1977: 472). Kısaca, Türkiye’de çok partili dönemde, bilhassa şu son yıllarda çok büyük boyutlarda ortaya çıkan yolsuzluklar yeni bir olgu olmayıp, kökleri hayli derinlere kadar uzanmaktadır.

  3. #13
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Tarihî arka zemin

    Değişen hayat modeli

    19’uncu asrın ikinci yarısında başlayan dış borçlanma, pek çok rical-i devlet başta olmak üzere, bundan istifade eden elit bir kesime borçla muhteşem yaşama kolaylığını öğretti. Bir kere, Osmanlı ülkesine sermaye akışı başlamıştı. Milletin bir kısmı, yüksek denilen sınıflardan başlayarak, hiç bir zaman temellerine inemediği ve asıl özellikleriyle kavrama zahmetine katlanmadığı Avrupa uygarlığının fikrî ve bedenî zevklerine alışıyordu. “Avrupa fikirleri, Avrupa âdetleri, Avrupa libasları, Avrupa kitapları, Avrupa kanunları, Avrupavari saraylar, kâşâneler, sahilhaneler, mobilyalar, Avrupavari tiyatrolar” ve daha neler neler, İstanbul’dan saray ve vükelâ dairelerinden her tarafa yayılıyordu. Bu, mahut devr-i Tanzimat’tı.

    Belli tarım ürünleri ihracı sayesinde yapılan ithalâtın önemli bir kısmı, tarım ve sanayiinin kalkınmasına değil, büyük şehirlerdeki bu yüksek tabakaların tüketimini karşılamaya gidiyordu: Kibar mahallelerdeki mağazalarda, “yok, yok” idi. Un, pirinç, şeker bile dışarıdan sağlanırdı. Piyasada Hollanda, İsviçre, Fransa peynirleri, süt hülâsaları, her türlü meyve, sebze ve balık konserveleri satılmaktaydı. Bakkal dükkânları, Avrupa ve Amerika mallarıyla doluydu. Domates konservelerinin en iyisi İtalya’dan geliyordu.

    Saray kadınları da Batılılaşmaya ayak uydurmuştu. Bilhassa Paris’ten ve Viyana’dan getirilen dekolte elbise giyen sultanlar, keza Avrupa mobilyalarıyla dolu salonlarda “alafranga” yemek yiyorlar, en son yazılan Fransızca romanlardan veya diplomatik skandallardan bahsediyorlardı. Âdet haline gelmiş olan Avrupa modasına uymak arzusu, kadınların para sarf etmek hususundaki gayretlerini büsbütün kamçılıyordu. Eski kıyafetlerini tamamen terk etmişler, şimdi İmparatoriçe Eugenie gibi parlak ayakkabılar, Paris modeli danteller, sunî çiçekler kullanıyorlardı (Avcıoğlu 1977: 19-201).

    Aynı yapı, Cumhuriyet döneminde çok da farklı olmadı. Aktaracağımız iki misal, genel görüntüyü resmetmeye yeter:

    Cumhuriyet burjuvazisinden Ankara’da oturanlar, Cumhuriyet kutlamalarından iki ay evvel İstanbul terzilerine taşınmaya başlardı. Gerek Kalgurisi’de, gerek Fegara’da en son Paris modelleri Ankaralı hanımlar tarafından kapışılıyordu. Beyler, fraklarını ya daralmış, ya eskimiş bularak, yeniden gece esvapları ısmarlıyorlardı. İlk yıllar, bir kuyruklu ceketle bir silindir şapkayı kâfi sananlar, şimdi klak ve makferlan peşinde koşuyorlardı. Yazık ki, bu artikellerin bir kısmını, stoklar tükenmiş olduğu için bulmak kabil olmuyor ve Beyoğlu’nun belli başlı mağazaları vasıtasıyla Avrupa’ya ısmarlamak lâzım geliyordu. Bu sırada dans iskarpinlerinin fiyatı üç dört misline fırladı. Gerçi yeni çıkan “Âdab-ı Muaşeret” kitabında maskaratsız olmak şartıyla, bağlı rugan iskarpinlere mesağ vardı. Lâkin, zerafetin en ileri şartlarını yerine getirmek, asrîliğin ihmal götürmez bir şiarı telâkki olunuyordu. (Nakl: Avcıoğlu, 1977:440–41)

    Doğan Avcıoğlu, bu burjuvaziye tipik bir örnek olarak, yeni zenginler arasına giren eski millî mücadelecilerden Hakkı bey adlı birini nazara verir.

    Hakkı beye de, artık bir Avrupalı gibi giyinip süslenmek, bir Avrupalı gibi dansetmek, bir Avrupalı gibi yaşayıp eğlenmek ve hele bu iddiada Avrupalılar nezdinde Avrupalılar arasında muvaffak olmak, büyük bir zafer kazanmak kadar ehemmiyetli görünüyordu.

    Bu yeni Türk muhitine yeni girmiş bazı ecnebiler, Hakkı beye, “Bu Almanca’yı Berlin’de mi öğrendiniz?” veya eşi Selma hanıma, “‘Hiç şüphesiz Paris’ten giyiniyorsunuz” dedikleri vakit, sanki medeniyet yolunda bir geniş adım atılmış gibi oluyor, eşte dosta bir düğün dernektir gidiyordu. Lâkin, bu muvaffakiyetlerin bir nevî rekabet ve bir nevî kıskançlık hisleri uyandırdığı da oluyordu. O vakit, bütün aileler arasında bir giyim kuşam yarışıdır başlıyordu.

    Kapısında bir Stude Baaker otomobili her dakika emrine âmade duruyor, içeride elektrikle işler en iyi cinsten bir mobilya gramofon en son dans havalarını durmaksızın çalıyordu. Çocuklar, bir İsviçreli mürebbiyenin eline bırakılmıştı. Bu İsviçreli mürebbiye, aynı zamanda Murat beyin karısıyla kız kardeşine Fransızca, dans, âdâb-ı muaşeret dersleri verirdi. (s: 440)


  4. #14
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Tarihî arka zemin

    Köy ve köylünün durumu

    İttihad-Terakki önderliğindeki II. Meşrutiyet yıllarında devletin çöküşü hızlanır. Her şey, eskisinden çok daha kötüdür. Bu yıllarda köylünün durumu ise, pek çok Anadolu vilâyetini gezen Tanin Gazetesi muhabiri Ahmet Şerif’in tesbitleriyle şöyledir:

    Köylü mahkemeye gidiyor, fakat köylünün işini görmeye memur olan hakim efendi saatlerce sonra geliyor... Köylünün kulakları, zaten öteden beri memurların rüşvetsiz iş görmedikleri, devlet katında fakir ile zenginin eşit olmadığı hakkında işittiği sözlerle dolmuştu (s: 20).

    Halk, genellikle hükümetten... adalet bekliyor… Halkın asıl şikâyetlerinden biri de mahkemelerin durumu... bugün için, onun görüşüne göre mahkeme adalet kapısı değil, zorluklar merkezidir (s: 20, 22).

