Bir talebe olarak okullarda tebliğ metodumuz nasıl olmalıdır?
Peygamberlerin gönderilme gâyesi teblîğdir. Öyleyse bize düşen en mühim ve hayatî vazîfe de mükellef olduğumuz hususları anlatma, tebliğ etme olacaktır. Eski ve yeni bu mevzûda aklımıza gelen bütün metod ve usûlleri yeniden gözden geçirip devrimize tatbîki mümkün olan ve neticeye götürücü olduğunu kabul ettiğimiz prensipleri pratiğe dökme en birinci vazifemizdir. Mes'eleyi sadece talebe çerçevesine sıkıştırmak da doğru değildir. Belki Allah karşısında mükellef olan herkes usûlü dâireşinde herkese hizmet vermelidir.
İnsanoğlu, hayat boyu âdeta hep talebelik eder. Diğer bir ifâde ile, insan için en mühim, en hayatî mektep hayattır. Husûsî ma'nâsiyla mektep,ancak hayatın cüz"ı bir kısmına âit mes'eleleri üzerine alıp tekeffül edebilir. Orada, tecrübeli üstad ve hocalar, edindikleri mâlumatla bu tecrübeleri hallâç eder ve çıraklarına aktarmaya çalışırlar. Halbuki geniş ve umumi ma'nâsıyla hayat mektebinde herbir fert, hem bir çıraktır hem hoca hem de üstâd. O, bir taraftan öğretirken diğer taraftan yeni yeni şeyler öğrenme durumundadır.
İrşad ve teblîğ vazifesinde de durum farklı değildir. Okul ve mektepler onun sadece bir bölümünü üzerine almıştır. Orada edinilen mâlumatla insan ancak belli bir seviye katedebilir. Eşyâ ve hâdiselere bakışı değişir, ufku genişler. Kendi durumundakilere de aynı zamanda irşâd ve teblîğ namına hizmet götürebilir.
Fakat, vazife sadece ona münhasır değildir. Hayata atıldıktan sonraki dönemde de hem kendi birşeyler öğrenecek hem de elde ettiği fikir meyvelerini çevresinde bulunanlara takdîm etmeye çalışacaktır. Onun için her bir fert yaş ve seviye ne olursa olsun, anlatılması gereken hususları etrâfına anlatmak mecbûriyetindedir. Bu onun en hayatî vazifesidir.
Zaten bizim varlık gâyemiz de budur. Zira Cenâb-ı Hakk, "Ve mâ halaktül cinne vel-inse illa liya'budûn" buyurarak, insanların ve cinlerin yaratılış gâyesinin O'na kulluk olduğunu bildirmiştir. İşte herkes, bu kulluk anlayışında yarışacaktır. Bu yarışta kimisi takılıp yolda kalacak, kimisi de zirveleştikçe zirveleşecek ve Allah katında en büyük ve yüksek payeyi elde eden zümre arasına girmeye hak kazanacaktır.
Allah'ı bilmek ve ona kul olmak fıtratın gâyesi ve yaratılışın yegâne neticesidir. Kulluk bir taraftan dinleme, anlatma,kabûl etme, yaşama, hayata maletme gibi husûsiyetleri gerektirirken, aynı zamanda düşüncede berraklık ve sadece kendi yaratıcısını düşünme ufkuna ulaşmayı da hedefleyen ağır ve o nisbette de mübeccel ve mukaddes bir vazifedir.
Cenâb-ı Hakk, Bakara Sûresinin 21. âyetinde de meâlen şöyle buyurmakta ve kulluğu emretmektedir: "Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk ediniz. Umulur ki böylece takvâya erersiniz"
Rabbinize kulluk edin. O Rab ki, sizi ve sizden öncekileri O yaratmıştır. Hilkat ve yaratma O'na âittir. Sizi O var etti. Hilkatinize medar olabilecek ilk elemanları, parçaları, parçacıkları yaratan da O'dur. Yani sizce "evvel" diyebileceğimiz şeyleri yaratan da O'dur. Veya başka bir ma'nâsıyla sizden evvelki insanları yaratan da O'dur. O nicelerini kırıp geçirmiş ve yerle bir etmiştir. Yeryüzünde böbürlenip gezen Firavunları, Nemrutları, Şeddatları ne hallere sokmuştur. Çalım satan Romayı, Bizansı, Yunanı hatta bir bakıma, Selçukluları, Osmanlıları âyât-ı tekvînîyesiyle bir enkâz haline getirmiştir... Ve onları bütünüyle yaratan da O'dur. Sizi de O yarattı. Öyleyse gücü herşeye yeten bu Rabb'e kullukta bulunun. Mazi, hal ve istikbâli bir ibret tablosu gibi gözünüzün önünde bulundurun. Ta ki; takvâ dâiresine girmiş olasınız. Böylece, hayatınızı en iyi şekilde değerlendirme imkânını bulacak, AIlah'a karşı en saygı duyan insanlar haline gelecek. Allah'tan en çok korkan olacak ve yolun en doğrusunda yürüyerek hayatınıza gâye olan hedefe ulaşacaksınız
O Allah ve O Rab ki, yeryüzünü sizin için bir döşek rahatlığı içinde hazırlamıştır. Öyle ki, ihtiyâcınız olan her şeyi burnunuzun dibinde ve yanı başınızda hazır bulabiliyorsunuz. Sanki siz, o döşekte bir hastasınız da sizin ve bu konağın sahibi Zât, yani: Kevn'ü mekâna hükmü geçen Allah (c.c.) size bir azîz misafir gibi ihtimâmla bakıyor.
Evet, yeryüzü bir firaş ve bir döşek rahatlığı içindedir. Eğer bir yerinde ufak bir arıza olsa iflâhınız kesilir de dünyâ size dar gelir. O sizin için herşeyi kolaylaştırmıştır. Yemeğiniz ayağınıza kadar gelmektedir. Ve yatağınızda sizi bir yanınızdan diğer yanınıza çevirmektedir. Eğer normal yataklarınızda yatarken, sağa sola dönme hikmetini araştırarak bu âyeti düşünecek olursanız, sanki bu âyet, semâ yüzünü yıldızlarla yazılmış da sizin müşâhedenize arz ediImiş ve siz bu müşahadeyi tatlı tatlı, istirâhat ettiğiniz yumuşak bir döşek üzerinde yapıyorsunuz.
