Hemen söyliyelim ki, Ehl-i sünnet âlimlerinin �rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma�în� kitâblarında, (Selefiyye) denilen bir ism ve (Selefiyye Mezhebi) diye bir yazı yokdur. Bu ismler mezhebsizler tarafından sonradan uydurulmuş ve câhil din adamları tarafından, mezhebsizlerin kitâbları arabîden türkceye terceme edilirken, türkler arasında da yayılmağa başlamışdır. Bunlara göre, (Eş�arî ve Mâtürîdî mezhebleri kurulmadan evvel bütün sünnîlerin tâbi� oldukları mezhebe Selefiyye adı verilmekdedir. Bunlar Sahâbe ve Tâbi�înin izinde yürümüşlerdir. Selefiyye mezhebi Eshâbın, Tâbi�înin ve Tebe�i tâbi�înin mezhebidir. Dört büyük imâm bu mezhebe mensûb idi. Selefiyye mezhebini müdâfe�a için ilk eser, (Fıkh-ul-ekber) ismi ile İmâm-ı a�zam tarafından yazılmışdır. İmâm-ı Gazâlî, (İlcâm-ül avâm-anil kelâm) eserinde Selefiyye mezhebinin esâslarını yedi olarak bildirmekdedir. İmâm-ı Gazâlînin zuhûru ile müteahhirînin ilm-i kelâmı başlar. İmâm-ı Gazâlî, önce gelen kelâmcıların mezheblerini ve islâm felesoflarının fikrlerini tedkîk etdikden sonra, kelâm ilminin metodlarında değişiklikler yapdı. Felsefî düşünceleri, red maksadıyla kelâma sokdu. Râzî ve Âmidî, kelâm ile felsefeyi mezc ederek bir ilm hâline koydular. Beydâvî ise, kelâm ile felsefeyi birbirinden ayrılmaz hâle koydu. Müteahhirînin ilm-i kelâmı Selefiyye mezhebinin yayılmasına mâni� oldu. İbni Teymiyye ve talebesi İbn-ül-Kayyım-il-cevziyye, Selefiyye mezhebini ihyâya çalışdılar. Selefiyye mezhebi sonradan ikiye ayrılmışdır: Eski Selefîler, Allahın sıfatları ve müteşâbih nassları hakkında tafsîlâta girmemişlerdir. Sonraki Selefîler bunlar hakkında tafsîl cihetine ehemmiyyet vermişlerdir. İbni Teymiyye ve İbni Kayyım Cevziyye gibi sonraki Selefîlerde bu hâl açık olarak görülmekdedir. Eski ve yeni Selefîlerin hepsine birden (Ehl-i sünnet-i hâssa) denir. Ehl-i sünnet kelâmcıları ba�zı nassları te�vîl etmişlerse de, Selefîyye buna muhâlifdir. Selefiyye, Allahın yüzü ve gelmesi, insanların yüzüne ve gelmesine benzemez diyerek müşebbiheden ayrılmışdır) diyorlar.
(Eş�arî) ve (Mâtürîdî) mezhebleri sonradan kurulmuş demek doğru değildir. Bu iki büyük imâm, Selef-i sâlihînin bildirdikleri i�tikâd, îmân bilgilerini açıklamışlar, kısmlara bölmüşler, gençlerin anlayabileceği bir şeklde yaymışlardır. İmâm-ı Eş�arî, İmâm-ı Şâfi�înin talebesi zincirinde bulunmakdadır. İmâm-ı Mâtürîdî de, İmâm-ı a�zam Ebû Hanîfenin talebeleri zincirinin büyük bir halkasıdır. Eş�arî ve Mâtürîdî, hocalarının i�tikâddaki müşterek olan mezheblerinden dışarı çıkmamış, mezheb kurmamışdır. Bu ikisinin ve hocalarının ve dört mezheb imâmının tek bir i�tikâdı vardır. Bu da (Ehl-i sünnet vel cemâ�at) ismi ile meşhûr olan i�tikâd mezhebidir. Bu fırkada bulunanların i�tikâdları, inanışları, Eshâb-ı kirâmın ve Tâbi�înin ve Tebe-i tâbi�înin inanışlarıdır. İmâm-ı a�zam Ebû Hanîfenin yazdığı, (Fıkh-ul-ekber) kitâbı, Ehl-i sünnet mezhebini müdâfe�a etmekdedir. Bu kitâbda ve İmâm-ı Gazâlînin, (İlcâm-ül-avâm-anil-kelâm) kitâbında Selefiyye kelimesi yokdur. Bu iki kitâb ve (Fıkh-ul-ekber) kitâbının şerhleri arasında (Kavl-ül-fasl) kitâbı, Ehl-i sünnet fırkasını bildirmekde ve bid�at fırkaları ile felsefecilere cevâblar vermekdedir. Kavl-ül-fasl ve İlcâm kitâbını Hakîkat Kitâbevi basdırmışdır.