    Köylü, hiç olmazsa rüşvetçi, ahlâksız memurların değiştirildiğini, söz gelişi köye gelerek, beş paralarını almadan kendilerine yemek, hayvanlarına yem verdiği jandarmalara karşı korkudan titremeye artık gerek kalmadığını anlamak ve bu gibi, önemsiz sanıldığı halde, onun görüşüne göre pek önemli olan yönlerde bir değişiklik görmek istiyor... Memleket, haraplıktan, cahillikten, zulüm ve zorbalıktan, adaletsizlikten feryat ediyor; halk, birçok yerde tohumluk bulamıyor... “Bu sene... çiçek hastalığı baş gösterdi. Çocuklarımızın aşılanması için devlete, kaymakama başvurduk. Kaymakam, ‘Paramız yoktur, aşı memuru nereden gelecek, sizin çocuklarınızda çiçek varsa ben ne yapayım?’ diye bizi kovdu...” Hastalık, bir aydan beri köyde çocuk bırakmayarak 250-300 çocuğu götürdükten sonra... Köye jandarmalar, tahsildarlar gelir; köylü, zaten misafir sevdiğinden bunları doyurmayı kendisine bir görev bilir. Fakat bu adamlar bununla yetinmezler, kuzu kestirirler, hayvanlarına zorla yem alırlar, köylünün her şeyinde gözleri vardır. Yerler, içerler, beş para vermeksizin giderler... Bir de, tapu dairesine uğrayıp çıkmak... gerekti. Bütün defterler kazıntı, silinti içinde, sayfalar yırtılmış, kopmuş, perişan bir durumda... Kayıtlar değiştirilmiş. Hasan’ın bilgisi olmaksızın üzerinde kayıtlı bulunan malları Hüseyin’e ferağ edilmiş ki, bu gibi durumlar, artık basit işler sırasına girerek her zaman olabilirmiş... (s: 25, 26, 47, 58)

    Birinci mevki yolcularından bir matmazel, çizilmiş bir iltifat dairesi arasında piyanonun önünde şuh ve sevinçli kalbini terennüm ederken, güvertede bir kız, o matmazelden daha güzel bir kız titriyor, öksürüyor, öksürüyordu... Yaşayışında sefalet, seyahatte, vapurda, trende, her yerde sefalet... Daima sefalet... s: 152)

    Asırlarca süren bir ihtişamın yerini bıraktığı sefaletin üzerinde Mehmet Akif şöyle ağlıyordu:

    Harap iller, serilmiş hanümanlar, başsız ümmetler..

    Yıkılmış köprüler, çökmüş kanallar, yolcusuz yollar;

    Buruşmuş çehreler, tersiz alınlar, işlemez kollar..

    Bükülmüş beller, incelmiş boyunlar, kaynamaz kanlar;

    Düşünmez başlar, aldırmaz yürekler, paslı vicdanlar..

    Tagallüpler, esaretler, tahakkümler, mezelletler;

    Riyalar, türlü iğrenç iptilâlar, türlü illetler..

    Örümcek bağlamış tütmez ocaklar, yanmış ormanlar;

    Ekinsiz tarlalar, ot basmış evler, küflü harmanlar..

    ...

    Ipıssız aşiyanlar, kimsesiz köyler, çökük damlar;

    Emek mahrumu günler, fikr-i ferda bilmez akşamlar...

    Geçerken ağladım geçtim; dururken ağladım durdum;

    Duyan yok, ses veren yok, bin perişan yurda başvurdum.

    Köylünün durumu, bir takım iyileştirme çalışmaları dışında, Cumhuriyet dönemine de uzun süre fazla bir değişiklik arz etmedi. İkinci Dünya Savaşı yıllarında “Milli Koruma Kanunu”nun verdiği yetkilere dayanan hükümet, tarım ürünlerinin fiyatını çok düşük tutmakta, “Köylüden alınan yol vergisi, hele 1943’te çıkarılan Toprak Vergisi, savaş bunalımını âdeta köylünün sırtına yüklemekte, ürünün % 10-12’sini toprak vergisinden ötürü aynî olarak devlete vermek zorundaki köylü, çoğu halde varını yoğunu satmakta, el kapısına ırgat gitmektedir. Tahsildar baskısı ve dayak,” bugün bile köylerde hatırlanmaktadır” (Cem 1977: 400). “Vergiyi ödemesi için toprağın bir bölümünü ağaya satanların sayısı çoktur. Köylü, binbir güçlükle toparladığı aynî vergiyi, köyünde tartıp, kasabaya bizzat taşımakta, ne var ki bu kez, sorumlu memurların farklı muamelesiyle karşılaşmakta, vergisini tam ödemediği, belirli bir kiloya daha gerek olduğu kendisine söylenmekte ve bu durumda köylü, ya rüşvet vermek zorunda kalmakta, yahut dayağa rıza göstermektedir (Avcıoğlu, 1977:620).


  5. #15
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Tarihî arka zemin

    Fethullah Gülen’in bakışıyla Osmanlı modernleşmesi

    Fethullah Gülen, Diriltici Ruh yazısında, modernleşme öncesi Müslüman-Türk toplumunun ana dinamikleriyle, Osmanlı modernleşmesindeki olumsuzlukları paradoksal bir biçimde dile getirir.

    Gülen, bu yazısında, eskiden idareciden sokaktaki vatandaşa kadar bütün insanımıza hakim olan civanmertliği, Alparslan’ın “Romen Diyojen’i hüngür hüngür ağlatan mürüvvet ve âlicenâplığı’nı, Antalya kalesinde haçlılarla karşı göğüs göğüse dövüştükten sonra, elde ettiği esirlerin bütününü hürriyete kavuşturan Kılıçarslan’ın asalet ve insanlığı’nı, Akşemseddinlerle temsil edilen ruh ve iman kuvvetini, Fatih’in affediciliği, müsamahası, mağlûplara sonsuz haklar bahşetme ve civanmertliğini ve Yavuz Selim’in, Mısır’ın fethinden dönerken, halkın karşılama ve alkışını görmemek için, şehre gece, gizlice ve her türlü gösterişten uzak girişini örnek verir. Ardından, insanlık ve mürüvvetin yerini sunîliğin, yiğitliğin yerini namertliğin, ruhî düşüncenin yerini kaba kuvvetin, kerim olmanın yerini hokkabazlığın, inancın yerini inkârın almış olmasına karşı çıkar. Sonra, ruhun kolsuz kanatsız ve vicdanın ledünnî zevklerden mahrum bırakılmasını, gönlün bir kısım hasis menfaatler uğruna binbir uğursuz heyecanın kaynağı haline gelmesini; nihayet, gerilerden geri bir hayat dekoru içinde tembellik, plansızlık ve cehaleti, aşksızlığı ve heyecansızlığı eleştirir. Bunun da ardından şu değerlendirmelerde bulunur:

    Âh, o istismarcı yaramaz hokkabazlar! Vah, o aldatılan mazlumlardan daha mazlum yığınlar!..

