Fen ilerledikce, müslimânların, görmeden, akl ermeden, inandıkları birçok şeyler, birer ikişer, fen yolu ile anlaşılmakdadır. Meselâ, bugün Avrupa ve Amerikada, mekteblerde, şöyle okutuluyor: (Eski jeolojik devrlerde, güney kıt�aları arasında kara yollarının bulunduğu kabûl edilmişdir. Meşhûr Meteoroloji âlimi Alfred Wegener, Kontinentverschiebung [karaların kayması] nazariyyesini kurmuş ve beş [bugün için altı] kıt�anın evvelce birbirine bağlı olup, sonra yavaş yavaş ayrıldıklarını söylemişdir. Başka bir profesör, kıt�alar arasında köprü gibi kara parçaları olduğunu, Zoocoğrafik tecribelere dayanarak, iddi�â etmişdir. Wegenere göre, Paleozoikum ve Mezozoikum devrlerinde, kıt�alar birbirlerine yapışık idi. Paleozoikum sonuna kadar, hayvanlar, Cenûbî Amerika ile Afrika, Asya [doğruca Hindistândan] ve Avustralya arasında kara yolculuğu yapmışlar, Eosenden i�tibâren Afrikada yaşayan hayvanlar, karadan, Cenûbî Amerikaya geçmişlerdir) teorileri öğretilmekdedir.
Görülüyor ki, Âdem aleyhisselâmın toprakdan yaratıldığı ve insanların, yeryüzüne, Sûriye, Irâk ve orta Asyadan yayıldıkları, fen bilgileri ile de, anlaşılmakdadır. Hâdiseleri değil de, propagandaları yazan ve hakîkatlere değil de, siyâsî menfe�atlere koşan ba�zı târîhciler, islâmiyyete ve islâm büyüklerine, körü körüne hakâret etmekde hâlâ inâd ederken, fen adamları, fen bilgileri, islâmın büyüklüğünü, doğruluğunu, gün geçdikce dahâ yakından görmekde ve anlamakdadır].
Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselâmda herşeyin bir nümûnesini, misâlini yaratmışdır. Onda birçok sıfatlar, latîfeler, kuvvetler vardır. Allahü teâlâ, Onu yaratmadan çok önce, Onun bir latîfesini, bir sıfatını, uzun zemân için âlem-i misâlde Onun şeklinde yaratmış, Onun ismini vermiş, Onun bütün işlerini ve kıyâmete kadar olacak evlâdlarını, ismleri ile birlikde, âlem-i misâlde meydâna çıkarmışdır. Hepsi zemânlarında yaşamışdır. Hattâ Cennetlik veyâ Cehennemlik olmuşlar, kıyâmetleri kopmuş, hesâbları görülmüş, Cennete ve Cehenneme gitmişlerdir. Allahü teâlânın dilediği çok uzun zemân sonra, Âdem aleyhisselâmın sıfatlarından ve latîfelerinden başka birisi, yine âlem-i misâlde, evvelki gibi yaratılıp, bunun da vakti temâm olunca sıfatlarından ve latîfelerinden, üçüncüsünün devresi başlamışdır. Bunun devresi bitince, dördüncü sıfat, âlem-i misâlde gösterilmişdir. Böyle devâm etmiş ve bütün sıfatları ve latîfeleri temâm olunca, en son, bütün sıfatları ve latîfeleri kendisinde toplamış olan Âdem �aleyhisselâm�, âlem-i şehâdetde, ya�nî madde âleminde yaratılmışdır. Allahü teâlâ, kendisini kıymetli eylemişdir. Önceden gelen yüzbinlerce Âdemler, hep bu Âdem aleyhisselâmın parçaları ve başlangıçlarıdır. [Güneş doğmadan önce, ziyâsının sıfatlarının yavaş yavaş görünmesi gibidir.]
Muhyiddîn-i Arabînin �kuddise sirruh�, kırkbin sene önce ölen dedesi, âlem-i şehâdetdeki dedesinin latîfe ve sıfatlarından birinin, âlem-i misâldeki varlığı idi. Kâ�be-i mu�azzamayı âlem-i misâlde tavâf etmişdi. Çünki, her şey gibi, Kâ�benin de âlem-i misâlde sûreti, benzeri vardır. Bu fakîr, [ya�nî İmâm-ı Rabbânî �kuddise sirruh�] çok düşünüyor, araşdırıyorum, âlem-i şehâdetde, bir Âdemden başka göremiyorum. Âlem-i misâldeki görünüşlerden gayrı birşey bulamıyorum. Kırkbin sene önce yaşadığını söyleyen kimsenin, ben senin dedelerinden biriyim, demesi de gösteriyor ki, Âdem aleyhisselâmdan önce bulunan Âdemler, Âdem aleyhisselâmın latîfelerinin ve sıfatlarının görünüşleridir. Âdem aleyhisselâmdan başka birer varlık değildirler. Çünki, başka Âdemin oğulları, bu Âdem aleyhisselâmın oğullarının dedesi olamaz.
