Ankâ avlanamaz, tuzağını topla!
bu avdan tuzakda kalır ancak hava.
Allahü teâlâ görülecek, fekat anlaşılamıyacakdır. Görmekde hiç kusûr olmıyacakdır. İhsân ve ikrâm ederek, âşıklarına kendini gösterecekdir. Kendini görmek lezzetini onlara bol bol verecekdir. Bundan, Ona hiç kusûr, noksânlık gelmez. Çevrilmiş, cihetlenmiş olmaz. Fârisî beyt tercemesi:
O tarafdan kemâli noksân kabûl eylemez.
Bu tarafdan şerefin, söze, ölçüye gelmez.
Allahü teâlâyı görmek için, görenin karşısında bulunması, doğrultusunda olması şartdır denilirse, Allahü teâlânın görmesi için de bu şartların bulunması lâzım olur. Çünki, görülende bu şartların bulunması, görende de bulunması demekdir. Allahü teâlânın, mahlûkları görmesinde de bu şartların bulunması lâzım olup, görmemesi îcâb eder. Allahü teâlânın görmek sıfatı inkâr edilmiş olur. Kur�ân-ı kerîme inanılmamış olur. Çünki, Kur�ân-ı kerîmin birçok sûresinde, (Allahü teâlâ yapdıklarınızı görücüdür) ve (O, işitici ve görücüdür) ve (Allahü teâlâ amelinizi görür) meâllerinde âyetler vardır. Bundan başka, görmemek kusûrdur. İlâhlık sıfatından mahrûm olmakdır.
Süâl: Allahü teâlânın görmesi, ilm sâhibi olması, herşeyi bilmesi demek değil midir? Allahü teâlânın ciheti, sınırı olmasını îcâb etdiren başka birşeyin de bulunduğunu söylemeğe lüzûm var mıdır?
Cevâb: Görmek, bir güzel sıfatdır. Başka sıfatlardan başka olarak, Allahü teâlâda bu sıfatın da bulunduğunu Kur�ân-ı kerîm haber vermekdedir. Görmek, ilmden başka birşey değildir demek, Kur�ân-ı kerîme uygun olmaz. İlm denilince, bilinenin karşısında bulunmakdan kurtarılmış olmaz. İlm, sanki iki kısmdan hâsıl olur. Birincisinde, bilinen şey ile karşı karşıya olmak şart değildir. İkincisinde ise şartdır. Buna, (Rü�yet), ya�nî görmek denir. Mahlûklarda ilmin en kuvvetlisi, en yüksek derecesi, görmekdir. Ancak görmekle, kalbde itmi�nân, emniyyet hâsıl olur. Düşünülen, bilinen şeylere, insanın vehmi karşı çıkabilir. His ederek anlaşılan şeylere, vehm karşı koyamaz. Böyle şeyler, bu tehlükeden kurtulur. Bunun içindir ki, İbrâhîm Halîlurrahman �alâ Nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm�, Allahü teâlânın ölüleri dirilteceğine inandığı ve kalbinde yakîn bulunduğu hâlde, kalbinde (İtmi�nân), ya�nî emniyyet hâsıl olması için, ölülerin nasıl dirildiğini görmek istedi.
Görmek gibi güzel bir sıfat Allahü teâlâda yokdur denirse, bu güzel sıfatın mahlûklara nereden geldiğini sorarız. Çünki, mahlûklarda bulunan her güzellik, Allahü teâlâda bulunan güzelliğin aksidir, zuhûrudur. Mahlûkda bulunan bir güzelliğin, iyiliğin, Vâcib-ül-vücûdda bulunmaması, olacak şey değildir. Çünki, mümkinler, kötülükden, noksânlıkdan başka birşey değildirler. Onlarda görülen her kemâl, her güzellik, vücûb mertebesinden âriyet olarak verilmişdir. Çünki vücûb mertebesi; yalnız kemâl, yalnız güzellikdir. Fârisî beyt tercemesi:
Önceden, evden birşey getirmedim ben,
ben de ve herşeyim de, sendendir senden!