    Bütün bunlar oldu ve olacaktı da. Zira toplum, kendini yenileme kertesine gelmiş olmasına rağmen, ışıktan yoksun ve yol gösterici fikir adamından mahrum bulunuyordu. Garb, kendisini yenilerken, onun o günkü felsefî düşüncesini temsil eden Descartes, hür olmayan düşünceye düşünce nazarıyla bakmamasına karşılık; bizde tefekkür, çoktan sarılıp sarmalanıp bir kenara konmuştu. O devirde batılı düşünür, eşya ve hadiselere nüfûzda, kâinat kitabına olan aşkından, Yaratıcı’ya giden yolları araştırırken; bizde inkılâp diye binbir şenaatin kol gezdiği “Lâle Devri”, daha doğrusu milletçe çakırkeyf olma devri yaşanıyordu. Dünyanın bir kesiminin, “âyât-ı tekviniyye”yi düşünce menşûrundan (prizma) geçirerek kâinatları fethetmeye koyulmasına karşılık; beri tarafta bir girdap halini almış ve bütün değerlerimize meydan okuyan bir nefsanilik ve ruh sefâleti... (Sızıntı, Mart 1983)

    Cumhuriyet modernizmi ve din


    Hakan Yavuz, Cumhuriyet modernizmi ve onun İslâm’a bakışı konusunda özetle şu yorumda bulunur:

    Reformlar, Türkiye’yi refah ve çatışma alanlarına böldü. Refah alanları devlet gücünü elinde tutan siyasi elit etrafında oluşurken, çatışma alanları halkın fakir kesimlerini kapsadı. Din, bu “siyah Türkler” tarafında kaldı. “Beyaz Türk”ün güya lâiklikte anlamını bulan kimliği, dine karşı mücadele ideolojisine dayanmış ve onun ruhu, Türkiye’nin geleneksel bünyesinden rahatsızlık duymuştur. Bunlar, İslâmî güçlerle karşılaşmalarında kendilerini lâik, akılcı ve Batıcı olarak düşünseler de, aslında Batı hakkında da ve lâikliğin ne olduğu konusunda da çok az bilgi sahibidirler. Bir cinsin ruhunun bir başkasının bedenine girmiş ve böylece cinsiyet değiştirmiş bir mahiyet arz eden modern Türkiye, sürekli bir gerilim içinde olmuş ve devlet, yeni benimsenen Türk millî kimliğini yerleştirmek ve İslâm ile Osmanlı mirasından kopmak için orduyu, okulları, medyayı ve sanatı kullanmıştır (Cleansing Islam from the Public Sphere, Journal of International Affairs, Sonbahar 2000, 22-26) .

    Yukarıda da ifade edildiği gibi, milliyetçilik ve pozitivizm temellerine oturan, İslâm’ı bilhassa devletin doğrudan müdahil bulunduğu alanlardan ve sosyal hayattan tecrit etmeyi esas alan Cumhuriyet modernizmi, Hakan Yavuz’un da ifade ettiği gibi, bilhassa sosyal hayatı düzenleyen yanı itibariyle İslâm’a sıcak bakmamıştır. Hattâ, zaman zaman onun bir vicdan işi olarak kalmasına bile tahammül gösteremediği zamanlar olmuştur. Meselâ, bir dönemin Adalet bakanı Esat Mahmut Bozkurt tarafından devletin resmî dininin Hıristiyanlık olması bile teklif edilebilmiştir (Mısıroğlu: 94). Aynı bakanın, İsviçre Medeni Kanunu’ndan alınan 743 sayılı Türk Kanunu Medenisi’nin Esbab-ı Mucibe Lâyihasını 17.2.1926 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne sunarken, bu lâyihada İslâm hakkında kullandığı ifade, son derece manidardır: “Türk Medeni Kanunu Tasarısı, yürürlüğe konulduğu gün, ulusumuz, 13 yüzyılın kendisini çeviren hastalıklı inançlarından ve kargaşadan kurtulmuş, uygarlığın içine girmiş olacaktır.” Burada, İslâm’ı “hastalıklı inançlar ve kargaşa” olarak takdim bir yana, Türkler sanki 13 asırdır, yani İslâm’ın doğduğu günden beri Müslümanmış gibi çok büyük bir tarihî hata da işlenmektedir.

    Bu dönemin yöneticisi ve aydını, büyük çoğunluğu itibariyle, edebiyatta tabiatçı veya sembolist, ahlâkta ilimci, düşünce ve felsefede pozitivist ve rasyonalist, eğitimde tamamen yine pozitivist ve rasyonalist, kâinat ve insan soyunu açıklamakta Darwinci, iktisatta teorik olarak liberal/kapi*talist, siyasî yönetimde cumhuriyetçi, devlet düzeninde dine karşı lâik ve inancında ise materyalisttir!

    3 Mart 1924 tarihinde Şer’iye ve Evkaf Vekâleti’nin lâğvı üzerine çıkarılan Tevhid-i Tedrisat Kanunu’yla bütün din eğitim okulları kapatılmış, ancak İmam-Hatip mektepleri açılmasına müsaade edilmiştir. Kısa zamanda sayıları 29’a varan İmam-Hatip mekteplerinin sayısı, 1929 yılında 2’ye indiril*miştir (Karpat, 236). Vedat Nedim Tör imzasıyla, Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.) hakkında yayınlanan bir kitapla ilgili olarak Eşref Edip beye gönderilen Dahiliye Vekâleti, Matbuat Umum Müdürlüğü, 653 sayı, 17 Mayıs 1934 tarihli yazıda ise şöyle deniyordu: “Mektubunuzu aldım. Biz, her ne şekil ve sûretle olursa olsun memleket dahilinde dinî neşriyât yapılarak dinî bir atmosfer yaratılmasına ve gençlik için dinî bir zihniyet fideliği vücûda getirilmesine taraftar değiliz. Zât-ı âlilerinin herkesçe de müsellem olan ilim ve faziletinize hürmetkârız. Ancak, günün bu kabil neşriyata tahammülü olmadığını siz de takdir edersiniz.” Aynı şekilde, Başvekâlet Matbuat Umum Müdürlüğü tarafından 1945 yılında gazetelere, “Gazetelerinizin son günlerdeki neşriyatı arasında dinden bahis yazı, mütalâa, ima ve temsillere rastlanmaktadır. Bundan sonra din mevzuu üzerinde gerek tarihî, gerek temsilî ve gerek mütalâa kabilinden olan her türlü makale ve fıkra ve tefrikaların neşrinden tevakki edilmesi ve başlanmış bu gibi tefrikaların en geç 10 gün zarfında nihayetlendirilmesi” talimatı verilebilmiştir (T.C Başvekâlet; Matbuat Umum Md., İç Matbuat Dairesi, 1945).

    Bu dönemde, köyde doğup büyümüş öğretmenlerle köyü kalkındırma adına kurulan Köy Enstitüleri ise, bilhassa halk nezdinde bir başka problemin kaynağı idi. Bu okullar, 26.12.1954 günü, Büyük Millet Meclisi’nin 22’nci toplantısında görüşülürken, devrin Millî Eğitim Bakanı Tevfik İleri, bu kurumlarda, “Biz hâlâ rejimi (komünizmi) kabul ettirmiyorsak, bu, o rejimin kötülüğünden değil, bizim kafalarımızın geriliğindendir. Son varılacak nokta, vatan, sınır kavgaları atılarak aile ve memleket diye bir şeyin tanınmadığı, bütün insanların kardeş olarak yaşamaya çalıştıkları bir merkezdir. Bunun için yapacağımız iş, hükümeti devirerek yerine geçmek, komünistliği ilân etmektir. Aile kudsiyeti bir saçmadan başka bir şey değildir. Bunları ortadan kaldıracak elemanlar bizleriz.” şeklinde komünizm propagandası yapıldığı ve bu şekilde öğrencilerin zehirlendiği, Komünist Manifesto’nun teksir edilerek öğrencilere dağıtıldığı; ahlâkî gelenek ve göreneklerimize aykırı her türlü hareketlerin maruz görüldüğü, hattâ teşvik edildiği ve çirkin muamelelere hedef olan ve mukavemet gösteren bazı kız öğrencilerin bıçaklanarak tecavüze uğradıkları üzerinde durmuştur.