Sonra O, semâyı sizin döşeğiniz üzerine bir çatı ve tavan yaptı. Semâ ile yer arasında dâima bir alış-veriş vardır. Semâ ışık gönderir, yerde rüşeyınler başlarını çıkarır, sular buhar olur göğe yükselir ve sonra yağmur halinde yine yere inerIer. YıIdırtmların kendilerine göre faydaları vardır. İçeceğiniz suları menbalarından size ancak Allah akıtır. O size yeryüzünü bir döşek gibi, hazırlamıştır; fakat hazırlayıp da bırakmamıştır. Oranın tertemiz kalmasını da yine O te'min etmektedir. Eğer semâyı başınıza tavan yapmasaydı, bu temizlik ve nizâm olmayacaktı. Otlar baharda çıkar, sonbaharda sararır solar, kışın da tamamen kurur gider ve toprağa taze bir kuvvet olurlar. Bu ameliyenin dahi, temizlikle alâkalı yönü ne hârikadır. Ve yeryüzünde, sadece temizlik cihetinden görülebilecek binlerce hârika iş var...
Siz de size bu kadar teveccüh eden ve başınızdan aşağı sağnak sağnak nimetlerini yağdıran Rabbinize teveccüh edin ve O'na karşı kullukta bulunun.
Bakın, bu işler binbir hikmet ve maslahatla, sizin etrafınızda hâlelenmiş, çevrelenmiş ve hepsi birer rızık olarak size koşuyor.Apaçık görüyorsunuz ki.maddî manevî rızkınız, gözünüzün ziyâ rızkı, ağzınızın tad rızkı, kulağınızın ses rızkı, midenizin binlerce yiyecek ve içecekle alâkalı rızık,evet, bütün bunların hepsi size O'ndan geliyor. Bunları size verirken kendi işine başkalarını karıştırmıyor. Öyleyse insaflı olun da, siz de O'na olan kulluğunuzda, başkalarını karıştırmayın. Gizli açık, küçük büyük şirkin her türlü çirkinliğinden kendinizi koruyun, muhâfaza edin.
Bütün sebepler ârizîdir; hiçbirinin hakîki vücudu yoktur. Eğer sebeplere tevessülü bize, bir vazife olarak yüklememiş olsaydı; bizler hiçbir sebebe mürâcaat etme lüzumunu duymaz, hatta bunu bir şirk kabul ederdik. Ancak hikmet yurdu olan bu dünyâda her şey sebeplerle içli-dışlı geldiğinden dolayı, biz de onlara sadece âdi şartlar nazarıyla bakıyoruz. Ancak gözümüzü diktiğimiz sâbit ve değişmeyen nokta sadece sebepleri elinde tutan Zât'ın Kudret elidir. Ve bizim kulluğumuz da işte O Zât'a mahsûstur.
Sevinç ve sürur halinde insan bazan bu dengeyi tam koruyamaya bilir. Onun için gelen nimetler karşısında çok dikkat edilmelidir ve Cenâb-ı Hakk'a şerik koşmayı işmâm edebilecek her türlü söz ve hareketten kaçınmalıdır. Bu mevzûda gösterilmesi gereken hassasiyet, herkesin kurbiyetiyle doğru orantılıdır.
Mârifetullah adına vicdanınızda hâsıl olacak ruhânî zevk ve mânevî lezzet nimetini tattığınızda, o hava ve edâya yakışır şekilde Rabbinize kullukda bulunun! Kalbinizde bir an dahi başka bir mihrâba teveccüh hissi belirmesin. Öyle bir meyil hissettiğinizde, derhal kendinize gelin ve "Lâilâheillallah" deyin. İşte bu şuûr içinde yapacağınız kulluk sizin hayatınızın gâyesidir. Ve bu gâyeye götürücü her türlü hizmet anlayışı öyle bir vecîbedir ki, peygamberlerin gönderiliş hikmeti, işte, bu vecîbeyi ifâ hakîkatına dayalıdır. İşte bizler böylesine kudsî bir vazifeyi omuzlamış bulunuyoruz. Bu mevzûda hizmet bir fazilet yarışıdır. Ve bu sahada hizmet verenler de dünyânın en faziletli insanlarıdır.
Mes'eleye bu zâviyeden ehemmiyet atfederek bakan bir insan için, riyasete giden kapılar ardına kadâr açılsa ve ona buyur reis-i cumhûr ol dense, eğer mutlaka ikisinden birini tercih durumunda bırakılsa muhakkak o bu vazifeyi diğerine tercih edecektir. Zira o bilmektedir ki bu, nebîlere, sıddıklara âit bir vazifedir. Orada Allah Rasûlü vardır. Hz. Ebûbekir, Ömer, Osman ve Ali vardır. Büyük ölçüde beri tarafta var olanlar ise, Cengizler... Ma'nen beslenmemişler ise içinde binbir kinin, nefretin yalanın kuyruğunu dikip akrep gibi gezindiği bir vâzifedir. Halbuki diğeri nur hüzmeleri ile ve nurânîlerle her zaman ışıl ışıldır.
Dünyâda bir hayat yaşıyoruz ki gelişimiz elimizde olmadığı gibi göçüp gidişimiz de elimizde değildir. Ancak, bu hayatta sırasını savmak için bekleyen bir insan olmaktan kurtulup, kademe kademe yükselerek Cenâb-ı Hakk'ın râzı olacağı bir hayat şekline dönüşdürmemiz de mümkündür. O da evvelâ, imânın rükünlerini hazmederek ruhlarımızı onlarla bütünleştirme ve vicdânlarımızı ma'rifet-i ilâhî adına birer bal peteği haline getirme; daha sonra da îmâna ait mes'eleleri, ibâdet yoluyla "aynelyakîne" yaklaştırarak ihsan şuûruna erme ve İslâm rükünlerini mâhiyetimize derc edilmiş birer meleke yapma, derken kendimiz adına elde ettiğimiz bu meziyetleri cemiyete taşıma ve hayatın her sahasında hâkim kılma, herkesi ve her yeri aydınlatmakla kâbildir.
Günümüzde, ister 'Türkiye isterse başka bir İslâm ülkesinde düşünce ve fikirler İslâma karşı çok yabancılaştırılmış durumdadır. Müslümanlık âdeta hayatın dışına itilmiş gibidir. İlim ve teknik sürekli dine düşman gösterilmiş ve kitleler aldatılmıştır. Binâenaleyh, İslâm, Kur'ân ve îmâna ait mes'eleleri çok iyi bilmek şarttır. Evet, bize âit bu ulvî ma'nâların şimdilik bazı yerlere girmesi zordur. İşte o zoru zorlamadan, sindire sindire ve yavaş yavaş bu nurlu mânâları oralara da hâkim kılma hakîkaten sabır isteyen ve aceleci fıtratların bir türlü anlayıp idrâk edemedikleri teennîyi gerektiren bir usûl ister ki hedefe varmak mümkün olabilsin.
İrşâd vazifesini hakkıyla yapabilmek için bazı hususlara dikkat edilmesi gerekir. Şimdi bunları hülâsa halinde takdîme çalışalım:
Birincisi: Muhatabın ruhuna girme yolları araştırılmalıdır. Bu insanî bir yaklaşım şeklidir. Hediyeleşme veya ona âit bir sıkıntıyı bertaraf etme gibi, esâsen dinin ruhunda bize emredilmiş olan hususları pratiğe dökmeli ve muhâtabımıza o yollarla yaklaşılmalıdır. Aslında bu mes'eleyi belli kalıplara dökmek, fikir vermesi bakımından faydalı olsa bile, işin özünü, ruhunu dondurması açısından değerlendirilecek olursa bazı zararları da melhuzdur. Onun için biz, mevzûnun elastikiyetini koruyarak şöyle demeyi uygun buluyoruz: Muhâtabımızın gönlüne girebilmek için her meşrû yol denenmeli ve muhakkak surette bu iş halledilmelidir. Yani kendisine bir şeyler anlatacağımız insan, evvelâ bizim şahsî dostluğumuzu kabûI etmelidir. Bu ona vereceğimiz düşünceleri kabûlde mühim bir faktördür ve ihmâl edilmemelidir.
lkincisi: Muhâtabımızın inanç ve kültür seviyesini iyi bilmemiz gereklidir. Meselâ, ona açıp okuyacağımız Kur'ân dahi olsa, eğer bu onu ürkütüp kaçıracak ve bir daha bize yaklaşmayacaksa, o esnâda ona Kur'ân dahi okunmamalıdır. Esasen Kur'ân misâlini bazı eserlere telmîh için söylemiş oldum. Ona okuyacağınız kitabın her satırı ruh ve kalpleri fetheden ilhâmlarla köpürüp dursa bile ruhen buna hazır olmayan insanlara onu okumak İslâm da'vâsına karşı kapalı bir ihânettir,
Cenâb-ı Hakk, yeni doğmuş bir bebeğe rızık olarak evvelâ "Ağız" denilen bulamaç gibi bir mâyi yaratıyor, daha sonra süte geçiliyor..ve tedrîcen çocuk büyüdükçe ona vereceğimiz gıdanın da şekli değişiyor. İşte, bu fıtrat kanunu ruh terbiyesinde ve ma'nevî beslenmede de aynen geçerlidir. Cenâb-ı Hakkın, tekvînî âyetlerinde bize gösterdiği hususları cümle cümle,satır satır, hece hece ve nokta nokta iyice tetkik edip davranışlarımızı ona göre ayarlamak zorundayız. Bazan bu ayarlama yapılmadığından irşâd namına söylenenler, onlarda öyle bir reaksiyona sebep olur ki, daha sonra münâsebetini bulup anlatsanız da, artık fayda vermez. Onun için ilk durumda onun idrâk ve vukuf seviyesini tesbît etmemiz çok önemlidir. Bunu bir büyüğümüz şu sözlerle vecîzelendirir: "Ata et, aslana ot atmayınız!"
Üçüncüsü: Muhâtabınızın i'timâdını kazanmanız da şarttır. O size öyle i'timat etmeli ve öyle bağlanmalı ki, bütün sevdikleriyle tartılsanız orada siz ağır basmalısınız. Çünkü sizin onunla münasebetiniz, sadece Allah içindir. Siz ona Allah için sevdiğinizden dolayı bu sevgi onun gönlünde te'sirini gösterecek ve sıhriyet i'tibâriyle teessüs etmiş sevgi atmosferine; sizin olan bu sevgi ve saygı girecek ve ağır basacaktır. Bu ağır basma o denli olmalıdır ki, sizin yanınız da olmakla yüklendiği ağır mükellefiyetleri diğer tarafın zevk ve safâsına tercih edebilmelidir. Hatta sizin, yoluna baş koyduğunuz mefkûre uğrunda başına gelmesi muhtemel her türlü tehlike ve katlanılması mukadder her türlü çile onun için önceki hayatın rahat ve rehâvetinden daha sevimli olmalıdır. Bu da o şahsın sizi iyice tanıyıp ve size son derece i'timât etmesiyle mümkün olabilecektir.
İşte Asr-ı Saâdetten çarpıcı bir manzara ve müşahhas bir misâl: Utbe b. Velid, Mekkenin en zenginlerindendi. Allah Rasûlünün en büyük düşmanlarından biri de odur. Kavmin en şakîsi ma'nâsına ona,"Eşkal-kavm" denmektedir. Hemen her fitnenin başındaydı. Allah'a isyânın olduğu her yerde başı o çekiyordu. İşte bu şakînin evinde yetişen mes'ûd bir insan vardı, bu Utbe'nin oğluydu, fakat ona hiç benzemiyordu. Allah Rasûlüne sadâkatla bağlanmış ve babası tarafından getirilen -dünyâ adına- bütün câzip teklifleri bir çarpıda elinin tersiyle itivermişti. Adı Huzeyfe'ydi. Baba bütün servetini önüne seriyor ve sadece da'vâsından vazgeçmesini istiyordu. Ama O muallim ve mürşidinden aldığı dersle, gerilimi tam,. inanç ve kanâati de sağlamdı. İki Cihân Serverine aynı teklif getirildiğinde ne demişti? "Güneşi bir omuzuma, ayı diğer omuzuma koysanız yine bu dâ'vâdan vazgeçmem. "İşte onun dediği bu söz, vicdân ve gönüllerde öyle bir te'sir icrâ etmiş ve öyle yerleşmişti ki, bütün sahâbî gibi, ona yapılan böyle bir teklifte alacakları cevap aynı olacaktı. Muallim, gönüllerine işte bu şekilde girmiş ve kalplerinde böyle yer etmişti. Onun adının anıldığı yerde ana-baba-kardeş ve akraba gibi değer hükümleri sukût edip gidiyor ve değerler odağı olarak sadece o kalıyordu.
Dünden bugüne, irşâd eden ve irşâd edilen adına değişen fazla birşey olmamıştır. Dün değişik şekilde cereyan eden bu mes'eleler, bu gün de farklı bir şekilde aynen devam etmektedir. Öyleyse mürşid ve mübelliğler, Allah Rasûlünün gönüllere girme yolunu aynen tatbîk etmelidirler. Aksi takdirde, anlatılan mes'eleler hep havada kalacak ve hüsn-i kabûl görmeyecektir. Bu bir ruhlara nüfûz etme mes'elesi ve gönüllere yerleşmenin adıdır. Düşünmeli ki, Allah Rasûlü kendisini ashâbına bu kadar sevdirememiş olsaydı, sahâbînin O'nun arkasına düşüp Bedir'e gelmesi mümkün olur muydu? Çünkü şartlar tamamen aleyhlerine bulunuyordu. Hem bu ilk savaşta, karşı cephedekiler çoğunluk itibariyle, babaları, kardeşleri, amcaları veya öz evlatlarıydı. Ve onlarla savaşmaya gidiliyordu. Zira işaret güçlü yerden gelmişti. Ve O'nun yolunda ölmeyi herkes cana minnet biliyordu.
Yer yer Allah Rasûlü onları karşısına alıyor ve kendisini tercih etme işini ruhlarına üflüyor ve tenbihlerde bulunuyordu. Meselâ,Kâ'b b: Mâlik'i, Tebûk hareketi esnâsında geriye kalışından ötürü hırpaIamış ve : "Sen bana Akabe'de söz vermemiş miydin? Nereye gidersem arkamdan gelmiyecekmiydin?" diyordu. O da bunlara itiraz edemiyor "Evet, Ya Rasûlallah söz vermiştim. Aslında hiçbir savaşa bugün hazırlandığım kadar hazırlanmamıştım. Fakat bugünü yarına, yarını da öbür güne erteleyince, derken günler gelip geçti; koşup arkadan size ulaşamadım" diyor ve Allah Rasûlünden özür diliyordu. Doğru söylediği ve hak kapısında sebât etmesini bildiği için de affolunmuştu.
İşte, mürşid muhâtabının gönlüne böyle girmeli ve ona her dediğini yaptırabilmelidir. Ancak, şunu da unutmamalıdır ki, talep edilecek hiçbir şey kendi nefsi adına olmamalıdır. Kendi adına talepte bulunanların durumunu Kur'ân-ı Kerim'in ifâdesine göre, temsîl edenler Firavunlar, Nemrutlar ve Şeddatlardır. Halbuki Nebîler bütün taleplerini Hakk namına ve Ümmetleri hesabına yapmışlardır. Bu da çok dikkat edilmesi gereken hassas bir mes'eledir.
Dördüncüsü: Müslümanlığa ait mes'eleler çok iyi bilinmelidir. Herkes aklına gelen şeyleri söylememeli ve felsefe yapmamalıdır. Zira Allah Rasûlü bize gündüzü geceden ayırabileceğimiz ve onlarla hidâyette kalacağımız aydınlık tufanı iki ana kaynak bırakmıştır. Kitap ve Sünnet. Binâenaleyh, İslâm da'vâsı adına birşey anlatırken, bu iki ana kaynağın prensipleri dâhilinde ve mevzûya hâkim olunarak anlatmalıdır. İşin diyalektiğine ve ilzâm etme tarafına katiyyen meyledilmemelidir. Anlatacaklarımız, anlayıp hazmettiğimiz şeyler olmalı ki, muhâtabımız da rahatlıkla alıp gıdalanabilsin. Yine büyük Mütefekkirin ifâdesiyle bizler birer koyun gibi olmalıyız, alıp öğrendiğimiz şeyleri hazmederek süt haline getirmeli ve muhtaç gönüllere süt gibi, bir şifâ kaynağı olarak takdîm etmeliyiz. Kuş gibi yapıp da onlara kusmuk vermemeliyiz. Öyle olunca bu ma'lumat onların ruhuna girdiğinde, hemen ilim ve irfân adına petekleşebilecek, ballaşabilecektir. Aksine, verilen şeyler kusmuk gibi olursa bu duruma gelinmesi elbette ki düşünülemez.
Tabîi ki bu da okuyup belleme, kültür ve bilgi dâiresini genişletmekle olacaktır. Onun için irşâdı bir vazife kabul edenler, mutlak surette vakitlerinin belli bir kısmını okumaya tahsis etmelidirler. Devrin kültüründen mahrûm bir insanın muhâtaba söyleyebileceği birşey yoktur. Veya başka bir ifâdeyle, kültür seviyesi sığ bir insan, irşadıyla meşgul olduğu insanı uzun süre tatmîn edemez. Dolayısıyla, her seviyede insanIa muhâtap olma durumundaki mürşid, en az muhâtabını tatmîn edecek ölçüde mevzûya hâkim olmalıdır. Bu i'tibârla asrının çok gerisinde seyreden bir insanın bugünün insanına vereceği bir şey yoktur, kanâatındayım...
Evet, ısrarla tekrar ediyorum ki, irşâdı hayatlarının gâyesi haleni getirenler ilim ve irfânla mücehhez olmalıdırlar. Boş bir insanın diyeceği şeyler de boştur. Daha ziyâde bu tür insanlardır ki, anlatacakları mes'elelerdeki boşluklarını, şiddet ve hiddetle örtmeye çalışırlar. Bu durumda da muhâtapları, onların hareketlerine reaksiyon olarak,en ma'kûl ve kabul edilmesi kolay bir mes'eleyi dahi kabûle yanaşmazlar.
Cihânı aydınlatacak ve nazarları aydınlık kapıya çevirecek, aydınlık dönemin ışık ordusu inşâallah, her bakımdan ilimle mücehhez olacak, çırak olarak kapılarına mürâcaat eden herkesin eteklerini Muhammedî cevherlerle dolduracak ve onları doyuracaktır.
Beşincisi: Yapılan bütün işler ihlâs ve samimiyet içinde yapılmalıdır. Perspektifte dâima Cenâb-ı Hakk'ın rızâsı bulunmalı ve yapılacak her iş ona göre ayarlanmalıdır. Gidilecek olan yol ve tatbik edilecek olan strateji öncelikle Rabbimizin rızâsı yönünden bir değerlendirmeye tâbi tutulmalı, eğer O râzı olacaksa yapılmalı,yoksa o yol kat'iyyen terkedilmeli ve herhangi bir kimsenin aldatılmasına meydan verilmemelidir.
Allah Rasûlü, Allah yolunda olan cihâdı, sadece Allah'ın dinini yüceltmek için yapılan cihâd olarak sınırlandırıyor. Demek oluyor ki, Cenâb-ı Hakk'ın yüce isminin i'lâsı istikâmetinde kavga veriliyorsa bu Allah içindir. Yoksa, konuşanımızla, yazanımızla sadece kendimizi anlatmış oluruz ki, böyle bir durumda ne samimiyet kalır ne de sevap. İhlâsın bu kadar darbe yediği bir yerde de ne Allah'ın rızasından ne de gönüllere tesir etmekten bahsedilebilir.
Bizden evvelkiler bu işi ihlâsla yaptılar. İçlerinde öyleleri vardı ki, söz söylerken ârızasız, pürüzsüz söyleyince hemen dize geliyor, başını yere koyuyor ve "aman Yarabbi el-İhlâs" diyordu. Ve yine Ömer b. Abdilazız gibi kimseler, yazdıkları mektubu çok belîğane bulunca, gurur ve kibir gelir korkusundan hemen yırtıp atıyor ve başka bir mektup yazıyordu. O devrede İslâmî mes'eleler işte hep böyle bir ihlâs atmosferi içinde anlatıldı. Nefislerine hiç de hoş gelmeyen bir iklîmde Rablerini anlatma âdeta onlarda bir prensip haline gelmişti, mademki nefis böyle anlatmadan pay almıyor, ihtimal, bunda marz-ı ilâhî var dediler ve bunu düstûr edindiler.
Şu satırların azîz okuyucusunun da kimbilir kendine âitböyle nice tecrübeleri vardır. Onun için tekrar söylemek gerekirse, ihlâs ve samimiyet, anlatılan hususların hayatı ve ruhu durumundadır. Anlattıklarımızın yüzümüze çarpılmasını arzu etmiyorsak, ihlâsa sarılmalıyız.
Altıncısı: Mürşid ve mübelliğ hangi seviyede olursa olsun kalbi, dînî ilimlerle, aklı, medenî fenlerle mücehhez olmalı ve bu ikisi ile pervâz eden istidât ve kabiliyetlerini işleterek iç murâkabesine derinleşmeli ve çapına, yapısına göre bu mevzûda ne kadar ledünnileşebilirse ledünnileşmelidir. Bu da yine, bir bakıma yukarıda temas ettiğimiz hususla alâkalıdır; yani ihlâs ve samimiyette buudlaşma demektir.
Allah Rasülü, müteaddit hadîslerinde ihlâs,üzerinde durmuş ve onu insan için en yüce ufuk olarak göstermiştir. Kur'ân-ı Kerîm pek çok nebîyi bize anlatırken bu yönleriyle anlatmış ve ihlâsı nübüvvetin ayrılmaz bir parçası olarak takdim etmiştir.
Hz. Musâ için "O muhlesti" tabirini kullanan Kur'ân-ı Kerîm, Hz. Musâ'nın her hareket ve davranışını, sadece Cenâb-ı Hakk'ın rızâsını tahsîl gâyesiyle yaptığını en vecîz bir üslûpla ifâde ediyor ve bu ifâdesiyle inananlara ihlâs dersi veriyor.
Seyyidinâ Hazreti İbrahim, ihlâs anlayış ve şuûrunun zirvesinde bulunan bir insan olarak hâdiselerin aleyhine cereyân ettiği zamanlarda bile bir anlık sarsıntı ve tereddüte düşmüyor, hatta bir bakıma, meleklerin yardım talepleri gibi meşrû bir teklifi dahi reddederek, O olanlardan haberdar ya, O bana yeter, diyor ve onlardan gelen imdat mesajını "Hasbünallâhü ve ni'mel vekîl" ile savıyor.0'nun için, mühim olan Cenâb-ı Hakk'ın hoşnutluğu idi. Bu düşüncesini, kendine âit en mâsum talepleri dahi gölgeleyemiyordu. Zira O'na Allah'ın dostu mânâsına "Halîlullah" denmişti. Dostluk da bunu gerektiriyordu .
Allah Rasûlüne bir gün "Ey Allahın dostu" denince, "Hayır o İbrahim'dir." buyurdular. Ve yine birgün Efendimiz ma'nâsına "Seyyidünâ" ile kendisine hitâp edilince "Efendimiz İbrahim'dir'' buyurdular. Cevher kadrini cevherfurûşân olan nasıl da anlıyor! İşte ihlâs ve samimiyet, bir peygamber vasfı olmakla. o işi kendine iş edinen insanların da ayrılmaz vasfı olmak zorundadır. Kur'ân her peygamberi ya ihlâs sahibi olarak tanıtmakta. ya da Cenâb-ı Hakk'ın o nebîye ihlâsı emrettiğini nakletmekte.dir. Kur'ân-ı Kerîm'i bir de bu zâviyeden tetkîk edip okumakta büyük yararlar olacağı kanaatindeyim.
Evet, irşâd ve tebtîğ vazifesinin altına girenler,kendilerini kabûl ettirme, başkalarına, te'sir ettiklerine inanma veya müntesiplerinin çoğalmasıyla övünme gibi kaba-saba şeylere saplanacaklarına, davranışlarının Allah'ın rızâsına uygun olup olmadığının murâkabesini yapmalıdırlar. Murâkabe, yani insanın kendi kendini kontrol etmesi... Evet irşâd ve teblîğ adına bu husus çok mühimdir.