Kalbleri hasta, bilgileri az olan ba�zı kimseler, bu vak�a ve benzerlerini işitince, tenâsüh sanıyor. Böylece âlemin kadîm olduğunu, yokdan var edilmediğini söylüyorlar ve tekrâr yok olacağını, kıyâmetin kopacağını inkâr ediyorlar. Kendilerini, şeyh, mürşid olarak tanıtan ba�zı dinsizler, tenâsüha inanıyor. Rûhlar olgunlaşmadan önce, bir bedenden ayrılınca, başka bir bedene geçer. Kemâle geldikden sonra, insanlara gelmezler, tenâsüh yolu ile olgunlaşmış olurlar, diyor ve tenâsühü gösteren birçok hikâyeler uyduruyorlar. Hâlbuki tenâsüha, ya�nî ölen insan rûhunun başka bir çocuğa geçerek tekrâr dünyâya gelmesine inanmak küfrdür. Tenâsüh vardır diyen, dîn-i islâma inanmamış olur. Ya�nî, müslimânlıkdan çıkar. Anlamıyorlar ki, tenâsüh ile rûhlar kemâle gelirse, Cehennem kimler için olur, kimler azâb görür? Buna inanmak, Cehennemi inkâr etmek ve hattâ öldükden sonra tekrâr dirilmeğe inanmamak olur. Zîrâ onlara göre, rûhun olgunlaşmasına vâsıta olan bedene ihtiyâcı kalmamışdır ki, bedenle haşr olunsun. Bu yalancı şeyhlerin sözleri, tıbkı, eski felsefecilerin [ve şimdiki spritizmacıların, medyumların] sözlerine benziyor. Eski felsefeciler, bedenlerin tekrâr dirileceklerine inanmıyordu. Cennet ni�metleri ve Cehennem azâbları yalnız rûhlara olacak, diyordu. Bunlar, o felsefecilerden de dahâ fenâdır. Çünki, onlar tenâsühu red edip, azâbın sâdece rûha olacağını söyliyorlar. Bunlar ise, hem tenâsüha inanıyor, hem de âhıret azâbını inkâr ediyor. Bunlara göre azâb, sâdece dünyâdadır ve rûhların temizlenmesi içindir. [Cinnin heykellere, hasta ve çocuklara girerek konuşdukları görülmüşdür. Böyle konuşanları iki rûhlu sanıyorlar. Böyle sanmak da, tenâsüha inanmak demekdir.]
Süâl: Emîrden �kerremallahü vecheh� ve ba�zı Evliyâdan �kaddesallahü esrârehümül�azîz� gelen haberlere göre, bunlar, dünyâya gelmeden yıllarca önce, şaşılacak işler yapmışlar. Tenâsüh yokdur dersek, bu haberlere nasıl inanılabilir?
Cevâb: Bu din büyüklerinin yapmış oldukları işleri, yalnız rûhları yapmışdır. Allahü teâlâ, bunların rûhlarını insan şekline sokarak, bu şekller, insan gibi iş görmüşdür. Yoksa, mubârek rûhları, başka bedenlere girmiş değildir. Tenâsüh ise, bir insan rûhunun, kendi bedenine gelmeden önce, başka bedene te�alluk etmesine denir. Bir rûhun, beden şekli alması, tenâsüh değildir. Melekler ve cin de, insan şekline girip birçok şey yapmakdadır ki, hiç tenâsüh değildir. Bir insana hulûl etmek değildir. Bir bedene girmek değildir.
Meleklere, cinne çeşidli şekl alabilmek kuvveti verdiği gibi, Allahü teâlâ çok sevdiği kullarının rûhlarına da, bu kuvveti vermekdedir. Başka bedene ihtiyâc yokdur. [Havâda, her zemân su buhârı vardır ve görünmez. Kaynar sudan, kazan borusundan çıkan beyâz sis, buhâr değildir. Çok küçük su damlacıklarıdır. Renksiz gazlar görünmez. Havâdaki renksiz su buhârı, soğuk sabâhlarda çiğ hâlinde dâneler şeklinde görüldüğü gibi, rûhlar da, görülecek şekller alabilmekdedir.] İşitdiğimize, okuduğumuza göre, Evliyâdan bir çoğu, bir ânda çeşidli yerlerde görülmüş, birbirine uymıyan işler yapmışlar. Burada da latîfeleri, insan şekline girmekde, başka başka bedenler hâlini almakdadır. Bunun gibi, meselâ Hindistânda oturan ve şehrinden hiç çıkmamış olan bir Velîyi, hâcılar Kâ�bede görüp konuşduklarını, başkaları da, meselâ aynı günde İstanbulda, bir kısm kimseler de, bu Velî ile, yine o gün, Bağdâdda görüşdüklerini söylemişlerdir. Bu da, o Velînin latîfelerinin muhtelif şekller almasıdır. Ba�zan o Velînin bunlardan haberi olmaz. Seni gördük diyenlere, yanılıyorsunuz, o zemân, evimde idim. O memleketlere gitmemişdim, o şehrleri bilmiyorum ve sizleri de tanımıyorum der. Yine bunlar gibi, güç hâlde bulunan kimseler, korku ve tehlükelerden kurtulmak için, ölü veyâ diri olan ba�zı Evliyâdan yardım istemişdir. O büyüklerin, kendi şekllerinde olarak, hemen orada bulunduklarını ve imdâdlarına yetişdiklerini görmüşlerdir. Bu Evliyânın �kaddesallahü teâlâ esrârehümül�azîz�, yapdıkları yardımdan ba�zan haberi olmakda, ba�zan da olmamakdadır. [Bu hâl, bilhâssa muhârebelerde görülmüşdür.] Böyle yardımları yapanlar, o din büyüklerinin rûhları ve latîfeleridir. Latîfeleri ba�zan, bu âlem-i şehâdetde, ba�zan da âlem-i misâlde şekl almakdadır. Nitekim Peygamberimizi �sallallahü aleyhi ve sellem� bir gecede, binlerce kimse, rü�yâda görüp istifâde etmekdedir. Bu gördükleri, hep Onun �sallallahü aleyhi ve sellem� latîfelerinin ve sıfatlarının âlem-i misâldeki şeklleridir. Yine bunlar gibi, sâlikler, mürşidlerinin âlem-i misâldeki sûretlerinden istifâde ederler ve bu yolla müşkillerini çözerler.
Ehî-zâde Abdülhalîm efendi (Rıyâdüssâdât fî isbât-il-kerâmât lil-Evliyâ-i hâlel-hayât ve ba�del-memât) kitâbında Evliyânın vefâtdan sonra da kerâmetleri olduğunu isbât etmekdedir.
Ba�zı Evliyânın kümûn ve bürûz etmesi, (Tenâsüh) değildir. Çünki, tenâsühde rûh, ikinci bir bedene hayât vermek, onda his ve hareket hâsıl etmek için te�alluk eder. Bürûz etmekde ise, rûhun başka bir bedene te�alluk etmesi; bunları hâsıl etmek için değil, bu bedeni olgunlaşdırmak, derecesini yükseltmek içindir. Nitekim cin de, bir insana te�alluk eder, onda bürûz eder. Fekat, bu te�alluku, bu kimseye hayât vermek için değildir. Çünki, bu kimse, cin te�alluk etmeden önce diridir ve duyar, hareket eder. Te�allukdan sonra, bu kimsenin hareketleri ve ba�zı sözleri, o cinnînin sıfatlarının, hareketlerinin görünmesidir. Evliyânın büyükleri �kaddesallahü teâlâ esrarehümül�azîz� kümûn ve bürûz için, birşey söylememiş, böylece, câhilleri yanlış inanışlara sürüklemeğe sebeb olmamışlardır.
Bu fakîre �rahmetullahi aleyh� göre, kümûn ve bürûza lüzûm yokdur. Bir Velî, bir câhili terbiye etmek, yetişdirmek için, onda bürûz etmeksizin, Allahü teâlânın verdiği bir kuvvetle, kendi yüksek sıfatlarını, o kimseye aks etdirir. Teveccüh ve iltifât buyurarak, o iyi sıfatları onda yerleşdirir. Böylece, o aşağı derecedeki insan, yükselerek kâmil olur. Âdî sıfatlardan kurtulup iyi sıfatlara kavuşur. Bunun için de, kümûn ve bürûza hiç hâcet yokdur. Bu, öyle büyük bir ni�metdir ki, Allahü teâlâ, dilediği kimselere ihsân eder. Onun ni�metleri, ihsânları pek çokdur.