    Bu okullardan mezun olanlar, halk kesimleri tarafından genellikle sevilmemiş ve kabûl görmemiştir. Doğu Anadolu illerinde tetkiklerde bulunan Mümtaz Turhan’a, köylüle*rin çocuklarını okullara göndermeyişlerine sebep olarak verdikleri cevap şöyledir: “(Bu öğretmenlerin) işleri güçleri bir araya gelip, mütemadiyen şarkı söyleyip oynamaktır. Âdetlerimize, ahlâk kaidelerimize riayet etmiyor, bizleri hakir görüyorlar. Bunlar geleli köylerde hürmet diye bir şey kalmadı. Bunlar, tuhaf yetiştirilmiş bir acayip insanlar; bunlarla biz anlaşamıyoruz, görseniz bize hak verirdiniz.” (Turhan, 1969:147)

    Gerek Osmanlı, gerekse Cumhuriyet modernleşmesinde gittikçe dine sırt çevirmeye uzanan sürecin akıntısında hareket eden “müstağrip” aydının itirafı gerçekten çok önemlidir:

    Biz o zaman sanıyorduk ki, Avrupa devletlerinin bize gösterdiği düşmanlık, bizim ortaçağ biçiminde yaşayışımızdan çıkar; idaremizin bozukluğundan ve Saray ve Babıâli’nin köhne düşüncesinden doğar. Son yüzyılda Avrupa’nın emperyalist devletleri, başta İngiltere bulunmak şartıyla, Türklük aleyhinde durmadan dinlenmeden yayınlarda bulunurlardı. Ünlü Gladeston, İngiliz Parlamentosunda eline Kur’ân’ı alıp: “Türkiye bu kitapla yürüdükçe, uygarlığa zararlıdır” demişti.

    Bu sözle, güya adliyemizin ve toplumsal hayatımızın uygarlıkla uyuşamayacağını anlatmıştı. Ve biz gençler yanlış görüş, yanlış inanışla ona hak vermiştik… Bu gençlere üniversitelerde Sakızlı Ohannes Efendi (Paşa) ile Mikael Efendi (Paşa), liberalizmin faziletlerini okutuyorlardı. (Avcıoğlu: 200)




  6. #16
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Tarihî arka zemin

    TARİHÎ ARKA ZEMİN TEMELİNDE

    AİLE VE İLK TAHSİL HÂLESİ İÇİNDE FETHULLAH GÜLEN


    Belki bir portre çalışması çerçevesinde yeterinden fazla ayrıntıya girdiğimiz bu tarihî tahlil, Türkiye’de 20’nci asrın başlarından itibaren olup bitenleri, ülkedeki devlet-millet ayrışmasını, toplum katmanlarındaki bölünmeleri, önce CHP-DP olarak başlayan ve daha sonra CHP-AP, CHP-Milliyetci Cephe olarak devam siyasî uzlaşmazlıkları, bir dönem sağ-sol, daha sonra İslâmcı-lâik kutuplaşmalarını, 1960’lı ve 70’li yılları içine alan anarşi ile 1984-2000 yıllarını kapsayan korkunç terörü, Türk toplum ve siyaset yapısını anlamak kadar, Fethullah Gülen’i de tanıma ve tahlilde bir hayli önemlidir.

    Fethullah Gülen, Osmanlı modernizminin bıraktığı enkaz üzerinde kurulan, fakat, en azından henüz bu enkazın kaldırılamadığı, kaldırılamamış olmasının yanısıra, modernizm öncesi “ileri Osmanlı Toplumu”nun ana dinamiklerinin büyük ölçüde reddedildiği bir dünyaya gözlerini açtı. Onun, denebilir ki, “kökü maziye bağlı bir âtî” olarak yetişmesinde en önemli tesirlerden birini icra eden ve Erzurum ilinin Hasankale (Pasinler) ilçesinin 50-60 haneli Korucuk köyünden başlayıp, Erzurum’un içine uzanan bu dekorun merkezinde, İslâm ruhunun çok canlı olduğu baba ocağı bulunuyordu. Bu ocakta, kendi değerlendirme ve ifadeleriyle, bir ciddiyet, temkin, vakar ve dinî salâbet timsali olan büyükbaba Şamil Ağa, torunuyla kimsenin farketmediği bir gönül alışverişi içinde idi. Baba Ramiz Efendi, Türkiye’nin maddî-manevî yokluk, kıtlık ve kuraklık dönemlerinde ve küçük bir köyde yetişmiş olmasına rağmen, “Enderun terbiyesi almışçasına” asil, ilim âşığı, vaktini asla boşa geçirmez, kıvrak bir zekânın göstergesi olarak nüktedan ve dinine gönülden bağlı kerim bir zattı. Babaanne Mûnise Hanım, sessiz, durgun deryalar gibi derin ve engin, inanmayı ve Allah ile irtibatı her hal ve hareketiyle ortaya koyan örnek bir hanımefendi; bir paşa ailesinden gelen anneanne Hatice Hanım ise, her yanı ile bir nezahet âbidesi, kızı ve Fethullah Gülen’in annesi Rafia Hanım da, aynı şekilde, köyün bütün kadınlarına Kur’ân öğreten bir şefkat ve deruniyet timsaliydi. Böyle bir ocakta neşet eden Fethullah Gülen, daha 4 yaşında iken annesinden Kur’ân okumayı öğrenir ve bir ay içinde Kur’ân’ı hatmeder. O yıllarda, Türkiye’de açıktan Kur’ân okutmak bir hayli zordur. Bu sebeple, anne Rafia Hanım, gece kalkar, oğlunu kaldırır ve ona öyle Kur’ân öğretirdi.

    Bu ocak, civardaki bütün tanınmış ilim ve manâ insanlarının gelip konduğu, konup göçtüğü bir misafirhane gibiydi de âdeta. Âlimleri çok seven baba Ramiz Efendi, her gün evde hiç olmazsa bir misafirin bulunmasını arzuladığı için, yaşıtlarından çok büyüklerle oturup kalkmayı seven çocuk Fethullah efendi, kendisini neredeyse doğumundan itibaren bir ilim ve maneviyat halkası içinde bulmuştu. Kısaca, şuuraltını oluşturacak ilk tesirleri aldığı, dolayısıyla ruhunun tekevvününde ilk mayalanmayı yaşadığı ve merkezinde bu ocağın bulunup, en önemli özelliğini, Yahya Kemal’in

    Âhiret öyle yakın seyredilen manzarada,

    O kadar komşu ki dünyaya, duvar yok arada;

    Geçer insan bir adım atsa birinden birine,

    Kavuşur karşıda kaybettiği bir sevdiğine.

    mısralarında ifadesini bulan dünya-Âhiret iç içeliğinin oluşturduğu bu dekoru, içindeki ilk tahsil ve izlenimleriyle birlikte bizzat Fethullah Gülen şöyle anlatmaktadır:

    Benim ilk hocam, validemdir. (O’ndan Kur’ân okumayı öğrendim.)

    Önceleri köyümüzde ilkokul yoktu; daha sonra açıldı. Okulda bir de Belma öğretmen vardı. Bana çok iltifat ederdi. “Bir gün Galata Köprüsü’nde genç bir teğmen dolaşacak ve ben onu şimdiden seyrediyorum” derdi.