Yaptığını niçin yapıyorsun? İşte bunun kontrolü lâzımdır. Eğer mes'elede nefsimize ait bir yön varsa, hemen orada durmasını bilmeliyiz. Meselâ bir yerde oturmuş, bir cemâata nûrefşân bir kitap okuyorsun. Haddizâtında yaptığın güzel bir iştir. Fakat biraz dikkat edince, okuduğun kitabın muhtevâsındaki mes'elelerden ziyâde okuyuş keyfiyetine kapılıp gittiğini ve asıl sana zevk veren, seni cezbeden kendi okuyuşun olduğunu görüyorsun. Hemen orada duracak ya kitabı kapayacak ya da okuması için onu bir başkasına takdîm edeceksin.
Veya bir vâizsin. Kürsüye çıktın, vaaz ediyorsun. Cenâb-ı Hakk'ın ihsânıyla öyle bir bast haline mazhar oldun ki sanki sadece dudaklarını kımıldatıyorsun da kelimeler kendiliğinden dökülüyor. İşte o anda seni konuşturanın kim olduğuna dikkat edecek ve ihsân sâhibini mülâhaza ederek bâşını aşağıya eğeceksin. Eğer bu durumda dahi nefis kendine bir pay çıkarıyor ve sen de buna kapılmış gidiyorsan hemen konuşmayı kesip kürsüden inmesini bilmelisin. Güzel konuşmada da bazan fitne vardır. Ve o fitneden insan Allah'a sığınmalıdır. Dünyâ'ya arkalarında kitleleri sürükleyen nice hatîpler gelmiştir ki, içlerinde, ihlâs sâhibi olanların dışındakiler şimdi, ihtimâl, ötede söyledikleri sözlerin hesabını veriyorlardır.
Burada şöyle müşahhas bir misâl verebiliriz: Diyelim ki biz, her zâman aksatmadan Kur'ân'a ait virdimizi okuyoruz. Öyle ki, onu okuyamadığımız zaman rûhen rahatsız oluyoruz. İsterseniz siz buna alışkanlık da diyebilirsiniz. Biraz sonra da bizi bekleyen bir cemaatla sohbet edeceğiz. Bir kaç âyet okur okumaz, birden bire bu Kur'ân'ı, tam sohbete çıkacağımız sırada sesimi akord etmemiz için okumuş olabileceğimiz aklımıza geliyor ve irkiliyoruz. Vâkıa bu, hergün okuduğumuz Kur'ân'dı ama, yine de Hakk rızâsının dışında başka, mülâhazalara açık olması ihtimaliyle, devam edip etmeme mevzûunda tereddüde düşüyor ve "Allah'ım senin için okumaya başladım ve senin için şimdilik bırakıyorum" diyor, Kur'ân-ı kapatıyor, kalkıyoruz. Evet bizler, iç murâkabeyle, kalbimizin derinliklerinden gelen şeylere göre kendimizi ayar etme mecburiyetindeyiz. Aksi halde etrafımıza müessir olmamız mümkün değildir.
Yeri geldiğinde kendimizi nefyedebilmeli ve kendi içimizde kendi kendimizle kavga verebilmeliyiz. Ve bu kavgada Cenâb-ı Hakk'ın rızâsı aranmalı, O'nun hoşnutluğu istikâmetinde hareket edilmelidir.
Böyle bir ruh haletinin, zaman zaman bir kısım anormal gibi görünen tezâhürleri de olacaktır: Yerinde başınızı sallayacak, yerinde iki büklüm olacak, yerinde inim inim inleyecek. Yerinde secdeye varıp kıvrım kıvrım kıvranacak ama, muhakkak her davranışınızda ihlâs, zamanla, tabiî bir davranış haline gelecektir. Ve artık insan,, gönül rahatlığı içinde, yaptığı herşeyi, gayet kolaylıkla O'nun için yapabilir. O'nun için terkedebilir... O'nun için oturup O'nun için kalkabilir.
Cenâb-ı Hakk, liyâkatımıza göre değil ihtiyâcımıza göre bizi ihlâs ve samimiyetle serfiraz kılsın. O'ndan hep bunu talep etmeliyiz.
Yedincisi: Eğer bir mes'eleyi bizim anlatmamız bir kısım vicdânlarda reaksiyon ve tepkiye sebep olacaksa, "hakkın hatırı âlidir" diyerek o mes'eleyi bir başkasına anlattırmak hoşumuza gitmelidir. Burada dikkat edilmesi gereken bir incelik var. Başkasının anlatmasına râzı olmak başkadır ondan hoşlanmak daha başkadır. İşte, bizler ikinci durum çerçevesine göre, ondan hoşlanmalıyız, nefsin hiç hoşlanmadığı durumlardan birisi de budur: Ve buy bir civanmertlikdir.
Bazı kimselerin şahsımıza ait bir durumdan ötürü bize reaksiyonları olabilir. Bizim anlatacağımız her şey onlarda aksi tesir yapabilir. Bu durumda kalkıp bir hak ve hakîkatı ona anlatmamız anlattığımız şeyi kabûl etmemesi için gayret sarfetmemizden farksız olacaktır. Böylece o, bir hakkı kabûI etmemekle ziyân edecek,biz de bir hakkın kabûlüne mâni olduğumuz için kendi adımıza zarara uğrayacağız. Bunun çaresi, o mevzuu ona, bizim değil de bir başkasının anlatmasıdır. Böylece o hakkı kabûl edeceği gibi, biz de vesile oluşumuzun sevabını aynen ona o hakikatları anlatan kadar kazanmış olacağız.
NasıI ki, imarete talep, Allah Rasûlü tarafından hoş karşılanmadı öyle de; bir yer de konuşmaya tâlip olmak da hoş karşılanmamıştır. O dâima bu gibi vazifeleri kendi insiyatifini kullanarak lâyık ve ehil olanlara verirdi.
Bu i'tibârla, insanlara kim nüfûz edip herhangi bir mes'eleyi daha iyi anlatacaksa, herkes onun için konuşma zemini hazırlamalı ve diğerleri de dinleyenler arasında bulunmaktan rahatsızlık duymamalıdır.
