***
DIŞARDA
Points: 7.004, Level: 55
Level completed: 27%,
Points required for next Level: 146
Overall activity: 16,7%
Achievements


Cevap: Süleyman Hilmi Efendi (K.S.), o zor günleri şöyle anl
Süleyman Efendinin üçüncü takip ve tevkifi ise Demokrat Parti devrine rastlar ve o devrin siyah ve
beyaz renklerinden siyaha bağlı devlet adamlarınca tertiplenmiş bir (komplo) neticesinde meydana
gelir. İşte Süleyman Efendinin asıl çile ve mazlumluk devri, vefatında tabutuna istikamet
değiştirmeye kadar varan bir zulümle, Demokrat Parti iktidarının bir türlü sabit istikametini
bulamadığı ve birbirine aykırı ellerde tezada boğulduğu son seçim çığırıdır.
Demokrat Parti iktidarının dine aykırılıkta Halk Partisini mumla aratacak kadar siyah kanadı, başta
o zamanın Dahiliye Vekili Namık Gedik bulunmak üzere, Menemen hâdisesine benzer bir tertip
hazırlıyor. Bu adamlar, Başbakanlık odası tabanının budak deliğinden aşağı katlardaki kavgaları
seyretmeye bayılan, herkesi başıboş bırakan, gizli tahakkümlere karşı duramayan ve başına ne
gelmişse bu yüzden gelmiş bulunan Adnan Menderes'i «oldu-bitti» ye getirmekte mahirdirler.
O zamanlar Süleyman Efendi, damadı vasıtasiyle Kütahya ve civarındaki yakınlarını Cumhuriyetçi
Millet Partisi çevresinde Demokrat Partinin bu tezatlı cephesine karşı muhalefete sürdüğü için
menfurlarıdır. Fakat asıl nefret siyah kanadın, arada bir işlerini Adnan Menderes'in alnına kadar*
sıçratan din düşmanlığından gelmekte...
Evet; tıpkı Menemen tertibi denilebilecek, bir oyun hazırlıyorlar:
1957 de Bursa'nın Ulu Camiindeki mahut Mehdîlik komedyası... Eskişehir'de Demiryolları
İdaresinde bulunmuş, sözde Nakşî, Akif Efendi isimli bir şahsın Tavşanlı'daki müridleri, Bursa'nın
Ulu Camiinde, ellerinde kılıç, malûm mehdîlik narasını basıyor ve gülünç nümayişe girişiyor.
Maksat meseleyi Tavşanlı'ya, oradan da vilâyet merkezi Kütahya'ya intikal ettirip Süleyman
Efendinin ruhî ve siyasî nüfuz mıntıkasını sindirmek ve eğer hâdise kanlı bir safhaya girecek olursa
onu darağacma kadar götürmektir.
Bereket ki, hâdise kansız bastırılıyor, yani tertipçiler kuklalarını adam öldürmeye kadar
sevkedemiyor ve ortada :
— Vay şeriatçiler, vay (teokratik) idare özlemcileri!
Homurtusundan başka bir ses duyulmuyor.
Kütahya'nın Altıntaş kazasında Süleyman Efendiye bağlı bir müftü de topun ağzındadır.
Bursa hâdisesi, sözde Nakşî Akif Efendi müridlerinin merkezi olmak bakımından Tavşanlı ve
dolayısiyle Kütahya'ya intikal ettiriliyor ve Nakşî değil de Âikifî (!) diye adlandırılan bir şaşkın
zümrenin Süleyman Efendi sevk ve idaresinde bulunduğu hayaliyle, birdenbire takibat Süleyman
Efendiye yöneltiliyor.
Bunun için de, ilk iş olarak, Süleyman Efendi bağlısı Altıntaş Müftüsü tutuluyor, polis karakolunda
günlerce ve sabahlara kadar dövülerek Süleyman Efendi aleyhinde ifade vermeye zorlanıyor.
Müftü, sopa altında o türlü tazyik ediliyor ki, nihayet polisin istediği ifadeye benzer bir şeyler
gevelemek zorunda kalıyor.
İstanbul'da Süleyman Efendinin evine ve damadının yazıhanesine baskın... Doğru Müdüriyet ve
oradan muhafazalı olarak Kütahya...
Süleyman Efendi, Kütahya Emniyet Müdürlüğünde... Bütün bir gün ve gece orada bekletiliyor.
Sabaha kadar, bu yetmişine merdiven dayamış ihtiyara, sille, tokat, edilmedik cefa bırakılmıyor.
Ana - avrat küfürler de cabası... Öyle bir an geliyor ki, Süleyman Efendi zulmün bu derecesine
dayanamıyarak bayılıyor. Polis, bayıltmakta olduğu kadar ayıltmakta da ustadır. Yüzüne su
serpiyor, kollarını sun'î teneffüs şeklinde' açıp kapıyor ve Süleyman Efendiyi kendine getiriyorlar.
ihtiyar din adamı kendine gelir gelmez yine ve yeni küfürler...
Bir bayan hâkim, Süleyman Efendi hakkında verilmiş gıyabî tevkif kararını vicahiye çeviriyor ve
buyurun hapishaneye!.. Kütahya hapishanesinde, Süleyman Efendi ve damadından başka, hâdisenin
alâkalılariyle beraber Kütahya'lı yakınlarından bazıları... Bunlar, birbirleriyle düşüp kalkmamaları
için ayrı koğuşlarda ve tek tek, hırsızlar, kaatiller, ırz düşmanları arasında...
Fakat sürpriz ve İlâhî hikmet tecellisi!.. İlk safhada teker teker ve çifter çifter kelepçelenerek en
korkunç canilere mahsus bir muameleye tâbi tutulup adaletten de aynı hükmü alacakları emniyeti
içinde Ağır Ceza Mahkemesi huzuruna sürülen bu Allah âşıkları, daha ilk celsede, savcının
«bihakkın» tahliye isteğiyle ve adam başına ikiyüzer lira gibi (sembolik) bir kefaletle tahliye
ediliyorlar.
Bir ay sonraki celsede de, yeni savcının evvelkine katılması üzerine ittifakla beraat kararı...
Hükümete zıt olarak tecelli eden bu adalet tavrı önünde, Süleyman Efendinin etrafındaki çember büsbütün daraltılıyor ve adlî ölçünün serbest bıraktığını, idarî kıskaç, ezmeye bakıyor. Demokrat Parti İktidarının başta Büyük Doğu bulunmak üzere, İslâmî sahada verdiği ilk ümitler herkeste boşa çıkmış ve derin bir kırgınlığa dönmüştür.
Süleyman Efendi de, o tarihte hapiste, bir yıl sonra 100 yıla yakın hapis talebleriyle mahkeme
huzurunda bulunan meşhur «1960 Son Vâde» yazısını yazacak ve buna «Ya Ol, Ya Öl!» hitabını
ekleyecek olan Necip Fazıl ile aynı hava içindedir.
Bu çileler içinde Süleyman Efendi, bütün gücünü Kur'an Kurslarına vermiş, didine dursun; âni bir
şeker hastalığı infilâkına uğruyor, görülmemiş şekilde terakki edip kanda (6) grama kadar çıkan
şeker, bütün ihtimamlara rağmen düşürülemiyor ve Silistireli Süleyman Hilmi Turahan, 1959 yılı
16 Eylülünde 71 yaşında, ebedî mîzan âlemine göçüyor.
Hastalığının ağırlaştığı son günlerde, beklenen âkibete karşı, Efendinin Fatih Camii Hazinesine
defnedilmesi için hükümetten müsaade alınmıştır.
Fakat... Tezatlar hükümetinin siyah kanadı, vefattan sonra buna hemen mâni oluyor. O sırada
İstanbul'da bulunan Dahiliye Vekili Namık Gedik, bir ölüyü bile esir etmek gibi, misli görülmemiş
bir tasarrufa kalkıyor:
Polise emir:
— Karaca Ahmed Mezarlığında bir çukur açtırınız ve oraya gömdürünüz!
Ve ilâve ediyor :
— Polisin açtığı çukura gömülecektir!
Cenaze, büyük bir alayla, Üsküdar'ın Altunîzade semtinden aşağıya doğru inmekte... Karşılarına bir
polis müfrezesi çıkıyor. Başlarında bir komiser bulunan polis ekibi cenazeyi önlüyor :
— Durunuz!
Eller üstünde birdenbire durdurulan tabut... Cenaze sahipleriyle komiser arasında konuşma :
— Ne var, niçin durdurdunuz cenazeyi?
— İstanbul Emniyet Müdürünün emri var: Cenazeyi Karaca Ahmed Mezarlığında hazırlattığımız
yere defnedeceksiniz! Karşıya geçilmeyecek!
— O da ne demek? Biz sahibi olduğumuz cenaze mevzuunda hükümetten emir almaya mecbur
muyuz? Onu dilediğimiz yere gömemez miyiz, hür değil miyiz? Bu mu demokrasi?
Komiser son cevabını veriyor :
— Ben bu itirazlara muhatap değilim! Aldığım emri bildiriyorum. Cenazeyi Karacaahmed'e
sevketmekle mükellefim!
Öbür taraftan İstanbul Emniyet Müdürü bizzat Üsküdara kadar gelerek rıhtımda cenazeyi almak
üzere bekleyen istimbotun halatlarını öz eliyle boşandırıyor, istimbota başını alıp gitmesini
emrediyor ve rıhtımda terter tepiniyor :
— Polisin açtığı çukura gömülecek! Başka tarafa götürülemez!
Ve cenaze sahipleri, belki de böyle bir acı gününde hâdise çıkartmamak gibi bir his altında bu
zulme baş eğiyorlar ve Silistreli Süleyman Hilmi Tunahan'ın tabutunu Karaca Ahmed istikametine
çevirip, orada, polisin açtırdığı çukura indiriyorlar.
Böyle bir zulüm, mahiyeti bakımından küçük görünse de mânâsındaki dehşet ve bir din adamının
ölüsüne bile tahakküm etmeye kalkmaktaki manevî şekavet bakımından, hele demokratlık
iddiasındaki bir rejim hesabına, tarihte görülmüş şeylerden değildir.
Süleyman Efendinin bağlıları, vefat hâdisesini takip eden bâzı hâdiseleri, tarihler arasındaki esrarlı
uygunluklar bakımından hususî bir tefsire tâbi tutmaktadırlar.
Meselâ :
Bursa hâdisesinden birkaç gün önce Ankara'da Harp Okulunu ziyaret eden bir devlet büyüğü vardır
ki, orada şöyle konuşmuştur :
— İrticaın bu memlekette avdet etmesine imkân yoktur! Fakat boş yere kan dökülmemesi için
dikkatli olmamız icap eder.
Böylece hâdisenin tertipçisi olduğunu belli etmiş olan bu zât, arabî tarihle, aynı hâdisenin
tertiplendiği gün Harp Okulu talebesinin eliyle tevkif edilip orada bir odaya kapatılıyor.
Namık Gedik ise malûm... Harbiye okulundaki odasının penceresinden beyin üstü yuvarlanarak
ölüyor ve yine Süleyman Efendi bağlılarına göre Ankara Mezarlığında numarası belirsiz bir çukura
10 lira 67 kuruş masrafla gömülüyor.
Yassıada muhakemeleri sonunda idam edilenlerin, 16 Eylül günü, yâni Süleyman Efendinin vefatı
tarihinde asılmaları ise yine Efendinin bağlılarınca gayet manidardır.
Necip Fazıl Kısa Kürek
Son Devrin Din Mazlumları
"Evliyanın kılıcı kınında değildir. Kimseyi kesmezler ama üzerlerine giden kesilir"