    Evin bütün ayak işleri bana düşerdi. Anneme de ev işlerinde yardım ettiğim gibi, ineklerimizi ve koyunlarımızı da ben güderdim. İşlerden boş vakit bulduğum zaman kitap okur veya Kur’ân ezberlerdim. Babam Alvar’da imam iken Hasankale’de Hacı Sıdkı Efendi’den tecvid okuyordum. Hasankale’de kalacak yerim olmadığından, aradaki 7-8 km.lik yolu yaya olarak gidip gelmek zorundaydım

    İlk Arapça hocam babam oldu. Daha sonra, Muhammed Lütfi efendinin torunu Sadi efendiden okudum. Ailemin dışında, üzerimde Muhammed Lütfi efendinin tesiri çok büyüktür. O’nun ağzından çıkan her kelime, bana başka bir âlemden akıp gelen ilhamlar şeklinde görünürdü. O konuşurken, şimdiye kadar yere inmemiş bir takım semavî şeyler dinliyor gibi kulak kesilirdim. Onu idrak ettiğimi söyleyemem. Çünkü o, ötelere göç ettiği zaman, ben henüz 16’ncı yaşımın yamaçlarında dolaşıyordum. Buna rağmen, ilk şuur ve ilk ihsaslarıma seslenen bir ruh olması itibariyle, benim o idrake kapalı yaşım, başım ve istidatlarımdan ziyade, onu yine onun tenezzüllerinde yakalamaya çalıştığımı ve bugünkü seziş, duyuş ve hissedişlerimi o günkü ihsaslarıma borçlu olduğumu rahatlıkla söyleyebilirim.

    Erzurum’da ders görürken dedem ve ninemin ölüm haberi beni iyiden iyiye sarsan bir hadise oldu. Gece gündüz, “Ya Rabbi, ne olur, benim de canımı al da, dedeme ve nineme kavuşayım” diye dua ettim. Bu kadar sarsıntı geçirmem, biraz da aile fertleri olarak birbirimize çok ileri seviyede tutkun olmamızdan kaynaklanmaktaydı. Meselâ, ben Edirne’ye gittiğim günden itibaren kardeşim Mesih tek kelime konuşmamış ve bu, ben askerden izinli gelinceye dek sürmüş.

    Yine çocukluğumda bir kardeşim vefat etti. Senelerce onun kabrinin başında da göz yaşı döktüm. Hayatımın en sarsıcı hadiselerinden biri de Alvarlı Muhammed Lütfi efendinin vefatı oldu. Onun ölümüyle dünya, yeri doldurulamayacak bir boşluk daha görecek ve bu ‘yaşlı ana’ bir defa daha inleyecekti.

    Babam, Alvar köyünden ayrılmak zorunda kaldı. Bir ara, Artuzu köyünde vazife yaptıktan sonra Erzurum’a yerleşti.

    Erzurum’da okurken bütün eşyam, kolumda taşıdığım bir sandık dolusu kadardı. Çok zor şartlar altında tahsilime devam ediyordum. Yemeğimizi, yattığımız aynı yerde kendimiz yapardık. Çok zaman soğuk kış günlerinde buz gibi su ile banyo yapmak zorunda kalırdık. Bir ara kaldığımız yerdeki oda çok dardı. Yatmak istediğimde baktım, ayağımı arkadaşlardan birine doğru uzatmam gerekiyor; saygısızlık olur düşüncesiyle uzatmadım. Diğer tarafta kitaplarımız vardı; onlara doğru da ayaklarımı uzatmam mümkün değildi. Beri taraf kıbleye denk geliyordu. Ayağımı uzatabileceğim tek yön de Korucuk köyünü gösterdiğinden, bu defa, babam köyde olabilir ve ona saygısızlık etmiş olurum endişesiyle, o tarafa da ayağımı uzatamadım. Birkaç gece bu şekilde hiç uyumadan oturdum. Hayatımda bir defa olsun babama doğru, yani onun doğduğu ve şu anda medfun bulunduğu Korucuk’a doğru ayağımı uzatıp yatmadım. Benim anne-babama karşı saygı anlayışım budur.

    Dinî ilimleri alırken, başka kitaplar da okur ve tasavvufî ilimleri de ihmal etmezdim. Bende, dinî ilimlerle tasavvufun izleri hep aynı ritmi dokuyarak devam etmiştir.

    Çok enerjik ve çok hareketliydim. Kültür-fizik yapmayı ihmal etmezdim. Gözüm karaydı. Buna aşırı cesaret de denebilirdi. Kurşunlu Camii’nin önündeki yüksek kavak ağacına göz açıp kapayıncaya kadar tırmanır ve etrafı oradan seyretmeyi severdim. Minare şerefesinin üzerinde yürümek ise çok hoşuma giderdi.

    Giyimime çok dikkat ederdim. Tertemiz ve biraz da o güne göre lüks giyinirdim. Günlerdir aç kaldığım olurdu da, ütüsüz pantolon, boyasız ayakkabı giydiğim hiç görülmemiştir. Ütü bulamadığım zaman pantolonumu yatağın altına koyardım ve pantolon ütülenmiş gibi olurdu. (Küçük Dünyam)

    İşte Fethullah Gülen, bu dekorun penceresinden geçmişe ve hâle şöyle bakar:

    Bir zamanlar bizim dünyamız, kendine has renk ve ışıkları, güzellik ve derinlikleriyle müşahedesine doyum olmayan bir meşher ve başlı başına bir kültür; bir medeniyet ülkesiydi. Bu ülkede hayat o kadar sıcak ve yumuşak, o kadar cazip ve imrendirici idi ki, buraya, cihanın dört bir yanından hac kafileleri gibi kervanlar teşkil edilir ve onun yamaçlarında tenezzühe koşulurdu. Onu tanıyamamış olanlar, her bucakta ve her köşe başında ayrı bir sürprizle büyülenir gider; ona ait ihtişam ve güzellikleri tanıma fırsatını bulanlar da, bir daha bu cazibe ikliminden ayrılmak istemezlerdi.

    Bu dünyada şehirler, köyler maddî ve manevî rabıtalarla sımsıkı birbirine bağlı ve bütün ülke köyü, kasabası ve şehirleriyle büyük bir kent gibiydi. Bu ideal sitedeki bütün insanlar, derin bir ahlâk saffeti, sağlam bir din şuuru ve sarsılmaz bir millî vahdete sahiptiler... Ve bu sayede de erişilmez bir huzur ve saadet içinde yüzüyorlardı. Hemen her yerde hayat, o kadar hadisesiz, o kadar nizasız ve o kadar tecavüzlere, cinayetlere kapalı sürer giderdi ki, insaflı seyyahlar burada her şeyin mucizevî cereyan ettiği zehabına kapılırdı.

    Burada herkes, iyilik ve güzelliklerle dolar boşalır; herkes birbirinin hayırhahı olduğu şuuruyla hareket eder, herkes, umumun şeref, haysiyet ve namusunun muhafızı gibi davranır ve herkes toplumun mesut olması yolunda; içten gelen bir samimiyet, fevkalâde mürüvvetli ve fevkalâde duyarlı olmaya gayret gösterirdi... İmkânı olanlar imkânlarıyla devletin ve milletin emrine amade yaşar; imkânsızlar da, sağa sola yüzsuyu dökmeye mecbur edilmezlerdi. Evet, ikinciler bir şey isteme âdiliğine itilmez, birinciler de, verdiklerini duyurma bayağılığına düşmezlerdi.