Ba�zı kimseler de, rûhlar nakl edilir diyor. Bir rûh, kemâle erdikden sonra, kendi bedenini bırakıp başka bir bedene girebilir diyor. Misâl olarak, bu kemâle ermiş, bu kuvveti kazanmış bir zâtın komşusu bulunan bir genç ölmüşdü. Bu zâtın rûhu, ihtiyârlamış olan bedeninden ayrılıp, gencin ölü bedenine girdi. İhtiyârın bedeni ölüp, genç dirildi, diyorlar. Böyle sözler, doğru değildir. Tenâsüha dayanan hikâyelerdir. Çünki, bir rûhun ölü bir bedene hayât vermesi için te�alluk etmesi, tenâsüh demekdir. Rûh naklinin tenâsühden farkı, tenâsüha inananlar, rûhun, noksan olduğunu, tenâsüh yolu ile kemâl bulduğunu sanıyor. Bunlar ise, rûhu kâmil bilip kemâle erdikden sonra, başka bedene nakl edebiliyor, diyor. Bu fakîre göre, rûhun nakline inanmak, tenâsüha inanmakdan dahâ kötüdür. Çünki, tenâsüh, rûhu olgunlaşdırmak içindir diyorlar. Bu sözleri yanlış olmakla berâber, rûh kemâle erdikden sonra, başka bedene niçin geçsin? Kemâl bulan kimse, dünyâyı seyr ve temâşâ için genç bedenlere neden nakl etsin? Kemâl bulan rûh, bedenlere girmek değil, bedenlerden kurtulmak ister. Çünki, rûhun bedene te�alluk etmesinden maksad ele geçmiş, kemâl hâsıl olmuşdur. Bundan başka, rûh naklinde, birinci beden ölerek ikinci beden dirilmekdedir. Hâlbuki, birinci bedenin, ka
e azâb veyâ sevâb görmesi lâzımdır. İkinci bedenin tekrâr dirilmesi, dünyâda, kıyâmet kopup, haşr olması demekdir. Bilmiyorum ki, rûh nakline inananlar, kabr azâbına ve kıyâmet gününe îmân ediyorlar mı? Yazıklar olsun ki, böyle îmânsızlar, kendilerini din adamı tanıtmış, kitâbları, mecmû�aları ile, millete müslimânlık öğretmeğe kalkışmışlardır. Gençleri, kendileri gibi dinsiz, îmânsız yapmağa çalışıyorlar. Yâ Rabbî, bizleri böyle yazılara inanmakdan, aldanmakdan koru! Sevgili dînimizden, kıymetli îmânımızdan ayırma! Bu küfr ve şaşkınlıkdan insanı ancak sen korursun.
EK: Sırası gelmişken, (Âlem-i misâl) için de, birkaç şey bildireyim: Âlem-i misâl, bütün âlemlerin en genişidir. Âlemlerin hepsinde bulunan herşeyin, âlem-i misâlde bir sûreti, bir görünüşü vardır. Akla, hayâle gelen şeylerin, ma�nâların, düşüncelerin de bu âlemde bir sûreti vardır. Âlimlerimiz, Allahü teâlânın misli, benzeri yokdur, fekat misâli vardır demişlerdir. Bu fakîr, mektûblarımda yazmışımdır ki, tâm tenzîh mertebesinde, misli olmadığı gibi, misâli de yokdur. Nahl sûresinde, (Allahü teâlâ için misâller getirmeyin) meâlindeki âyet-i kerîme, bu mertebeye işâret etmekdedir. İnsana, (Âlem-i sagîr) denir. Âlem-i kebîrdeki herşeyin, insanda bir nümûnesi vardır. Âlem-i misâlin de, âlem-i sagîrdeki nümûnesi, benzeri, insanın hayâlidir. Çünki, herşeyin hayâlimizde bir sûreti vardır. Tesavvuf yolunda ilerleyen sâliklerin, hâllerinin, derecelerinin de hayâlde birer sûreti vardır. Sâliklere, hâllerini haber veren hayâldir. Hayâl olmasaydı veyâ vazîfesini yapmasaydı, tesavvufcular, hâllerini bilemezdi. Bunun içindir ki, zıllerin, görünüşlerin üstündeki mertebelere ilerleyenler, kendi hâllerine câhil ve şaşkın olur. Çünki, insan hayâli, zıllerin sûretini gösterebilir. Hayâl zıllin dışına çıkamaz. Zât-i ilâhînin âlem-i misâlde sûretinin olmadığını bildirmişdik. Âlem-i misâlin örneği olan hayâlde, sûret-i ilâhî olabilir mi? Bunun için, Zât-ı ilâhîden insanın