KAOS VE YEŞEREN ÜMİTLER-2
Dünyanın en güzel coğrafyalarından biri olan bu altın kuşak ve onun incelerden ince insanına gösterilen alâka, her zaman onun gerçek değerinin pek çok altında olmuştur. Bu dünyanın böyle duyulup değerlendirilmesinde zaruret vardır. Kendimizi ve dünyamızı bu seviyede hissedebildiğimiz takdirde, ona karşı bugüne kadar yapılan aynı vefasızlıkların tekerrür etmeyeceği kanaatindeyim.. öyle zannediyorum ki, dünün olabildiğince mazlum, mağdur, mahrum nesilleri, geleceğin de fikir işçileri, kendi insanlarının ve kendi dünyalarının güzelliklerini, şimdiye kadar duyduklarının kat kat üstünde duyacak, Kudreti Sonsuz’la aralarındaki münasebeti daha bir derinleştirecek ve “tarihî yanılgılar” sürecinde meydana gelmiş bulunan bütün uçurumları aşacak ve bütün olumsuzlukları yenebileceklerdir.
Tamamen kendi kaynaklarımızla beslenmeye yöneldiğimiz o tül pembe günlerde varlığın tadı, kokusu, rengi, şivesi ve ifade ettiği mânâlar, engel tanımaz bir aşkınlık içinde surlardan ve burçlardan taşarak her eve, her köye, her kasabaya, her şehre akacak ve liyâkatlerimiz ölçüsünde yatak odalarımızda dahi bize, kendi şölenlerinin neşvesini yaşatacaklardır.
Geçmişin bir bölümünde milletimizin, değişik baskılar altında gelişme fırsatını bulamayan duyguları, düşünceleri, hayatı yorumlamaları, ebediyet mülâhazaları, kendine has o ledünnî derinliği ile mevsimi gelince yeniden yeşerecek, tomurcuklar gibi açacak ve dünyanın herhangi bir yerinde bulunmayan meyveleriyle herkese gerçek hayatın letâfet ve nefâsetini sunacaklardır. Evet, mevsimi gelince, herkes, var olmanın, yaşamanın, hayatı marifet ufkunda sürdürerek Allah’la münasebetin; O’nu bilip yürekten sevmenin ve ruhânî hazlar zemzemesi içinde bütün acıların, ızdırapların, yeislerin ve inkisarların hakkından gelebilecek ve o parlak kaderini tevekkül ve teslimiyetle düşüne düşüne, içinde ömür sürdürdüğü, âhirete göre dar bir koridor sayılan dünyayı, cennet yamaçlarında seyahat ediyor gibi duyacaktır.
Evet, inanan sineler ve kendi derinliklerini sezebilen ruhlar, karşılaştıkları herkese, temâşâ ettikleri her manzaraya candan birer dost rikkatiyle eğilecek ve böyle bir beraberliğin neşîdelerini mırıldanacaklardır.. mırıldanacak ve dolaştıkları her yerde, varlığın perde arkasından ruhlarına akan mânâları duyarak: “Öyle bilmezdim kendimi /O ben miyim ya ben O mu? / Aşıkların budur demi” (Gedâî) diyecek ve duygularının şiirler gibi nizâmîleştiğini, düşünmelerinin ruhânî lezzetlere inkılâb ederek onun bütün benliğini sardığını duyacak.. ve her biri âdeta bir bayram arefesi o hisli, o sıcak ve o yumuşak günlerin, o zengin ve dupduru gecelerin, her şeyi neş’eye, sevince çeviren atmosferinde hemen herkes: “Olandan daha câzibi ve daha enfesi yok” mülâhazasıyla, sürekli hayretten hayranlığa gelip-gidecek ve bir tığ gibi kendi kaderinin dantelasını örecektir.
En iyi dönemlerde bile bazen her yan biraz sisli ve biraz dumanlı görünebilir; ama rica ederim bu, sağanak sağanak başımızdan aşağıya dökülen nimetlerin çeşitlendirilmesi, yeknesaklığın hasıl ettiği bıkkınlığın giderilmesi, duyduğumuz zevkleri, lezzetleri pozitif olarak hep aynı derinlikte duyabilmemiz; geldikleri gibi giden, gidince de yerlerini negatif hazlara terk eden sıkıntıların, ızdırapların mânevî zenginliklere dönüşmesi değil midir? Zaten, bu kâbil sıkıntı ve ızdıraplar, her zaman mutluluklarla köpüren o uzun saâdetli günlere nisbeten çok az yer işgal etmektedir. Şairin “Gam karar eyleyemez hande-i hurremdir bu” dediği gibi, başa gelen şeyler bir bir gelir ve hep tahammül çerçevesi içinde kalır.. ve tabii dünyalar kadar vâridat bırakır öyle gider.
Aslında bunlar, Allah, insan sonra da varlık ve hâdiselerin Hak’la münasebetini kavrayabildikleri ölçüde, hayatın keyfine, lezzetine, neş’esine ve ruhânî hazlarına o kadar açılırlar ki, her gördükleri, her duydukları, her değerlendirdikleri şey, onlara pek çok irfan kapısını birden açar ve nazarlarını sürekli varlık ötesi hakikatlere çevirir. Hem öyle bir çevirir ki, artık böyleleri her gün, her hafta yeniden bir kere daha hayata uyanır; mütemâdiyen ışıktan yollarda yürür; ufkî geçişlerle dünya-ukbâ sahilleri arasında gelir-gider ve duyup zevk ettikleri her şeyi bir saâdet vaadiyle paylaşırlar. Onların, Yüce Yaratıcı’nın lütuflarına açık duyguları, emme-basma tulumbaları gibi her zaman onların ruhlarına itminan ve huzur pompalar. Yer yer hâdiseler, gönül diliyle, onlara hayatın mûsıkîsini duyurmak için bir mızrab gibi onların ses veren tellerine dokunur; dokunur ve onlara çok az kimseye nasip olmuş çocuk neş’esi tadında ve âşık bir kalb gibi dolgun ne zevkler, ne lezzetler ilham eder!
Onların ufkunda her mevsim, bir sabah ihtişamıyla doğar; her saat apaydın ve yumuşak, vadettiği şeylerle de inşirah dalga boylu, cıvıl cıvıl ve olabildiğine lezzetli, ebediyet televvünlü olarak gelişir ve onların içine akar. Onlar hayatlarından memnun, kaderlerinden hoşnut ve sürekli bir dua tavrıyla içlerini Yaratan’a boşaltır ve hiçbir psikoterapiyle ulaşılamayan bir ruh ve irade mukâvemetine ulaşırlar. Ara sıra havanın kararıp, zirveleri dumanların tuttuğu zamanlarda da, dilleriyle, edâlarıyla birdenbire değişir; recâ ile Hakk’a el kaldırır; mehâfet ve mehâbetle boyunlarını büker; O’nun şefkatine sığınır ve kalb diliyle O’na ne nağmeler sunarlar.! Gönüllerinin duruluğunda emeller ve hülyalarının enginliğinde arzularla, hayatları uhrevî buudlu ve talihleri gökyüzündeki yıldızlar gibi pırıl pırıl hep aşkın yaşarlar.
Bazen, hemen herkes için, dolu dolu lezzetlerin her yana sindiği, ve her şeyi fevkalâdeliklere yükselttiği öyle müstesna zamanlar olur ki, insan talih kuşunun başına konduğunu hissediyor gibi olur.
Aslında dikkat edilse bu coşkun hayat çağlayanı, her zaman duyulabilir.. her zaman gönüller, ruhların uçuştuğu âleme geçebilir.. ufuklar sürekli yol gösterebilir.. ışık her zaman karanlığı bozguna uğratıp onun otağına oturabilir.. ve aşkla yanan sîneler her zaman ebedî vuslatın elinden şerbetler içebilir. Yeter ki, zâviye belirlenip, kalbin balansı da ona göre ayarlansın...