    Bu ülkede bütün iyilikler, güzellikler, hayırlar tamamen müesseseleşmişti.. ve ülke insanı da âdeta, Hakk’ın inayetini temsil ediyor gibi, hayatın her kesiminde düşkünü, muhtacı, kimsesizi kucaklıyor; alîle, yolda kalmışa ve perişana el uzatıyordu.

    Bugün birçok kimse, o muhteşem medeniyetten arkada kalan her şeye ölmüş dağılmış bir cenazenin parçaları nazarıyla bakıyor. – Ölüp parçalanmayacaklar sevinsin! – Medeniyetler de, mezarlardaki insanlar gibi fânidirler: Bir bir gelir, bir bir varlığa erer, bir bir giderler. Bu geliş ve gidişte ne geleni engellemek, ne de gideni durdurmak mümkün değildir.

    Keşke, o ihtişam dönemine ait ömürleri, ömürlerin bir mutluluk armonisi içinde göklere doğru akışını ve bir bir saadet içinde çağlayıp geçen mevsimleri, yılları; mevsimler ve yıllar içinde akıp giden rengârenk hayatı, kalbden kalbe, ruhtan ruha boşalan neşeyi, sevinci, itminanı ve bunlarla hususi bir ses, bir şive, bir terkip, bir tarz, bir üslûp haline gelen güzelliklerin kemalle kutuplaşmasını, olgunluğun mücerred güzellikler buuduna ulaşmasını günümüzün şu kadirnâşinaslarına da gösterebilseydik..!

    Aslında, günümüzün takdir bilmezleri gibi bizler de muhteşem medeniyeti, üstüste zelzelelerle, enkaz yığını haline geldikten sonra idrak edebildik. Bizler ve onlar, bu harika dünyayı, onun sihirli nizamları ve baş döndüren intizamları hüküm sürerken, yani bağları henüz bozulmadan, çiçekleri solmadan, ormanları yanıp kül olmadan, toprakları erozyonla akıp akıp gitmeden, küheylanları çatlamadan, süvarileri mehlika sultana tutulmadan, gaziler sarhoş edilip mehter müzeye kaldırılmadan, gözler hakikata kapanmadan, güneşler batıp her yanı karanlıklar basmadan, akan çaylar kesilmeden, çeşmelere civa akıtılmadan, ilâhîler susmadan, ilâhîlik söndürülmeden, her yer mezar haline getirilmeden, mezarlar mezbeleliğe döndürülmeden... hasılı, her şey kıvamında iken görüp seyredemedik.

    Dün milleti arkasına alıp zirvelerin zirvesinde gezdirenler, torunlarının başlarına gelecek şu üstüste felâketlerin en küçüğüne dahi ihtimal vermiyorlardı. İhtimal vermek şöyle dursun, onu rüyalarında görmeye dahi tahammülleri yoktu. Ama işte onlar ve işte acı-tatlı hatıraları..! Günü gelince herkes de gidecek! Koca dağların yerinden oynadığı bir dünyada, küçük tepelere ebedî saltanat vehmetmek aldanmışlıktır. Evet gelen herkes gidecek; ama, kimileri şanlı soyumuz gibi gönüllerimizde en tatlı hatıralar bırakıp öyle gidecek; kimileri de, milletin zihninde bir mülevves yâd olarak... (Sızıntı, Aralık 1989)


  7. #17
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Tarihî arka zemin

    Öze dönme, sürekli yenilenme ve Batı’ya bakış

    Açıktır ki Fethullah Gülen, geçmişe, tamamen ruhî, manevî ve ahlâkî dinamikleriyle, insanî, medenî ve kültürel dokusuyla, insan ruhunu dinlendiren tabiî ve ekolojik çehresiyle bağlıdır. Bunu, onun “Mutlu Yarınlar” (Sızıntı, Aralık 1987), “Mutlu Nesiller” (Sızıntı, Ocak 1988) gibi ilgili diğer yazılarında da rahatlıkla görebiliriz. Bu yazılarında nasıl bir gelecek düşlediğini anlatan Fethullah Gülen, bu geleceğe dönmeyi, 20’inci asırda pek çok Müslüman düşünürün kullandığı bir ifade ile, “Öze Dönme” olarak adlandırır.

    Öze dönmek, şahsın kendi karakter, kendi kültür ve kendi ruh köküne dönmesi demektir. Bu da ancak, fert ve toplumun kendi düşünce ve iradesiyle varolması, kendi ayakları üzerinde yürümesi, kendi elleriyle işlemesi, kendi temel kültür malzemesiyle beslenip gelişmesi, millî şahsiyetini hırpalayacak taklitlerden sakınması; örf-âdet ve millî hususiyetler gibi asırlardan beri kaynaya kaynaya benliğimizle bütünleşmiş şeylerin, fevkalâde hassasiyetle korunup kollanmasıyla mümkün olabilecektir.

    Fethullah Gülen, “öze dönme”den ne anladığını bu şekilde kısaca ortaya koyduktan sonra, onun ne olmadığı üzerinde durur. Gülen’e göre “öze dönme”, ırkî bir tavır, kan bağıyla hareket etme, ya da dış dünyaya karşı bütün bütün fermuarını çekip kendi modeli içinde sıkışıp kalma manâsında anlaşılmamalıdır. O, ne zamanın dişleri arasında aşınıp giden ve maddî-manevî hiç bir değer ifade etmeyen şeylere gönül kaptırmışlık, ne de temelde bize ait olmadığı halde sonradan içimize sokulmuş yabancı değerlere, bâtıl inançlara, ruhî ve zihnî tekâmülümüzü engelleyen eskimiş şeylere bağlılıktır. Öze dönme, dünü bugünle, bugünü de yarınla bir arada görme ve asırların birikimi kültür menşuruyla, ayıklanacakları çıkarıp atma, geride kalanlara da sımsıkı sahip çıkma demektir.

    “Öze dönme”nin ne olup ne olmadığı konusundaki düşüncelerini kısaca açıklayan Fethullah Gülen, bunun ardından, Türkiye’deki acı uygulamaları esefle dile getirir. Ona göre, yıllar yılı bu ülkede, kendinden kaçan bir kısım müstağripler (Batı’yı anlayamayan ve Batı’yı da, batılılaşmayı da sadece bir heves olarak algılayanlar), hep başkalarının nefeslerini solukladı, hep suni teneffüsle yaşadı; bir kere olsun kendileri olarak tabiî teneffüste bulunamadı ve tabiîlikteki derin zevki duyamadılar. Dolayısıyla da, halkla kendileri arasında ortak idealler köprüsü kurulamadı; bu ideallere varış yolları belirlenemedi; yığınların donmuş, hareketsiz ruhlarına onları canlandıracak iman, şuur ve heyecan aşılanamadı. Böylece aydın(!) bir tarafta, halk yığınları diğer tarafta, herkes kendi anlayış ve düşüncesi veya kendi hezeyan ve isyanlarıyla çürüyüp gitti. Bunun neticesi olarak da, kalp, ruh, his ve düşünce dünyamızda kendimizi koruyup kollayamadığımız gibi, kendilerini taklit çizgisinde bulunduğumuz milletlerden de hiç mi hiç yararlanamadık.