İmâm-ı Gazâlî, (İlcâm-ül-avâm) kitâbında, (Bu kitâbda i�tikâddaki fırkalardan, Selef mezhebinin hak olduğunu, bildireceğim. Bu mezhebden ayrılanların bid�at sâhibi olduklarını anlatacağım. Selef mezhebi demek, Eshâbın ve Tâbi�înin i�tikâdları demekdir. Bu mezhebin esâsları yedidir) diyor. Görülüyor ki, İlcâm kitâbı, Selef mezhebinin yedi esâsını yazmakdadır. Buna Selefiyyenin yedi esâsı demek, kitâbın yazısını değişdirmek ve İmâm-ı Gazâlîye iftirâ etmek olmakdadır. Ehl-i sünnet kitâblarının hepsinde, meselâ, çok kıymetli fıkh kitâbı olan, (Dürr-ül-muhtâr)ın Şâhidlik kısmında, Selef ve Halef dedikden sonra; (Selef, Eshâb-ı kirâmın ve Tâbi�înin ismidir. Bunlara (Selef-i sâlihîn) de denir. Halef de, Selef-i sâlihînden sonra gelen Ehl-i sünnet âlimlerine denir) yazılıdır. İmâm-ı Gazâlî ve İmâm-ı Râzî ve tefsîr âlimlerinin baş tâcı olan İmâm-ı Beydâvî, hep Selef-i sâlihîn mezhebinde idiler. Bunların zemânında türeyen bid�at fırkaları, ilm-i kelâma felsefeyi karışdırdılar. Hattâ îmânlarının esâsını felsefe üzerine kurdular. (Milel ve Nihal) kitâbında bu bozuk fırkaların inançları geniş anlatılmakdadır. Bu üç imâm, bu bozuk fırkalara karşı Ehl-i sünnet i�tikâdını müdâfe�a ederken ve onların sapık fikrlerini çürütürken, onların felsefelerine de geniş cevâblar verdiler. Bu cevâbları, Ehl-i sünnet mezhebine felsefeyi karışdırmak değildir. Bil�akis kelâm ilmini, kendisine karışdırılan felsefî düşüncelerden temizlemekdir. Beydâvîde ve bunun şerhlerinin en kıymetlisi olan (Şeyhzâde) tefsîrinde hiçbir felsefî düşünce, hiçbir felsefî metod yokdur. Bu yüce imâmlara felsefe yolunda idiler demek, çok çirkin iftirâdır. Ehl-i sünnet âlimlerine bu iftirâyı ilk olarak, İbni Teymiyye, (Vâsıta) kitâbında yazmışdır. İbni Teymiyyenin ve talebesi İbn-ül-Kayyım-ıl-cevziyyenin Selefiyye mezhebini ihyâya çalışdıklarını söylemek ise, hak yolda olanlar ile bâtıl yola sapmış olanların ayrıldığı mühim bir noktadır. Bu iki şahısdan evvel Selefiyye mezhebi, hattâ Selefiyye kelimesi yok idi ki, bu ikisinin ihyâya çalışdığı söylenilebilsin. Bu ikisinden evvel yalnız ve tek hak i�tikâd olarak (Ehl-i sünnet vel-cemâ�at) ismi verilmiş olan Selef-i sâlihînin mezhebi vardı. İbni Teymiyye, bu hak mezhebi bozmuş, birçok bid�atlar meydâna çıkarmışdır. Şimdi mezhebsizlerin, dinde reformcuların, kitâblarının, sözlerinin, yanlış düşüncelerinin kaynağı, hep İbni Teymiyyenin bid�atleridir. Bunlar, kendilerinin hak yolda olduklarına gençleri inandırmak için, korkunç bir hîle ortaya çıkardılar. İbni Teymiyyenin bid�atlerini, yanlış fikrlerini haklı göstererek, gençleri onun yoluna sürüklemek için, Selef-i sâlihîne Selefiyye ismini verdiler. Selef-i sâlihînin halefleri olan islâm âlimlerine felsefe ve bid�at lekelerini bulaşdırdılar. Bunları, Selefiyye dedikleri uydurma ismden ayrılmakla suçladılar. İbni Teymiyyeyi Selefiyyeyi yeniden canlandıran bir kahraman, bir müctehid olarak ortaya koydular. Hâlbuki, Selef-i sâlihînin halefleri olan Ehl-i sünnet âlimleri �rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma�în�, zemânımıza kadar, hattâ bugün bile, yazdıkları kitâblarında Selef-i sâlihînin mezhebi olan (Ehl-i Sünnet) i�tikâd bilgilerini savunmuşlar. İbni Teymiyyenin, Şevkânînin ve benzerlerinin Selef-i sâlihînin yolundan ayrıldıklarını ve müslimânları felâkete ve Cehenneme sürüklediklerini bildirmişlerdir. (Et-tevessül-ü-bin-Nebî ve bis-Sâlihîn) ve (Ulemâ-ül-müslimîn vel-muhâlifûn) ve (Şifâ-üs-sikâm) ile bunun ön sözü olan (Tathîrul-füâd min-denis-il-i�tikâd) kitâblarını okuyanlar, yeni Selefiyye denilen bu inanışları ortaya çıkaranların, müslimânları felâkete götürdüklerini ve islâm dînini içerden yıkmakda olduklarını çok iyi anlar.
Son günlerde, ba�zı ağızlardan (Selefiyye) ismi işitilmeye başlandı. Her müslimân şunu iyi bilmelidir ki, islâmiyyetde (Selefiyye mezhebi) diye birşey yokdur. İslâmiyyetde yalnız (Selef-i sâlihîn) mezhebi vardır. Selef-i sâlihîn, hadîs-i şerîf ile medh ve senâ buyurulmuş olan, ilk iki asrın müslimânlarıdır. Üçüncü ve dördüncü asrlarda gelen islâm âlimlerine (Halef-i sâdıkîn) denir. Bu şerefli insanların i�tikâdına, (Ehl-i sünnet vel-cemâ�at mezhebi) denir. Bu mezheb, îmân, inanış mezhebidir. Selef-i sâlihînin, ya�nî Eshâb-ı kirâm ile Tâbi�în-i i�zâmın îmânları hep aynı idi. İnanışları arasında hiç fark yokdu. Şimdi yer yüzünde bulunan müslimânların çoğu, Ehl-i sünnet mezhebindedirler. Yetmişiki sapık bid�at fırkalarının hepsi ikinci asrdan sonra ortaya çıkdı. Bunların bir kısmının kurucuları dahâ önceden yaşamış iseler de, kitâblarının yazılması ve toplu olarak ortaya çıkmaları ve Ehl-i sünnete karşı baş kaldırmaları Tâbi�în-i i�zâmdan sonra oldu.