İlk süâle cevâb olarak, şöyle de deriz ki, ileri sürdüğünüz sebeb, Allahü teâlânın varlığı için de tehlükeli bir düşünüşdür. Onu görmek olamaz derken, Onun varlığı da olamaz demekdir. Bu ise, akla uygun düşünüş değildir. Çünki, Allahü teâlâ var olunca, bu âlemin bir cihetinde bulunması lâzım olur. Yukarıda veyâ aşağıda, önde yâhud arkada, sağda, solda olur. Bu ise, Onun çevrilmesi, sınırlanması demekdir ki, noksânlıkdır, kusûrdur. İlâhda hiçbir kusûr bulunmaması lâzımdır.
Süâl: Onun varlığı, belki âlemin her cihetindedir. Böylece, çevrilmiş ve sınırlanmış olmaz mı?
Cevâb: Âlemin her tarafında olmak, çevrilmiş, sınırlanmış olmakdan kurtarmaz. Âlemin dışında bulunması lâzım olur. Başka olan birşey, dışarda olur. İkilik, başka yerde olmakdır. Bu da, çevrilmiş, sınırlanmış olmakdır.
Böyle yanlış ve aldatıcı düşüncelerden kurtulmak için, bilinmiyen şeyleri, bilinenler gibi sanmak hastalığından kurtulmak lâzımdır. Gâibi şâhide kıyâs etmemelidir. Görülen şeyde bulunan güzel bir hâl, görünmiyenin güzelliğini giderebilir. Çünki şartlar başka olunca, sıfatlar, hâller de başka olur. Hele, şartların başkalığı, ters olacak kadar çok ise, hâllerin başkalığı da ters olmağa kadar gider. Arabî mısra� tercemesi:
Tozlu, topraklı olan, temiz olana benzer mi?
Allahü teâlâ akl ve insâf versin de, Kur�ân-ı kerîmde açıkca bildirilmiş olan (Nass)lara karşı gelmesinler. Sahîh hadîsleri inkâr etmesinler. Bunlar gibi, açık bildirilmiş olanlara îmân etmek lâzımdır. Bunların nasıl olduklarını Allah bilir demelidir. Anlamadıkları için, aklım ermiyor demelidir. Kendi aklına güvenip, anlamadığına inanmamak, çok yanlış ve pek haksızdır. Doğru olan çok şey vardır ki, akl bunların doğru ve düzgün olduklarını anlıyamaz. Akl herşeyi doğru olarak kavrıyabilseydi, aklına güvenenlerin önderlerinden olan Ebû Alî Sînâ gibiler, herşeyi doğru olarak anlarlar, hiç yanılmazlardı. Hâlbuki, kendisi, (Birşeyden yalnız birşey meydâna gelir) diyerek öyle yanılmışdır ki, az düşünmekle hemen anlaşılmakdadır. İmâm-ı Fahrüddîn-i Râzî, onun bu sözüne çok sert çatmakda, (Bütün ömrünü, insanı yanlış düşünmekden koruyan ilmlerle uğraşmakla geçirmiş iken, bu en kıymetli ve önemli yerde, çocukları bile güldürecek kadar yanılmışdır) demekdedir.
[(Ahlâk-ı Alâî) kitâbında diyor ki, (İbni Sînâ, (Mu�âd) kitâbında, kıyâmetde dirilmeği inkâr eyledi. Öleceğine yakın, gusl abdesti alıp, vezîr iken yapdığı zulmlere tevbe etdiği söyleniyor ise de, i�tikâdı bozuk olanın guslü, nemâzı ve düâsı kabûl olmaz buyuruldu). Eflâtun ve Aristo gibi eski Yunan felesoflarının da yanıldıklarını ve bu yüzden medeniyyetin asrlarca geri kalmasına sebeb olduklarını yirminci asrın fen adamları bildirmekdedir. Avrupada, bugünkü modern kimyânın babası denen Fransız kimyâgeri Lavoisier de öyle yanlış ve bozuk şeyler söyledi ki, mütehassısı olduğu kimyâ ilmine yapdığı zararlar hizmetlerini aşmış bulunuyor.