    Gülen, Batı ile temasa, ondan istifade etmeye karşı değildir. Onun karşı olduğu, Batı’ya bakış, onu değerlendirme ve onunla temastaki yanlışlıklardır. O, körü körüne Batı düşmanlığı yapmayı da eleştirir. Gülen’e göre, İslâm dünyasının maruz kaldığı felâketlerin önemli bir sebebi, Batı’yı gerektiği gibi anlayıp değerlendirememe ve onu yükselten faktörlerden faydalanamamadır. Gülen, her şeyin akıl, mantık ve muhakeme süzgecinden geçirilmesi, realitelerin kavranıp, ona göre ve Türk toplum dokusunun müsaade edeceği ölçüde hareket edilmesini savunmaktadır:

    Bizde öteden beri alafranga bir zümre, herhangi bir kritiğe tâbi tutmadan her şeyiyle Batı’yı taklit ederken, diğer tarafta ayrı bir grup, hep onu suçlamayı deneyip durmuştur. Aslında her iki zümre de peşin hükümlülük içindeydi ve hata ediyordu. Batı, ne öyle taklit edilmeli, ne de böyle yerin dibine batırılmalıydı.

    Bugüne kadar kayıtsız şartsız Batı’ya hayranlık duyanlar olsun, onu hakikî manâsıyla taklit edebilselerdi, kim bilir belki de belli bir seviyede batılı olabilirlerdi..! Ama, ne onlar, ne biz, ne de bağlı bulunduğumuz şu garipler dünyası, basitlerden basit bu meseleyi hiçbir zaman kavrayamadık; bundan dolayı da hasımlarımız tarafından tekrar tekrar nakavt edildik.

    Fethullah Gülen, bu tesbitlerinin ardından, toplum hayatında, bir milletin kalkınmasında ilim, din, düşünce ve kültürle birlikte, bunların münasebetleri üzerinde de durur. Ona göre, kendi usûl ve prensiplerine göre öğretilip hayata mal edilmeyen ilim aydınlatıcı, yol gösterici olamayacağı gibi, aynı talihsizliğe uğramış din ve dinî kültür de, kendinden bekleneni asla veremeyecektir. Dinin fonksiyonunu tam eda edebilmesi için, düşünce ile arasındaki engellerin ortadan kaldırılmasına ve bu yöndeki tıkanıklıkların açılmasına ihtiyaç vardır. Bu yapılmadığı takdirde, zihin ruhla bütünleşemeyecek, kalp ve kafa arasında diyalog kurulamayacak, dolayısıyla da din fonksiyonunu tam olarak eda edemeyecek, bir kısım zavallılar da bunu dinin yetersizliğine verecektir.

    “Öze dönme”, ülkenin kendisi olarak problemlerini çözüp kalkınabilmesi için dil meselesine de değinen Fethullah Gülen, “dil de, tarihî tekâmülü içindeki ağırlığıyla ele alınıp güçlendirilmeli ve dünya dilleri arasında iştiyakla yazılıp okunan bir lisan haline getirilmelidir” der ve şunları ekler: “Dil, insanın şahsiyetini temsil eden önemli unsurlardan biridir. Ondaki kusur ve eksiklik, kültür hayatını felce uğratır ve bir ölçüde toplumu da bedevîleştirir. Bir milletin dili, o milletin kültürüne bekçilik yapacak kadar gelişmiş ve güçlü değilse, o milletin başka kültürlerin işgaline uğraması ve zamanla da bütün özünü yitirmesi kaçınılmaz olur.”

    Sağlıklı toplum yapısına sahip bir millet ve kalkınmış bir ülke olmanın en önemli şartlarını peş peşe sıralayan Fethullah Gülen, tarih şuuruna değinir ve “tarih şuuru, geçmişle geleceği bağlayan bir köprü mesabesindedir. Bu köprüyü kurup koruyamayan milletlerin, öbür sahilde gidip nereye aborde olacaklarını kestirmek oldukça zordur” der. O, daha sonra da, genel bir değerlendirme içinde kültür konusuyla birlikte, zamanı aşmadan da bahseder ve analizlerini şöyle bağlar:

    Onun içindir ki topyekün millet; bir kıta sahanlığı prensibiyle milli ruh ve sahillerini, semalarını kimseye ihlal ettirmeme düşüncesiyle milli mefkûre atmosferini, aynı hassasiyetle milli kültür haremini koruyup kollamalı ve şartlar ne olursa olsun, göz ve gönüllerimiz mutlaka kendi ülkemiz üzerinde bulunmalı; bütün bunlarla beraber, bugünün nesilleri, hem “dün” hem de “yarın” olmasını bilmeli ve bu anlayışla geleceği, mazi kaneviçesine göre bir dantela zarafet ve inceliği içinde işlemelidir ki, bugüne kadar milletçe maruz kaldığımız içtimâî erozyonlara bir daha düşülmesin; kaybedilen şeyleri telâfiye çalışırken, yeni kayıplara sebebiyet verilecek fâsit dairelere girilmesin ve varolma kavgasının verildiği aynı noktada, çeşitli dejenerasyonlarla ölüme davetiye çıkarılmış olmasın...! (Sızıntı, Eylül 1985)

    Esasen, “Eski hâl muhal, ya yeni hâl ya izmihlâl” anlayışındaki bir insanın, başka türlü düşünmesi de mümkün değildir. Gülen, geçmişin hatırlanarak millî benliğin restore edilmesi için bu benliği yeniden keşfetme (öze dönüş) çağrısında bulunurken, onun, içinden çağdaş benliğin çıkarılıp inşa edilmesini istediği geçmiş, sadece bir ‘geçmiş’ değil, fakat halin geçmişidir.

    Fethullah Gülen, Batı’ya ve Batı’nın bütün değerlerine körü körüne karşı ve düşman da değildir; hiçbir zaman böyle de olmamıştır. Şu kadar ki, tarih boyunca kendine has dinamikleri ve ana unsurları bulunan medeniyetler ancak var olagelmiştir. Modern Batı medeniyeti de bunlardan biri olup, onu kendisi yapan aslî unsurları vardır. Bunların bir başka medeniyet veya kültür ailesi tarafından aynen alınıp uygulanması mümkün değildir. Medeniyetler, asla birbirine dönüşemez. Fakat, her medeniyetin diğerinden alacağı unsurlar vardır. Önemli olan, dünyadaki gelişmelere, başka kültür ve medeniyetlere kapalı kalmak değil, bunları bütün yönleriyle çok iyi tesbit edip, alıp özümsenebilecek yanlarını alıp özümsemektir. Bu, planı, maksadı belli; ayrı bir iklim ve coğrafyada, hususi bir estetik anlayışına dayalı bir binayı kurarken, ona ait gerekli bazı malzemeleri ithal etme gibidir. Fethullah Gülen, Batı’ya ve Batı’yla olan, olması gereken münasebetlerimize bu açıdan bakmakta ve dolayısıyla bilmeden şuursuzca Batı taklitçiliği gibi, Batı’ya düşmanca bir tavırla bütün bütün kapanmanın da müsbet bir tavır olmadığını vurgulamaktadır. Onun Türkiye’de modernleşmeye getirdiği eleştiriler de bu açılardandır.

    Fethullah Gülen’in “öze dönüş” ve sürekli ayakta, canlı kalabilme hedefi adına teklif ettiği süreç ise sürekli yenilenme veya “kendini yenileme”dir. Fakat o, yenilenme fantezisi içinde dokunup, önümüze sürülen her “elbise”yi yeni diye üzerimize geçirme yanlısı bir yenilikçi değil, insanı insan, bir milleti kendisi yapan öz değerlere bağlılık içinde zamanın önünde yürüme yanlısı bir yenilikçidir.

