Mabed
Bu ülkenin en önemli bir güzellik buudunu, hiç şüphe yok ki, dört bir yanda şaha kalkmış gibi mehip mehip duran mabetler teşkil eder.. ve mabetin içli, derin ukbâ buudlu güzelliğine denk bir başka güzelliğin bulunması da mümkün değildir.
Mabet; madde âleminin serhaddinden ötelere açılmak için hazırlanmış bir liman ve insan ruhunun derinliklerine ulaşabilmek için de bir tahtelbahir (denizaltı) mesabesindedir. Mabete gönül gözleri açık olarak girebilen her talihli, aynı zamanda upuzun bir seyahate karar vermiş ve baş döndürücü ukbâ güzelliklerini temâşâya da azmetmiş sayılır. Mabetin içinde geçirilen zamanlar, eğer şuur, his ve kalb refaketinde geçirilebilse, saatler, dakikalar, saniyeler, hatta âşireler ebedî bir ömrü netice verecek kadar bereketli olabilir.
Evet, mabete adımını atan her gönül sahibi, onun tedayi ettirdiklerini düşüne düşüne ve bu düşüncelerden sînesine akan varidâtı hissede ede, âdetâ uhrevîleşir ve benliğinin derinliklerinde, sürekli öteleri duymaya ve eşyânın perde arkasını mırıldanmaya başlar. Evet mabetde, hemen herkes, kendi gönlünde olduğu kadar, diğer insanlardan ve çevresindeki eşyâdan -estağfirullah- her biri binlerce rüyâ ve hülyânın anahtarı, duygularımızla bütünleşmiş mabetin o ukbâ renkli aksesuarından en derin bir şiiri dinler, en bayıltıcı mana tomurcuklarını koklar. Şiirin en güçlü unsurları sayılan ışıklar, sesler, burada insan ruhunu bütünüyle sarar ve ebediyyen hatırdan silinmeyecek edâlara ulaşırlar. Hele, mübarek gün ve gecelere ait tat ve şivenin buğu buğu her yanı sardığı dakikalarda, mabet, akıl almaz bir füsûna ulaşır.. ve güya göğün renkleri, ruhânîlerin sesleri gelip gelip ruhlara doluyor gibi olur; olur da, bu semâvî büyü ile hayat ve kâinat daha esrarlı bir hâl alır. Bu sihirli dünyada seyahate azmedenlere mabet, en büyük mürşitler, en olgun ruh insanları gibi varlığın perde arkası sırlarını fısıldar ve onları sonsuzun serhatlerinde dolaştırır.
Dünyada mabet kadar vakûr, mabet kadar mehîb, mabet kadar sonsuza açık ve mabet kadar füsûnlu başka bir mekan hatırlamıyorum. Orada, âdetâ semânın ışıkları, avize ve kandillerin ziyalarıyla bütünleşir ve gönüllere akmaya başlar. Derken âdiyattan olan şeyler bir bir fevkalâdeleşir ve her taraf efsânevî bir güzelliğe bürünür.
Hemen her zaman mabetde, gizli gizli esip duran ve ancak uyanık gönüllerin sezebileceği, vicdânın âşinâ olduğu ve ruhun bir ömür boyu arayıp durduğu öyle bir “ünsi esintisi hissedilir ki, insan, tıpkı çiçeklerin içine giren bir kısım mini böceklerin lezzetle aynîleşmeleri gibi, onu ayn-ı haz olarak duyar ve yaşar.
Mabetin asıl sesi ve mûsikîsi, her zaman derûnunda yankılanan şuur ve idrakten gelir. Evet o, her an değişen ayrı bir duygu tufanıyla, ancak temiz ruhların sezebileceği, ibadete ait derin manalardan, bu manaların hayâllerdeki büyüleyici şekillerinden iklimine sığınan ruhlara öyle mahrem şeyler fısıldar ki, insan, varlığın ezelî nefahâtle sarıldığını hisseder; hisseder de, ruhundaki ihtiyaçların, arzuların, beklentilerin hemencecik yerine getirileceği bir kapının önünde olduğunu sanır.. ve bir coşar bir coşar ki; sanki bulunduğu yer yedi kat göğün üstüymüş ve o da bu makamın şerefli sakinlerinden biriymiş gibi, en baş döndürücü manzaraların, en ürpertici solukların ve en çarpıcı televvünlerin, hem de bilmem kaçını iç içe görüyormuş ve duyuyormuşcasına hayretlerle irkilir, irkilir de, ruhunda, denizlerin derinliklerindeki dev dalgaların yüzlercesinin, binlercesinin çarpışmasını birden yaşıyormuş gibi zevkten ürpertiye, ürpertiden zevke geçer durur.
