Büyük âlim Abdüllah-i Dehlevînin �rahmetullahi teâlâ aleyh� (Mekâtib-i şerîfe) kitâbının seksenbeşinci mektûbu aşağıdadır:
Allahü teâlâya hamd olsun! Onun sevgili Peygamberi Muhammed aleyhisselâma salât ve selâm olsun! Gulâm-ı Alî ismi ile meşhûr olan fakîr Abdüllah-i Kâdirî müceddidînin �rahmetullahi teâlâ aleyh� mektûbudur. Hindistânda müslimânlar için yazmışdır. Allahü teâlâ, onun günâhlarını afv eylesin!
(BÎ�AT), söz vermek ve bu sözünde durmak demekdir. Tesavvuf yolunda çok kullanılan bir kelimedir. Bunu kullanmak, Eshâb-ı kirâmın sünnetidir �radıyallahü teâlâ anhüm�. Bî�at, üç kısmdır: Birincisi, bir büyüğün önünde, günâh işlememek için söz vermekdir. Buna, (tevbe bî�ati) denir. Büyük günâhlardan biri işlenince, bu bî�at bozulur. Yeniden bî�at etmek lâzım olur. Gıybet edince bozulup, bozulmamasında şübhe edildi. Bir müslimânı tahkîr ederek, onu kötüleyerek gıybet yapmak, elbet büyük günâhdır. Yanlış söyliyen ve yazan din adamlarını ve bid�at i�tikâdında olan tarîkatcıları müslimânlara haber vermek, duyurmak gıybet olmaz. Müslimânların bunlara aldanmaması için bunları söylemek lâzımdır.
Bî�atin ikincisi, intisâb etmek, bereketlenmek için bir Velîye �rahmetullahi teâlâ aleyh� veyâ onun hakîkî mensûblarına bî�at etmekdir. Böylece, onlar için bildirilmiş olan müjdelere ve şefâ�atlarına kavuşulur. Meselâ, gavs-üs-sekaleyn Abdülkâdir-i Geylânî �kuddise sirruh�, (Benim talebelerim tevbe etmeden ölmezler) buyurmuşdur. Bu müjdeye kavuşmak için, bu yolun büyüklerinden birine bî�at olunur. Bu bî�ati tekrâr etmek lâzım değildir.
Bî�atin üçüncüsü, Evliyânın feyzlerine kavuşmak, fâidelenmek için yapılır. Tesavvuf büyüklerinden birine bî�at edip, Onun gösterdiği vazîfeleri ve ihlâs derecelerini yapıp fâide elde edemezse, Üstâdı râzı olsa da ve olmasa da, başka birine intisâb etmesi, başka bir âlime bî�at etmesi câizdir. Fekat, birinci âlimi inkâr etmemesi lâzımdır. Ondan nasîbi, kısmeti yok demekdir. Üstâdının islâmiyyete uymakda gevşekliğini görürse ve zenginlere yanaşdığını, dünyâya düşkün olduğunu anlarsa, Allahü teâlânın feyzlerini, sevgisini ve ma�rifetini başka birinde aramalıdır. Çocuk iken bî�at etmiş olan, akl ve şü�ûr sâhibi olunca, onun hakîkî âlim olduğunu anlarsa, bî�atine ve vazîfelerine devâm eder. Yâhud beğendiği başka birine bî�at eder.
İslâm âlimi, Resûlullahın �sallallahü aleyhi ve sellem� sünnetine [ya�nî islâmiyyete] tâbi� olan, sımsıkı sarılan ve zâhir ve bâtın bid�atlerden kaçınan ve selef-i sâlihînin i�tikâdında olan kimsedir. Gavs-üs-sekaleyn Abdülkâdir-i Geylânî ve Şeyh-ül-islâm Ferîdeddîn-i Genc-i Şeker hazretlerinin doğru olan i�tikâdında olur. Fıkh bilgilerinden zarûrî lâzım olanları bilir. (Mişkât-i şerîf) hadîs kitâbını ve Kur�ân-ı kerîm tefsîrlerini çok okur. İmâm-ı Gazâlî �rahmetullahi teâlâ aleyh� hazretlerinin, (Minhâc-ül-Âbidîn) ve (Kimyâ-yı se�âdet) kitâbları gibi tesavvuf yolundakilerin yazdığı ahlâk kitâblarını ve tesavvuf büyüklerinin hâllerini ve sözlerini bildiren kitâbları okur. Bu kitâbları okumak, kalbin tasfiyesi ve tezkiyesi için çok fâidelidir. İslâm âlimi, dünyâya düşkün olmaz ve dünyâya düşkün olanlarla birlikde bulunmaz. İslâmiyyetin bildirdiği iyi işleri yapar. Çalışdıklarının dünyâdaki ve âhıretdeki karşılığını yalnız Allahdan bekler. Ondan başka kimseden birşey beklemez. Kur�ân-ı kerîmi çok okur. Evliyânın kalblerine gelen feyzlerden, ma�rifetlerden nasîb almışdır. Her işinde tevbe, inâbet, zühd, vera�, takvâ, sabr, kanâ�at, tevekkül ve rızâ yolunu tutar. Onu görenler Allahü teâlâyı hâtırlar. Dünyâ düşünceleri kalbinden kaçar. (Çeştiyye) yolunun büyükleri ile birlikde bulunan sâdık bir kimsede zevk, şevk, harâret, râhatlık, yalnızlık, ya�nî dünyâya düşkün olanlardan uzaklaşmak hâsıl olur. (Kâdirî) yolunun büyükleriyle berâber bulunmak, kalbde safâ hâsıl eder. Rûhlar ve melekler âlemi ile bağlılık hâsıl olur. Geçmiş ve gelecek şeylerden çoğu kendisine bildirilir. (Müceddidî) yolunun büyükleri ile berâber olanda huzûr ve cem�ıyyet ve yâd-i dâşt ve dünyâya şü�ûrsuzluk ve Allahü teâlânın cezbeleri hâsıl olur. Kalbine, rûhuna birçok şeyler ihsân edilir. İslâm âlimi müceddidî ise, bütün latîfelerinde keyfiyyetler, hâller, safâ ve letâfet ve nûrlar, sırlar hâsıl olur. Bu söylediklerimiz hâsıl olmazsa, sâdık olan tâlib, hakîkî âlime kavuşamadığı için ne kadar âh etse yeridir.
(Tâlib), sâdık olan insan demekdir. Allahü teâlânın sevgisi ile ve Onun sevgisine kavuşmak arzûsu ile yanmakdadır. Bilmediği, anlıyamadığı bir aşk ile şaşkın hâldedir. Uykusu kaçar, gözyaşları dinmez. Geçmişdeki günâhlarından utanarak başını kaldıramaz. Her işinde Allahdan korkar, titrer. Allahü teâlânın sevgisine kavuşduracak işleri yapmak için çırpınır. Her işinde sabr ve afv eder. Her geçimsizlikde, sıkıntıda kusûru kendisinde görür. Her nefesde Allahını düşünür. Gaflet ile yaşamaz. Kimseyle münâkaşa etmez. Bir kalbi incitmekden korkar. Kalbleri Allahü teâlânın evi bilir. Eshâb-ı kirâmın hepsini, �radıyallahü teâlâ anhüm ecma�în� diyerek iyi bilir. Hepsinin iyi olduğunu söyler. [Şimdi, böyle hakîkî tâlib kalmadı.] Peygamber efendimiz �sallallahü aleyhi ve sellem�, Eshâb-ı kirâm arasında olan şeyleri konuşmamağı emr buyurdu. Sâlih müslimân, bunları konuşmaz, yazmaz ve okumaz. Böylece, o büyüklere karşı bir edebsizlikde bulunmakdan kendini korur. O büyükleri sevmek, Allahın Resûlünü �sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem� sevmenin nişânıdır, alâmetidir. Kendi bilgisi ile, kendi görüşü ile Evliyâ-yı kirâmı birbirinden aşağı ve yukarı diye ayırmaz. Birinin dahâ yüksek, dahâ üstün olduğu ancak âyet-i kerîme ile ve hadîs-i şerîf ile ve Sahâbe-i kirâmın sözbirliği ile bildirmeleri ile anlaşılır. Muhabbet serhoşluğu elbet başkadır. Aşk sâhibi ma�zûrdur.