nasîbi, ancak cehldir, bilmemekdir. Bilinmeyen şey için, birşey söylenemez. Bundan dolayı, (Allahü teâlâyı tanıyanların dilleri söyleyemez) buyurmuşlardır. Bilinen şey anlatılır. Bundan dolayı, zıller âleminde çok şeyler söylenir. Zıl âleminden çıkanların dili söylemez olur. Allahü teâlânın fi�llerinin, sıfatlarının, ismlerinin zıllerine ve asllarına yükselenlerin hâlleri, işte böyledir. Görülüyor ki, hayâlde bulunabilen herşey, zılden hâsıl olmakdadır. Fekat, matlûbun [ya�nî Zât-ı ilâhînin] nişânları, alâmetleri olduklarından (İlm-ül-yakîn) denilen bilgiye sebeb olurlar. (Ayn-ül-yakîn) ve (Hakk-ul-yakîn) denilen bilgiler, zıllerin üstünde, hayâlin dışında hâsıl olan bilgilerdir. Hayâl bilgilerinden kurtulmak için, tesavvufun (Seyr-i enfüsî) dediği yolu ve dereceleri de, (Seyr-i âfâkî) denilen yol gibi aşmak, âfâk ve enfüsün dışında ilerlemek lâzımdır. Evliyânın çoğu, ancak öldükden sonra, buraya varmakdadır. Bu dünyâ hayâtında, hayâlden kurtulmaları imkânsızdır. Evliyânın büyüklerinden, pek az seçilmişleri, bu dünyâ hayâtında iken, bu devlete erdirmekle şereflendirirler. Dünyâda oldukları hâlde, bilgilerine hayâl karışmaz. Hayâl araya girmeden matlûba kavuşurlar. Başkalarına, şimşek gibi çakıp geçen Zât-ı ilâhînin tecellîleri, bu büyüklere dâimî olur. (Vasl-ı uryânî)ye kavuşurlar.
Ni�mete kavuşanlara, bol bol, âfiyet olsun,
Zevallı, fakîr âşıklar, birkaç lokmayla doysun!
Süâl: Ba�zı kimseler, uykuda, rü�yâda, âlem-i misâl ve hayâlin sûretlerini görerek, kendilerini büyük bir hükümdâr veyâ yüksek mevkı� sâhibi görür. Veyâhud büyük din âlimi olmuş, herkes, ilm öğrenmek için, etrâfına toplanmış görür. Hâlbuki, âlem-i şehâdetde, ya�nî uyanık iken, bunların hiçbiri hâsıl olmamakdadır. Böyle rü�yâlar doğru mudur, yoksa aslı, esâsı yok mudur?
Cevâb: Böyle rü�yâlar boş ve esâssız değildir. Bu rü�yâyı gören kimsede, mevkı� sâhibi olmak, âlim olmak hâli ve kâbiliyyeti var demekdir. Fekat, kuvveti az olup, âlem-i şehâdetde hâsıl olacak kadar değildir. Eğer, bu hâl, zemânla kuvvetlenirse, Allahü teâlânın lütfu ile, âlem-i şehâdetde de hâsıl olur. Eğer âlem-i şehâdetde hâsıl olacak kadar kuvvetlenmezse âlem-i misâlde görünmekle kalır. Kuvveti mikdârınca, orada görünür. Tesavvuf yolunun sâliklerinin rü�yâları da böyledir. Kendilerini yüksek makâmlarda, Velîlerin mertebelerinde görürler. Bu hâl, âlem-i şehâdetde nasîb olursa, pek büyük ni�metdir. Yok eğer, âlem-i misâlde görünmekle kalırsa, hiç kıymeti yokdur. Çöpçüler, hammallar, rü�yâda, kendilerini hâkim, pâşa görür. Hâlbuki, uyanık iken, ellerine birşey geçmez. Rü�yâları üzülmekden, pişmânlıkdan başka birşeye yaramaz. O hâlde, rü�yâlara güvenmemeli, uyanık iken ele geçene sevinmelidir.
Ben güneşi severim, ne dersem ondan derim,
Geceyle işim yokdur, ben rü�yâyı neylerim.
Bunun içindir ki, büyüklerimiz rü�yâlara ehemmiyyet vermemiş, talebenin rü�yâsını ta�bîr etmeğe lüzûm görmemişlerdir. Uyanık iken ele geçene kıymet vermişlerdi. Bundan dolayı, devâmlı görünenlere ehemmiyyet vermişler, hiç gayb olmıyan huzûru, kazanc bilmişlerdi. Allahü teâlâdan başka herşeyi unutmak, hiçbir şeyi hâtırlamamak, bunlar için dâimî idi. Başlangıcında nihâyetde ele geçecekler derc edilmiş olanlara, bu kemâller zor ve uzak değildir.