İmâm-ı Gazâlî, (El-münkız) kitâbında, kendilerini akllı, ilm adamı ve hiç yanılmaz sanan dinsizleri üçe ayırmışdır: Birincisi, Dehriyyûn ve maddîciler olup, bunlar, Yunan felesoflarından asrlarca evvel vardı. [Bugün de, fen adamı geçinen ba�zı ahmaklar, komünistler, masonlar bu kısmdadır.] Bunlar, Allahü teâlânın varlığına inanmayıp, âlem, böyle kendiliğinden gelmiş ve böyle gidecekdir. Bunun yaratanı (Hâşâ) yokdur. Canlılar da, böyle birbirlerinden üreyip, sonsuz olarak sürecekdir, diyor. Dehrî olup da, müslimân görünerek, müslimânların dînini, îmânını bozmağa, islâmiyyeti içerden yıkmağa çalışana (Zındık) ve (Fen yobazı) denir. İkinci kısmı, tabî�iyyeciler olup, canlılarda ve cansızlardaki, akllara hayret veren intizâmı ve incelikleri görerek, Allahü teâlânın varlığını söylemeğe mecbûr kalmışlarsa da, tekrâr dirilmeği, âhıreti, Cenneti ve Cehennemi inkâr etmişlerdir. Üçüncü kısm, sonra gelen Yunan felesofları ve bu arada Sokrat ile talebesi Eflâtun ve onun da talebesi Aristonun felsefeleridir. Bunlar dehrîleri ve tabî�iyyecileri red ederek, aldandıklarını ve alçaklıklarını bildirmek için, başkalarının sözlerine hâcet kalmıyacak kadar şeyler söyledi. Fekat bunlar da, küfrden kurtulamamışdır. Bu üç kısm da ve bunların yolunda gidenler de, hep kâfirdir. Ba�zı saf kimselerin, bunları din adamı sanması ve hattâ Peygamberlik derecesine yükseltmeleri, bu yolda hadîs bile uydurdukları hayretle işitilmekdedir. Kâfirler, herşey söyliyebilir. Fekat, müslimân görünenlerin îmân ile küfrü ayırd edememesi, çok acınacak bir hâldir.
(Nebrâs) ve bunun Berhurdâr �rahmetullahi teâlâ aleyh� hâşiyesinde diyor ki: Mahlûkların hepsine (Âlem) denir. Âlem, ya�nî herşey yok idi. Allahü teâlâ, herşeyi yokdan var etdi. Dimokrat, (Âlem yok idi. Kendi kendine var oldu) dedi. Tabî�iyyecilerin çoğu da böyle dedi. Aristoya göre âlem Heyûlâ [madde]dan yapılmışdır. Şekl almış heyûlâya Sûret [cism] dedi. Cism de üç fizikî hâlinde [gaz, sıvı, katı] görünür. Âlem, böyle gelmiş, böyle gider dedi. Dört unsur [ateş, hava, su, toprak] ezelîdir, hep var idiler. Cismler, birbirlerinden hâsıl oluyor ise de, aslları olan bu dört madde kadîmdir dedi. Eflâtun, âlem önce yokdu. Sonradan var oldu diyerek, eski Peygamberlerin kitâblarından işitdiğini söyledi. Fisagors ve talebesi Sokrat da, Aristo gibi söylediler. Dimokrat, maddenin küçük zerrelerden [atomlardan] yapıldığını, bunların boşlukda hareket etdiklerini söyledi. Calinos ise, âlemin kadîm veyâ hâdis olduğunu anlıyamadığını söyledi. Onlara göre, (Ezelî bir yaratıcının, yaratdıkları da ezelî olur. Sonradan yaratmağa başladı demek, kudretinin önceden noksân olduğunu gösterir). Cevâb olarak deriz ki, (Ezelî olan irâdesi, isteyince yaratmağa başladı. Susamış kimsenin, iki bardak sudan birini seçip alması gibidir. Bu kimsede, dahâ önce irâde ve kudret yokdu denilemez. Şimdi de, irâde edince, yeni şeyler yaratdığını görüyoruz). (Âlem, önce yokdu demek, âlem yok iken, zemân vardı demekdir. Zemân da, âlemdendir. Âlem yok iken, âlemin bir parçasının var olmasını söylemek, olacak şey değildir) derlerse, biz (âlem yok iken, zemân vardı) demiyoruz. Bu husûsda (Akâid-i Celâliyye)de geniş bilgi vardır. Şimdi, bu âlemden sonsuza doğru, sonsuz uzunluk olduğunu söylemek gibi saçma olur.