(Simâ�), bir kişinin veyâ birkaç kişinin okudukları dîni, îmânı kuvvetlendiren ve ahlâkı güzelleşdiren, şi�rleri, kasîdeleri, ilâhîleri ve mevlidleri dinlemek demekdir. Tesavvuf büyükleri, çalgısız olan ve kadın erkek karışık olmıyarak okunanları Simâ� etmişler, dinlemişlerdir. Sultân-ı meşâyıh [Nizâmüddîn-i Dehlevî]nin sohbetinde, meclisinde hiçbir çalgı, hiçbir zemân görülmedi. O sohbetde bulunanlar, gizlice ağlar, ciğerleri yanardı. (Fevâid-ül-füâd) ve (Siyer-ül-Evliyâ) kitâbları bunu uzun anlatmakdadır. Tesavvuf büyüklerinin yolundan ayrılmak kalbi karartır. O büyükler, kalbde hâsıl olan kabzı, bast hâline çevirmek için veyâ inbisâtı ya�nî bast, râhatlık, ferahlık hâlini artdırmak için simâ�a izn vermişlerdir. Simâ� kalbdeki Allah sevgisini ve rikkati artdırır buyurmuşlardır. Gâfillerin ya�nî kalblerinde Allah sevgisi bulunmıyanların simâ�ları câiz değildir. Böyle simâ� meclisleri, toplantıları, fısk [günâh] meclisi olur. Her müslimân böyle simâ�lardan sakınmalıdır. Tesavvufculardan, ney gibi çalgılara câiz diyenler oldu ise de, bunu aşk ve muhabbet serhoşluğu hâlinde söylemişlerdir. İslâmiyyetin yasak etdiği böyle sözlere uyulmaz. [Tahtâvînin (Merâkıl-felâh) şerhi yüzyetmişdört (174). cü sahîfesine bakınız!]
Allah ismini yüksek sesle söylemek, kalb hastalığının ilâcıdır dediler. Fekat sessiz söylemek, dahâ fâidelidir. Sessiz yapılan zikrin dahâ efdal olduğu hadîs-i şerîfde bildirildi. Kalbdeki ateşi artdırmak ve gevşekliği gidermek için sesle söylemek câiz olabilir. Çok söyleyince ve riyâzetler çekilince, kalbde Allah sevgisi çoğalır, (Vahdet-i vücûd) sırları hâsıl olur. (Vahdet-i vücûd), mümkinâtı ya�nî mahlûkâtı tek bir varlık görmekdir. Yoksa, mahlûkları Allahü teâlâ bilmek değildir. Aşk-ı ilâhînin kalbde hâsıl etdiği hâl sâhiblerinin vahdet-i vücûd sözlerini işiterek, kendi görüşleri ile ve hayâlleri ile böyle konuşup kendini vahdet-i vücûd sâhibi göstermek akla da, islâmiyyete de uygun değildir. Rüknüd-dîn Alâüddevle-i Semnânî ve müceddid-i elf-i sânî Ahmed Fârûkî �rahmetullahi aleyhimâ� ve bunların izinde giden büyükler, vahdet-i vücûd ma�rifetinden başka ve Peygamberlerin hepsinde hâsıl olan �aleyhimüssalevâtü vesselâm� me�ârif de bulunduğunu görmüşler ve anlamışlardır.