Sekizincisi: Karşımıza bilmediğimiz mes'eleler çıktığında rahatlıkla bilmediğimizi i'tirâf etmeli ve "bilmiyorum" diyebilmeliyiz.
İşte, yine Rehberimiz ve Efendimiz bu mevzûda da bize en güzel örnek durumundadır. Kendisine Yahûdiler, ruh hakkında soru soruyorlar. Efendimiz böyle bir pozisyonda dahi bilmediği bir hususta sükut buyuruyor. Evet, Peygamberliğine dair şüphe ve tereddüt hasıl etmek isteyen bu hasımların, hasımca sualine dahi Efendimiz, henüz vahiy gelmediği için cevap vermiyor. Bir müddet sonra da "Ve Yes'elûneke an'ir-rûh. Kul-ir rûhu min emri rabbi ' âyeti nâzil oluyor. Yani "Sana ruhtan soruyorlar. De ki: Ruh,Rabbinin emrindendir ve mevzûda size ilim adına az birşey verilmiştir (İsrâ. 85).
Efendimizin evvel susup vahiy geldikten sonra bu âyeti tebliği. muhâtaplara karşı daha te'sirli olmuş ve gerekli cevabı alarak seslerini kesmişlerdi. Burada bu âyeti tercihim. mes'eleye müşahhas bir misâl getirmek içindi. Yoksa ruhu anlatmak için değil. Demek ki Allah Rasûlü dahi her mes'eleye "Biliyorum" demiyor. Bu. bizler için ne büyük bir derstir.
Kendisine Cibrîl gelip kıyâmetin ne zaman kopacağını sorunca ne demiş ve nasıl cevap vermişti? "Bu mes'elede kendisine soru sorulan. sorandan daha fazla bir şey biliyor değildir." Her sorulana cevap verme mecbûriyetinde olmadığımızı anlatmak için bundan daha güzel bir misâl bulunabilir mi?
İmam Ebû Yusuf hazretlerine yüz soru sorulur, atmışına bilmiyorum cevabını verir. Derler, "Ya imam biz sana maaş ödüyoruz, yüz sorudan atmışına bilmiyorum, cevabını verdiniz; bu nasıl olur?" İmam cevap verir: "Siz bana bildiklerim karşısında maaş ödüyorsunuz. Eğer bilmediklerim karşısında birşey ödemeniz gerekseydi bütün dünyâ yetmezdi" İmam Ebû Yusuf o gün fetvâ makamının zirvesinde "Kâdı-l kuzât" olarak bulunuyordu. İmam Mâlik sorulan otuz sorudan ancak üçüne cevap vermişti...
Bunlar ve bunlar gibi misâller gösteriyor ki, haysiyet, şeref ve i'tibârıyla en devâsâ kâmetler bile her sorulan şeye cevap vermemişler. Hatta, bilmiyorum bile diyebilmişler. Bizlerde bilmediğimizi itirâf edelim ama, işin arkasını da bırakmayalım. Muhâtabımızı o mes'eleleri bizden daha iyi bildiğini kabul ettiğimiz insanlara götürelim; öğrenelim onlara da öğrenme zemini hazırlayaIım.
Dokuzuıncusu: İrşâd ve teblîğ adamı civanmert olmalıdır. O, neyi var neyi yok heps'ıni da'vâsı uğurda fedâ etmesini bilmelidir. Gönülleri fethetme yolunda, civanmertliğini bir burak edinmeli ve o yola öyle gitmelidir., Civanmertlik deyince hislerime hâkim olamam ve hemen büyük kadın Haticei Kubrâyı hatırlarım. Efendimizden çok erken doğmuş ve irtihali de çok erken olmuştu. Belki de bu erkenlik ona isminden geliyordu. Zira Hatice erken doğan, demektir. Kâinatın Efendisini tanıdığında, Allah RasûIünün dünyâ adına hiçbirşeyi yoktu. Hz. Hatice ise zengin,soylu ve güzeldi. Buna rağmen o, büyük ferâsetli kadın, Allah Rasûlündeki büyük manâyı sezmiş ve O'na tâlip olmuştu.
Ticarî maksatla kervanlar teşkîl ediyordu ve bu mevzüda söz sâhibiydi. Allah Rasûlünden çocukları oldu. Medîne devrini idrâk edemeden de rihlet edip gitti. Bu da bana inkisâr veren hususlardan biridir. Bu durumu da hatırladıkça göz yaşlarımı tutamaz ve ağlarım.
Tam peygambere zevce olabilecek yaratılışta bu büyük kadın, hakîkaten civanmertti. Allah Rasûlü risâlet emrini tebliğe başlayınca, sanki onun böyle, bir vazıfe ile tavzîf edileceğini daha önceden biliyormuş gibi hiç tereddüt etmeden onu tasdîk etti. Sonra da bütün servetini Allah Rasûlünün emrine verdi. O büyük serveti. hep Allah için sarfediliyordu. Kâfirin müslümanlara karşı başlattıkları boykot döneminde bu koca servetten hiçbir şey kalmamıştı. Öyle ki bazan, Allah Rasûlü açlıktan bayılacak hale gelir. fakat yiyecek birşey bulamazdı. Zira. o esnâda sofraya getirilecek bir kuru ekmekten dahi mahrum bulunuluyordu. Hz. Hatice vâlidemiz işte bu devrede yatağa düşüyor; hatta yoksulluktan tedâvi çaresi dahi aranamıyor ve bir gariplik içinde uçup ötelere gidiyordu. Civanmertlikte son ufuk bitip tükenmedir ve işte anamız binlerce anayı uğruna fedâ edeceğimiz anamız Hz. Hatice vâlidemiz, bu ufka herkesten önce ulaşmıştır.
Hz. Ebû Bekir testinin içine koyduğu çakıl taşlarıyla babasını oyalıyor ve bütün altınlarını Allah için sarfediyordu. Bundan dolayı Halife olduğunda dahi, başkalarının koyunlarını sağarak geçinme zorunda kalacak kadar fakir düşmüştü. Bir zamanlar Mekke'nin en zengin tüccarlarından olan Allah Rasûlünün bu mağara arkadaşı, sıddîklerin serdârı, o da bir civanmertlik örneği ile herşeyini fedâ etmişti.
Hz. Ömer (r.a.) efendimiz, Medîne'nin en fakiri ne ile geçiniyorsa o da onunla yani birkaç hurmayla geçiniyordu. Demek ki o da maddî imkânlar açısından tükenmişti.
Her sahâbî bu mevzûda âdeta birbiriyle yarışıyordu. İnandıkları da'vâ uğruna, gösterdikleri civanmertlikle kalp ve gönüller fethediliyor ve her geçen gün iltihâklar çiğ gibi büyüyordu. Zira onlar her mevzûda olduğu gibi bu mevzûda da derslerini Allah Rasûlünden almışlardı. Bir gün müellef-i kulûbdan birisi kavmine giderek şöyle demişti."Ey kavmim derhal bu zâta teslîm olun, çünkü o peygamberdir. Eğer peygamber olmasaydı bu kadar cömert olamaz ve rızık korkusundan endîşeye kapılırdı. Halbuki o, kim ne isterse hemen veriyor!
Genç ihtiyar her mübelliğ ve mürşid, bu kâbil yollarla gönüllere girmeye çalışmalı ve onlan fethetmelidir. İnsan bu yoIda bütün varlığını sarf ederek bir insanın gönlünü, Cenâb-ı Hakk'a îmânı yerleştirebilse, çok şey kazanmış; ama buna karşılık hiçbir şey kaybetmemiş sayılır.
Cennetin kapısını cömertler açacâktır. Dünyâda o kapıya giden yolları da açın ki, yanımızda daha nicelerini o kapıya kadar götürmüş olasınız. Sizin bu davranışınızIa cemiyet içinde size muhâtap olanlar öyle bir seviyeye ulaşacaklardır ki, birgün Kur'ân'ın hükümleriyle beşer karîhasından çıkan şeyler arasında bir tercih yapılması bahis mevzûu olduğunda, o Kur'ân'ı tercih ederek, Rasûlullah'ı seçerek bütünüyle Allah'a râm olsun.
Evet, Cennete ilk defa âlimler, vâizler veya hocalar değil, hak ve hakîkatı neşr uğruna malını ve canını hak yolunda bezleden, esnaf, tüccar ve kazanç seviyesi ne olursa olsun, bütün cömertler, hakka dilbeste civanmertler girecektir. Evet onlar Rablerine fâni olan şeyleri verecek ve bâkîyi kazanıp ebediyete ereceklerdir.
Onuncusu: Burada, biraz husûsiyet arzeden bir noktaya da temas etmek istiyorum. 15-20 sene öncesinde bizim rüyâlarda dahi görmemiz mümkün olmayan bir manzarayı bugün apaçık görmekteyiz ve bu da bizlere, Cenâb-ı Hakk'ın sonsuz lûtfunun ifâdesidir.
Bir lise talebesine hak ve hakîkatı anlâtabilmek için aylara ve haftalara ihtiyaç duyulduğu dönemi artık aşmış bulunuyoruz. Evet, ben ve emsâlim öyle günler hatırlarız ki, bu memlekette namaz kılan bir üniversite talebesi gördüğümüzde Hızır'la görüşmüş veya Cebrâili görmüş kadar sevinir kendimizden geçerdik. Arkadaşlarımız kendi. gönül dünyâlarını dolduran O nurlu mesajları sunabilmek için bir talebenin arkasında bazan aylarca koşar, koşar ama, hiçbir pay elde edemezlerdi. Halbuki bugün durum değişmiştir. Artık bu gibi mes'elelere sâhip çıkanlar, fertler değil kitlelerdir. En mütemerrid insanların dahi yumuşadığı ve İslâmî mes'elelere olabilirlik ihtimâliyle baktığı bir devreyi idrâk etmiş bulunuyoruz. Bu durumda bize düşen vazîfe işin özünden ve ruhundan uzaklaşmamak kaydıyla yeni yeni metod ve yöntemler denemek ve değerIendirmek olmalıdır. Aksi halde. devrini idrâk edemediğinden bütün fonksiyonunu kaybeden insanların. durumuna düşmemiz muhakkak ve mukadderdir. Böyle bir duruma düşmekten Allah'a sığınırız. Öyleyse günün gerektirdiği şekilde hizmet adına yeniliklere adapte olmak mecburiyetindeyiz. Uyumda ne kadar gecikirsek. hedefe varmakta da o kadar gecikmiş olacağımız asla unutulmamalıdır. İşte bu husûsî durumdan hareketle. umumî ve herkes için geçerli bir prensibe varabiliriz. İrşâd ve tebliği kendine vazife edinenler devrini idrâk etmek ve irşâdını bu temel üzerine oturtmak zorundadırlar. Başkalarının fezâyı fethe açıldığı bir dönemde, insanları karanlık dehlizlere çekerek birşeyler anlatmakla hiçbir yere varılamayacağı bedihidir.
Onbirincisi: Kitle ruh halinden istifâde ile kitlelerin iltihakını kolaylaştırıcı metod ve usûllerin tatbîki de irşâd ve teblîğ adına çok mühim hususlardan biridir. Sizin senelerce anlattığınız halde bir türlü kabul ettiremediğiniz bazı merhalelere ait ünitelerin nazara arzedilmesi, bir kısım derinliklerin gözler önüne serilmesi, cemâatin aşk ve heyecanının ruhlara duyurulması ne büyük te'sirler icra ettiği gösteriyor ki, sadece haber vermek gözle göstermek kadar katîyyen müessir değil. Öyleyse, çevremizde, İslâm adına olup bitenleri, hiçbir ayırıma tabi tutmadan ve sınırlandırıcı ve dondurucu hizip anlayışından uzak bir hava içinde gezdirip göstermek, bazan muhâtabımıza ve onun kuvve-i ma'neviyesini takviye adına öyle tesirli olacaktır ki, o insan, senelerce yaşadığı boşluğu bir anda sıçrayarak geçerek ve sizinle omuz omuza bir çizgide yer tutacaktır. Bunu kitleler için de düşünebiliriz. Ve bugün bu müesseler, dostun yüzünü güldürecek, düşmanı da deliye çevirecek seviyede sürekli yükselen bir grafiğe sâhiptir. Bize bunları ihsan eden Rabbimize hamdolsun. Ve bu anlattıklarımızı da birer tahdîs-i nimet olarak kabul buyursun! (Amin)