    Kendini yenilemeyi, devamlı varolabilmenin ilk şartı ve en mühim esası kabul eden Gülen’e göre, sırası geldikçe kendini yenileyemeyenler, güçlü de olsalar, er geç tükenip gitmeye mahkûmdurlar. Her şey, kendini yenileyerek canlı kalır ve varlığını sürdürür. Yenileme durunca da canı çekilmiş ceset gibi, çürümeye, heba olup dağılmaya terk edilmiş olur.

    Yenileşmenin ‘tabiat’ta sürekli gözlenen bir vakıa olduğuna dikkat çeken Fethullah Gülen, bu yenileşmeyi şairane bir üslûpla şöyle tasvir eder: “Bahar mevsiminde yeryüzü, her şeyin kendini yenilediği ne muhteşem meşherdir! Otlar, ağaçlar ve tırnak kadar bir parçasında milyonlarca canlıya dâyelik yapan toprak... Çık da bir kere gez, baharın o formalarını takıp bin çığlık yenilenen ve gelişen canlıları arasında! Bak, nasıl ölü gibi camid şeyler, resm-i geçide hazırlanan ordular misillü, rengârenk nişanları ve değişik değişik silahlarıyla, bir baştan bir başa yeryüzünü şenlendirip cennetlere çeviriyorlar. Ve dünya çapında, umûmî yenilenmenin bir değil, binlerce, milyonlarca misâlini birden veriyorlar.”

    Fethullah Gülen, daha sonra insanoğlunun kendini sürekli yenilemesi gerektiğine dikkat çeker. “Devletler, milletler duygu ve düşüncede, kalbî ve ruhî hayatta, kendilerini yenileyip gençleştikleri nisbette, dünya çapında mesuliyetler altına girip, cihanı fethetmeye hazırlanabilirler” diyen Gülen, bu fethi, “ilme aydınlık, tekniğe iman kazandırmak ve insanoğluna diriliş adına mesajlar sunmak suretiyle gerçekleşebilecek bir fetih” olarak tarif eder ve kendini yenileyemeyen kavim ve topluluklar, esaret içinde ezilip gitmekten kendilerini kurtaramayacaklardır” ikazında bulunur.

    “Kendini yenileme”nin önem ve niteliğiyle ilgili analizlerinin ardından “kendini yenileme” ile “yenileşme fantezisi” arasındaki farka vurgu yapan Fethullah Gülen, “kendini yenileme, yenilik hayranlığı ve moda düşkünlüğü ile de karıştırılmamalıdır. Bunlardan biri her şeyiyle delik deşik olmuş yığınların yüzüne boya çalıp, yarıkları kapama ameliyesi ise, diğeri Hızır çeşmesinden getirilen “âb-ı hayât”la, topluma ölümsüzlük kazandırma aksiyonundan ibarettir” der. Ona göre gerçek yenilenme, kök ve çekirdekteki saffeti koru*yarak, verâset yoluyla geçmişten süzülüp gelen bütün gerçek kıymetlerin, hâlihazırdaki düşünce ve irfan buğularıyla sentezleri yapılarak daha yeni, daha berrak tefekkür iklimlerine ulaşmaktır. Kendini yenilemek, tamamen metafizik çizgide cereyan eden bir hâdise ve ruh planında bir diriliştir. Ayrıca o, ilimlerin gelişip inkişaf etmesini, teknolojinin yeni yeni imkânlar hazırlayıp istifademize sunmasını en iyi şekilde değerlendirerek, kendimizi, ilmî ve ruhî terakki adına nerede olduğumuzu sürekli kontrol etmek, kanaat, düşünce ve tasavvurlarımızı yeni baştan bir defa daha, ardından bir defa daha yoklayarak, her lâhza birkaç defa bütün kâinatları hallaç edip, gönlümüzdeki irfan peteğine yeni yeni nektarlar ilâve etmektir. Zaten, başka türlüsüne diriliş de denmez. Yenilik ve eskiliği, sırta geçirilen bir cepken ve ferâcede, bir frak ve briyantinli saçta görmek, düpedüz bir aldanmışlık ve öyle göstermeye kalkışmak da bir illüzyonizm ve hokkabazlıktır.

    Bu açıklamalarının ardından, Fethullah Gülen, yenilemeyip yok olup gitme ve yenileşme adına fantezilerle daha bir komaya girmeye tarihten örnekler verir ve şunları zikreder:

    Ömer bin Abdülaziz’in yenilenme adına teklif ettiği düşünceleri, toplumun her kesimine maledemeyen Emevîler, kuvvetli rakipleri ve şiddetli fikir akımları karşısında kendilerini ölümden kurtaramadılar. Zillet içinde ve mülevvesin bağrında eriyip gittiler. Aynı şeyleri, ruhta ve gönülde yenilenme yerine, çeşitli yenilikler ve ruhu aşındıran paradokslara açık kapı siyaseti tatbik eden Abbasîler, Endülüs Emevîleri, hattâ 17’nci asır sonrası Osmanlı Türkleri için de düşünebiliriz. Aynı kader çizgisinde eriyip giden bu çok muhteşem ve şanlı devletler, hasımlarından yedikleri darbelerle sendeledikleri bir zamanda, kendilerini ruh planında yenileyeceklerine, gidip Grek düşüncesini ve Latin felsefesini imdada çağırdılar. Bu ise, onların ölümlerini hızlandırmadan başka bir işe yaramadı. Hele, Osmanlı münevverinin, yenilenme adına kendini maskaraya çevirecek bir kısım yenilikler yapmağa kalkması, Türk toplumunu bütün bütün kendine has çizgiden kaydırarak, bir ucube haline getirdi.

    Evet, ne “Nizâm-ı Cedît” düşüncesi, ne “yeniçeri kıyım” hadisesi, ne de Gülhane’deki toy karbonarilerin “Hatt-ı Hümayûn”ları Osmanlı toplumuna kendini yenileme yolunu açamadı. Böyle bir yolu açmak şöyle dursun, aksine, bu hareketler, Türk toplumunun başına inmiş balyozlar gibi, onu cankeş edip komaya soktu. Bu arada bir kısım müsbet kıpırdanış ve gayretlerin bulunduğunu da inkâr etmemek gerekir. Ancak bu gayretlerin, hemen hepsi, mevziî (yerel) ve tedâfüî (savunmacı) mahiyette olduğundan beklenen “yenilenme”yi getiremedi. Hattâ, Türk toplumunun, açık seyreden rahatsızlıkları, bu hareketlerle sinsileşerek, daha da tehlikeli bir hal aldığı da söylenebilir. Evet, toplumun çeşit çeşit rahatsızlıklarına karşı yerinde olmayan bu türlü müdahaleler, tıpkı ihtilaçlar içinde kıvranan bir hastaya, müsekkin verip sesini kesmek veya fıtık üzerine yerleştirilen kasık bağı nevinden şeylerdi ki, hastayı muvakkaten teskin etmekten başka bir şeye yaramadı. (Sızıntı, Aralık 1982)




Sayfa 2/2 İlkİlk 12

Benzer Konular

  1. Aynanın arka tarafı
    By Reyhani in forum Sofilik Adabı
    Cevaplar: 1
    Son Mesaj: 10.07.09, 10:25
  2. 2)Arka Planı Değiştirmek
    By SiLa in forum Kurs Pratik
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 24.01.09, 18:54

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •