KAOS VE YEŞEREN ÜMİTLER-1

Hiçbirimiz, zamanın, bize ait çerçevesi içinde kalmaya razı değilizdir; ya hayallerimizle geçmişin enginliklerinde seyahat eder hamâset soluklarız ya da ümitlerimizle hep geleceğe doğru kanat çırpar; iman, Hakk’a güven ve O’na itimatla kurguladığımız senaryoları yaşarız; yaşar ve nice film gibi dünyalara açılır, hayallerimizde nice filmler çevirir, nice hakikatle hiçbir bağlantısı olmayan hülyalara girer ve nice zihnî görüntüler arkasında koşarız.

Ferah fezâ bir geçmişi olan, daha doğrusu böyle bir geçmişi olduğunu kabul eden herkes, zaman zaman iç âleminde geçmişe seyahatler tertip eder ve sürekli mazinin ovalarında-obalarında, köylerinde-kasabalarında dolaşır ve bir türlü eski günlerin çerçevesini aşamaz. Genç, dinamik ve dünyaya açık nesiller ise, biraz yaşama ümidi, biraz mazisizlik, biraz da hayalperestliklerinden ötürü, hep kendilerini geleceğin tül pembe rüyalarına salar ve şimdilerde bulamadıkları âsûde iklimleri istikbalin koylarında ararlar.

Her iki mülâhaza içinde de birer hakikat payının bulunduğu muhakkak; ancak, hem geçmişi kendi değer ve dinamikleriyle bugünlere taşımak, hem de geleceğe tam hulûl edebilmek, bugünün, bir santiminin dahi zâyi edilmeden rantabl değerlendirilmesine bağlıdır. Evet, duygularımızın daha duru, düşüncelerimizin daha engin, gönüllerimizin daha sevinçli, ruhlarımızın daha coşkun, bünyelerimizin daha sıhhatli, zamanımızın daha bereketli, ekonomimizin daha dinamik ve devletler arası münasebetlerimizin daha tutarlı, daha imrendirici olduğu bir çerçeve içinde, geleceğin plân, proje, strateji ve uygulamalarını bugünden başlatabilir ve her mevsimde gerçekleşmesi gerekli olanı da gerçekleştirebilirsek, geçmiş-gelecek-hâl bir vahidin üç yüzü hâline gelir ve biz bu birkaç zamanı, hem de kendi derinlikleriyle aynı anda yaşayabiliriz.

Türk tarihinin altın çağları hep bu esprinin kavrandığı zamanlara rastlar. Şimdi eğer sesimizi tutarak, hafızalarımızı harekete geçirerek kendi tarihî perspektifimize sahip çıkabilirsek, bir zamanlar dalga dalga dünyanın dört bir yanına yayılmış kendi sesimizi, kendi sözümüzü derleyip-toparlayıp bir kere daha dinleyebilir; teneffüs ettiğimiz atmosferden ebediyetin enginliğini duyabilir ve onu duyabildiğimiz ölçüde de içlerimize sevinç olup akan talihimizin tebessümleşen emin ve âsûde dünyalarını, tıpkı ciğerlerimizi oksijenle doldurduğumuz gibi, huzur ve itminanla doldurabiliriz. Başka dünyalarda bin bir hesabın uyuşup bu yekûne varması, birbirinden farklı, ama birbirinin tamamlayıcısı, bütün vâridat kaynaklarının bütünleşerek aynı noktaya akması bile duygularımıza kat’iyen bu zenginliği veremez.

Bir zamanlar, bu değerler bize o kadar yabancılaşmıştı ki, bu ayrılığı hissetmeyecek kadar vahşileşen duygu ve düşüncelerimizle, bizden kopup giden şeyler karşısında “elveda” deme ölçüsünde olsun vefa hissimizi ortaya koyamamıştık. Evet, elveda yüksek mefkûremize! Elveda büyük millet olma şuuruna! Elveda dünya muvazenesindeki yerimize! Elveda tarihin ruhuna hürriyet, hak, adalet anlayışını üfleyen gönüllere! Elveda şefkat, merhamet ve istikamet atkıları üzerinde örgülenmiş esâtîrî millete! Elveda hayat felsefemize ve toplum telâkkilerimize! Elveda bütün değerlerimize ve değerler üstü değer taşıyan kriterlerimize diyememiştik.. diyememiş ve koskocaman bir tarihin yağmalanmasına ve şurada-burada çürümeye terk edilişine sessiz kalmıştık. Dahası, bu dünya en hoyrat tecavüzlerle sarsılırken, sarsılıp her gün kendi özüyle alâkalı yüzlerce cevherin sağa-sola saçılışını, her şeyin ürperten bir tükenişi haykırdığını duyamamıştık.

Keşke, temel dinamiklerimizin bir bir sarsıldığı, büyük millet olma büyüsünün bozulduğu ve bize ait birkaç bin senelik ölçülerin, değerlerin, güzelliklerin, tıpkı seylâplar önünde sürüklenen kütükler gibi devrilip gittiğini o ilk gün fark edebilseydik.! Ve keşke, her biri kendi kendine bir güzellik unsuru onca ruh ve mânâ köklerimizin, bu köklerle örgülenen nizamların, ahenklerin, insanımızın ortak ve kolektif anlayışından doğan medeniyet telâkkimizin, değişip dağılacağını, başkalaşıp kendi kendini yok edeceğini daha önceden sezebilseydik!

Vaktiyle bütün benliğimizle sevip değer verdiğimiz, millî ve dinî hasletlerimizin, götürülüp tarihe gömüldüğü o dönemde, hafızalarımızdaki bulanık resimlerde, soluk hatıralarda ve hasret renkli birkaç çizgide olsun vefamızı ifade edebilseydik! Heyhat, millet hafızası ham hayaller ambarına döndürüldü ve millet ruhu şeytana armağan edildi.

Bir zamanlar, hep aşk u şevk, muhabbet ve birbirine karşı gönülden alâka ile irtibatlı milletimiz, o meş’ûm dönemde, sürekli zeval ve fanilik duygularıyla sarsıldı ve müthiş bir çaresizlik ile kaderinin acı tecellileri karşısında, Yakûb gibi: “Tasa ve dağınıklığımı sana şikayet ediyorum Allahım” deyip inledi.

Mazi, bir bilgi, bir düşünce, bir ahlâk ve bir kültür harmanı ise, o, taze, canlı ve bugün olan yanlarıyla topluma mâl edilip mutlaka hâlleştirilmelidir. Bu yapılmayıp da onun kötü yanlarının bahse konu edilmesi ve ondan intikam alınması ne mümkündür, ne de yararı vardır. Bence, bunca yıllık mazlumiyet, mağduriyet ve perişaniyetin, hamiyetli ruhlarda üst üste heyecanlar hasıl ettiği bir dönemde, daha azimli ve daha şuurluca yaşadığımız çağın üzerine giderek ona mutlaka kendimizi ifade etmeli ve dünyayı yeniden şekillendirecek kendi mânâ köklerimize sahip çıkmalıyız. Geleceği belirleyecek bu perspektiftir.. ve şu yaşlı, tutarsız, dermansız dünyanın da buna ihtiyacı vardır. Kim bilir, belki de bizim dirilişimiz bütün dünyanın da dirilişi olacaktır.

Şimdilerde zaman, geçmişi geleceğe taşıyan; taşıyıp aşılayan bir rüzgâr gibi esiyor. Hâdiseler, ümit ve azimlerimizi şahlandıran birer ses ve birer nefes olarak ruh ufkunda, tıpkı cennet kapılarının gıcırdayışlarını aksettiriyor gibi gelip gelip gönüllerimize çarpmakta. Öyle ki, bir füze ile semanın mavi derinlikleri içinde seyahat ediyormuşçasına dolaştığımız her yerde, varlığın O’na bakan yanlarıyla beslenen ve o muhteva zenginliğiyle çağlayıp vicdanlarımıza akan, çehrelerimizde tebessümleşen, dillerimizde aşk u şevkin “hay-huy”u hâline gelen ve bir tatlı serinlik ile hicranlarımızı vuslata, hasretlerimizi maiyyete ulaştıran; derken bize, kendi var oluşumuz içinde zaman-üstü, mekan-üstü “oluşum”ların kapılarını aralayan bir lâhûtîlikle iç içe yaşarız.

Aslında, şimdilerde dünya, tarihin dölyatağında gelişen ve her bucakta renklerin en büyüleyicisine, seslerin en tesirlisine kapanan öyle bir nevbahar arefesinde bulunuyor ki, her gün birkaç defa âtîyi iman ve ümitlerimizin ufkunda güneşler gibi temâşâ ediyor ve ilâhî ihsanların, meleklerin kanatlarında yağmur damlaları gibi, ova-oba her vadiye sağanak sağanak boşaldığını duyuyor, yıldırım ve şimşeklerin kol gezdiği yerlerde sürekli rahmetle sarmaş-dolaş oluyoruz.