Mabet hiçbir zaman bütün bütün susmaz ve susmamıştır da.. aksine o, her an ayrı bir dalga boyunda gürleyip durmuştur. Bütün seslerin kesildiği, bütün heyecanların söndüğü ve atmosferin hazanla tir tir titrediği dönemlerde bile o, ruhunun derinliklerinde her zaman bir şeyler mırıldanmış ve bize ümit soluklamıştır. Evet o; hiç durmadan hep birşeyler fısıldamıştır ama, bilmem ki milletçe, onun anlatmak istediği hususların kaçta kaçını anlamışızdır.
Evet mabetden ve mabetin uhrevî nağmelerinden rahatsız olan bir kısım yarasa topluluğunun, onun kendince konuşmalarına hacr koydukları dönemde bile o, az bir üslup farklılığıyla hep “haydin felâhai demeye devam etti. Ben hâlâ onun, rikkatime çok dokunan o zamanki garip çığlıklarını düşündükçe; sanki mabet, kendi mana ve muhtevâsını ifade etmek için, ağzını açıyormuş da, bir kısım karanlık güçler onun kendine has sırlarını açmasına fırsat vermeyip, ağzına fermuar vuruyorlarmış gibi gelir bana.
Çok defa önünden veya bir kenarından geçip giderken seyrettiğimiz mabet ve çevresindeki külliye, meşrûta, imaret veya şurada burada küme küme salınan ağaçlar, ruhlarımıza öyle derin, öyle ledünnî şeyler fısıldarlar ki, duyup anladıklarımızın onda birini bile en büyük filozofların anlatması mümkün değildir. Mabetin gerçek güzellik ve derinliğini anlamak için onun gözleri ve gönülleri dolduran cennet ikliminde doğmak, onun aydınlık harîminde hayata uyanmak lâzımdır. İşte o zaman mabet herşeyiyle ruhlarınıza öyle işler ve gönüllerinizi öyle büyüler ki, kendinizi ukbânın meşcereliklerinde sanırsınız...
Bir zamanlar mabet, manalarla, duygularla dopdolu, en ledünnî hislerle taşkın ve semtine uğrayanlarla konuşan, dertleşen, içini çeken, içini döken, onların sevinç ve tasalarını paylaşan bir canlı gibiydi. Günde birkaç defa ona ulaşabilenler, içlerini boşaltır, gamdan, kederden uzaklaşır ve öteler adına azıklarını alır, sonra da bir uhrevî seyahate hazırlanmış gibi beklerlerdi. O zamanlar mabet, öyle bir rüya ve hülyâ ülkesiydi ki, insan orada bütün derinlikleriyle gerçek huzuru ve mutluluğu bulur.. rûhî ve bedenî hazların en erişilmezlerine ererdi. Gözleri ötelerin ufuklarında olanlar için orada herşey, sanki daha önce bir başka yerde görülmüş, tanınmış gibi sımsıcak, içli ve âdetâ ruhlarının aksesuarı gibiydi.. oraya adımlarını atar atmaz, birden bire cismâniyetin pancurları aralanıyor gibi olur; o aralıkların genişlikleri nisbetinde, ötelere ait güzellikler ve ışıklar, onlardan içeriye akmaya başlar ve gelir namaz kılanların sînelerine dökülürdü.. veya biz öyle itikâd ederdik...
Hayatını, ev-iş-mabet arası bir kaneviçe gibi ören bahtiyarlar, günde birkaç defa, gökleri ve gökler ötesi âlemleri, hem de o baş döndürücü armonileriyle, düşünce dünyalarından geçirir, bir meşher gibi tekrar tekrar temâşâ eder ve bu semâvî ziyafetin çevresinde, bal özü arayan arılar gibi hazdan hazza uçar dururlardı.
Mabeti düşünüp de, arzuları, istekleri, emelleri yıldızlar kadar çok olan mü’min gönüllere ondan fışkıran ziyayı, nuru, lezzeti, huzûru, hazzı ve zevki hatırlamamak mümkün mü?
Şimdi mabet, bilhassa, ona eski fonksiyonunu kazandırmanın yolları arandığı şu günlerde, kırılmış mızrabı ve gevşemiş bam teliyle, boynu buruk, yeniden onu konuşturacak, gökten indiği günlerin tat, lezzet ve şivesine ulaştıracak sihirli eller ve sihirli diller beklemekte. Öyle bir el, öyle bir dil ki, çağın bütün vefasızlıklarına rağmen, mabete o mümtaz şivesiyle, o ince üslûbuyla, kendi şiirini söylettirsin; söylettirsin de, bütün uyuyan gönülleri uyarsın ve o keskin büyüsüyle her sîneye girsin. Evet, dört bir yana, binlerce telden binlerce nağmeler yayarak cihanı öyle bir velveleye versin ki, duyanlar: “İsrafil Sûr’a mı üfledi, yoksa Hz. Muhammed mi -sallallâhû aleyhi ve sellem- dirildii desinler..