Ehl-i sünnet âlimleri �rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma�în� diyor ki: (Âlem, ayn ya�nî madde ve araz ya�nî özellikden meydâna gelmişdir. Madde, boşlukda yer kaplıyan, araz ise, yalnız bulunamayıp, başkası ile birlikde bulunan şeydir. Şu�â� ya�nî ışık arazdır. Cism olsaydı, camdan, sudan geçemezdi. Çünki, iki başka cism, aynı zemânda, aynı mekânda bulunamaz. Harâret [ısı] da böyledir. Madde, cevher-ül-ferdlerden [atomlardan] yapılmışdır. Madde, basît cevher [Element] veyâ mürekkeb [Bileşik] olur. Maddeyi meydâna getiren atomlar arasında, his edilemiyecek kadar küçük boşluklar vardır. Her cism [maddeler, atomlar] değişmekdedir. Değişen şeyler, hâdisdir [yok iken var olmuşdur]. O hâlde, âlem hâdisdir. Bu üç cümleden ilk ikisi mukaddemedir. Mantık ilminde, birincisine (Sugrâ), ikincisine (Kübrâ) denir. Üçüncüsü de (Netîce)dir. Madde ezelde var olsaydı, ezelde de değişirdi. Ezel, kendinden önce, başka şey yok demekdir. Ezelde, değişiklik yok demekdir. O hâlde, madde ezelî olamaz. Nebrâsdan terceme temâm oldu.
Ahmed Âsım efendi, (Emâlî) kasîdesi şerhinde diyor ki: Âlem, bütün parçaları ile birlikde hâdisdir. Ya�nî, yok iken, sonradan var olmuşlardır. Yerler, gökler, herşey yok idi. Hıristiyanlar, yehûdîler ve mecûsîler de, böyle inanmakdadırlar. Aristo, Fârâbî ve İbni Sînâ, madde kadîmdir dediler. İslâm âlimleri diyor ki, (Ezelî olan şey değişmez. Maddenin [elementlerin] fizik ve kimyâ özellikleri, hep değişmekdedir. Maddeler, ezelde değişmemiş olsalardı, ebedî olarak, şimdi de, değişmezlerdi. Önceden değişmek yokdu. Sonradan değişmeler hâsıl oldu da denilemez. Çünki, değişmek için, bir kuvvetin te�sîr etmesi lâzımdır. Değişmek sonradan başlayınca, kuvvetin de, sonradan var olduğu, ezelî olmadığı anlaşılır). Ahmed Âsım efendinin yazısı temâm oldu. Görülüyor ki, maddenin ezelî olduğunu söylemek, tabî�at kuvvetlerinin hâdis olduklarını, ezelî olmadıklarını ortaya koymakdadır.
Fen ve tabî�at âlimleri, birçok bitki ve hayvan nesllerinin tükenip yok olduklarını, birçok türlerin de, sonradan meydâna geldiklerini anlamışlardır. Canlı, cansız herşeyin bir ömrü vardır. Herşeyin ömrü, ya�nî varlıkda kalma zemânı başkadır. Ömrü sâniye ile ölçülen varlıklar olduğu gibi, asrlarca yaşıyanlar da vardır. En uzun ömrlü varlıklar, element denilen basît cismlerdir. Bunların ömrlerinin çok uzun olması, tabî�iyyecileri şaşırtmış, (Cismler yok olur, madde değişir. Fekat, madde yok olmaz) diyenler olmuşdur. Hâlbuki, maddenin, cismlerin değişmelerinin sonsuz olarak, böyle gelip, böyle gideceğini söylemek, ezelî ve ebedî olan varlığa inandığını söylemekdir. Allahü teâlânın varlığının, önceden sonsuz ve sonradan da sonsuz olduğunu, maddecilerin ve tabî�atcıların da inkâr edemiyeceklerini göstermekdedir. Bu ahmaklar, canlı cansız, herşeyin sonsuz olarak, birbirlerinden meydâna geldiklerini, bu arada, elementlerin hiç yok olmadıklarını söyliyorlar. Hâlbuki, elementler de atomlardan meydâna gelmişdir. Atom yığınıdırlar. Allahü teâlâ, atomları da yokdan var etdi. Elementler sonsuz öncelerde var olup, herşey bunların çeşidli birleşmelerinden, sonsuz öncelerde meydâna gelseydi, bunları birleşdirmek için, sonsuz öncelerde, mu�azzam enerjinin, sonsuz kudretin bulunması lâzım olurdu. Çünki, enerji olmadan, atomlar birleşemez. Sonsuz öncelerde bulunması lâzım olan o kudret, işte Allahü teâlânın kudretidir. Atomlar da, elementler de, sonsuz öncelerde yokdu. Sonsuz öncelerde, yalnız Allahü teâlâ vardı. Müslimânlar, Allahın, herşeyi yokdan meydâna getirdiğine inanıyor. Onların söylediğine göre, herşeyin var olması için, o şeyi meydâna getiren şeyin önceden var olması, bunun da var olması için, bunu meydâna getiren şeyin var olması lâzımdır. Sonsuz önce demek, ucu, başlangıcı yok demekdir. Başlangıcda birşey olmazsa, ondan meydâna gelecek şeyler de olmaz. Ya�nî, gördüğümüz, bildiğimiz şeylerin hiçbirinin var olmaması lâzım olur. O hâlde, herşeyin, önceden yok iken sonradan var edilmiş, yaratılmış olan tek birşeyden üremekde oldukları anlaşılmakdadır. Maddecilerin (sonsuz öncelerde var olmak) sözlerinin, maddeler, cismler için, mümkin olmadığı anlaşıldı ise de, bu sözleri, maddeleri yaratan, fekat madde olmıyan, bir yaratıcı için mümkin, hattâ lâzımdır. Böyle söylemek yukarıda bildirilen çelişgiye sebeb olmamakdadır. Görülüyor ki, sonsuz olan bir varlık vardır. Bu varlık, maddecilerin, tabî�atcıların, komünistlerin dedikleri gibi, câhil, âciz, kısa bir zemân varlıkda durabilen, sonra çürüyüp yok olan, bildiğimiz cismler gibi değildir. Bu sonsuz varlık, madde olmıyan, hiçbirşeye benzemiyen, herşeyi bilen, gören, herşeye gücü yeten, müslimânların inandıkları bir Allahdır. Herşeyi O yaratmışdır ve yaratmakdadır. Tabî�at dediğimiz bu maddeler, cismler, canlılar ve çeşidli enerjiler, onların zan etdikleri gibi, yaratıcı değildir. Bunların hepsini Allahü teâlâ yaratmış, birbirlerine te�sîr etmek kuvvetini, kendilerine vermiş, yenilerini yaratmasına eskilerini sebebler, vesîleler yapmışdır. Allahü teâlânın sebeblere, sebeblerin te�sîr etmelerine ihtiyâcı yokdur. Hiç sebeb olmadan da yaratabilir. Fekat, sebebleri, vâsıtaları araya koyarak yaratmakdadır. Sebebler ile yaratmasında hikmetler, kullarına fâideler vardır. Bu fâidelerden biri, insan oğlu, bu sebeblere verilmiş olan te�sîrleri, özellikleri görerek, başka kimselerden işiterek öğrenip, maddî ve ma�nevî sebebleri kullanır. Bir yandan, yeni sentezler, analizler yaparak, yeni maddelerin, cismlerin yaratılmasına sebeb olur. Çeşidli sanâyı� tesîsleri, fabrikalar yapılır. Bir yandan da, kalb, ahlâk temizlenerek, insan melek gibi olur. Allahın Velîsi olur. Ma�rifet-ullaha kavuşur. İnsan, istediği şeyin sebebine yapışarak, ona kavuşur. Sebeblere yapışmak, Peygamberlerin �aleyhimüssalevâtü vetteslîmât� âdetidir. İnsan zekâsı, insan gücü de, Allahü teâlânın yaratmasına sebeb olmakdadır. Sebebler zincirinin bir halkası olmakdadır. Tabî�atcıların, komünistlerin, sebebleri yaratıcı zan etmeleri, çocuğun, babası çukulata getirince, (çukulatayı babam yaratdı) demesine benzemekdedir. Çünki o, çukulatayı babasının verdiğini görmekde, başka birşey bilmemekdedir.