Ehl-i sünnet i�tikâdını ortaya koyan Resûlullahdır �sallallahü aleyhi ve sellem�. Îmân bilgilerini Eshâb-ı kirâm bu kaynakdan aldılar. Tâbi�în-i i�zâm da bu bilgilerini, Eshâb-ı kirâmdan öğrendiler. Dahâ sonra gelenler, bunlardan öğrendiler. Böylece, Ehl-i sünnet bilgileri bizlere nakl ve tevâtür yoluyla geldi. Bu bilgiler akl ile bulunamaz. Akl bunları değişdiremez. Akl, bunları anlamaya yardımcı olur. Ya�nî, bunları anlamak, doğruluklarını, kıymetlerini kavramak için akl lâzımdır. Hadîs âlimlerinin hepsi, Ehl-i sünnet i�tikâdında idiler. Amelde dört mezhebin imâmları da bu mezhebde idi. İ�tikâdda mezhebimizin iki imâmı olan Mâtürîdî ve Eş�arî de Ehl-i sünnet mezhebinde idi. Bu her iki imâm, hep bu mezhebi yaydılar. Sapıklara karşı ve eski yunan felsefesinin bataklıklarına saplanmış olan maddecilere karşı bu tek mezhebi savundular. Bu iki büyük Ehl-i sünnet âliminin zemânları aynı ise de, bulundukları yerler birbirinden ayrı ve karşılarındaki saldırganların düşünüş ve davranışları başka olduğundan, savunma metodları ve tenkidleri birbirinden farklı olmuş ise de, bu hâl, mezheblerinin ayrı olduğunu göstermez. Bunlardan sonra gelen yüzbinlerle derin âlim ve velîler, bu iki yüce imâmın kitâblarını inceliyerek ikisinin de, Ehl-i sünnet mezhebinde olduklarını söz birliği ile bildirmişlerdir. Ehl-i sünnet âlimleri, ma�nâları açık olan (Nass)ları, zâhirleri üzere almışlardır. Ya�nî, böyle âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere açık olan ma�nâları vermişler, zarûret olmadıkça böyle Nassları (te�vîl) etmemişler, bu ma�nâları değişdirmemişlerdir. Kendi bilgileri ve görüşleri ile bir değişiklik hiç yapmamışlardır. Sapık fırkalardan olanlar ve mezhebsizler ise, yunan felsefecilerinden ve din düşmanı olan fen taklîdcilerinden işitdiklerine uyarak, îmân bilgilerinde ve ibâdetlerde değişiklik yapmakdan çekinmemişlerdir.
Misyonerlerin asrlar boyu devâm eden çalışmaları ile ve ingiliz imperatorluğunun iğrenç siyâseti ve her dürlü maddî güçlerini kullanması ile, islâm dîninin bekçisi, Ehl-i sünnet âlimlerinin �rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma�în� hizmetçisi olan Osmânlı devleti parçalanınca, mezhebsizler meydânı boş buldular. Bilhâssa, Ehl-i sünnet âlimlerine söz hakkı tanınmayan memleketlerde, meselâ Sü�ûdî Arabistânda, şeytânî yalan ve hîlelerle, Ehl-i sünnete saldırmağa, islâmiyyeti içerden yıkmağa başladılar. Sü�ûdî Arabistândan dağıtılan sayısız altınlar, bu saldırganlığın dünyânın her yerine yayılmasını sağladı. Pâkistândan, Hindistândan ve Afrika milletlerinden gelen haberlerden anlaşıldığına göre, din bilgisi ve Allah korkusu olmıyan ba�zı din adamları, bu saldırganlara destek olarak mevkı�lere ve apartmanlara kavuşmuşlardır. Bilhâssa gençleri aldatarak, Ehl-i sünnet mezhebinden ayırmak için yapdıkları hıyânetleri, bu habîs kazançlarına sebeb olmakda imiş. Medreselerdeki talebeyi, müslimân yavrularını aldatmak için yazdıkları kitâblardan birini getirtdik:
Kitâbın bir yerinde, (Bu kitâbı, mezheb te�assubunu kaldırmak ve herkesin kendi mezhebi içinde kavgasız yaşamasını sağlamak için yazdım) diyor. Bu adam, mezheb te�assubunu kaldırmağı, Ehl-i sünnete saldırmakda, Ehl-i sünnet âlimlerini küçültmekde gördüğünü söylemekdedir. İslâm dînine hançer saplamakda, bunu müslimânların kavgasız yaşaması için yapdığını söylemekdedir. Kitâbın bir yerinde, (Düşünen bir insan, düşüncesinde isâbet ederse, on misli ecr alır. Hatâ ederse, bir ecr alır) diyor. Buna göre her insan, ya�nî ister hıristiyan olsun, ister müşrik olsun, bir kimse, her düşüncesinde ecr alacak. Hem de doğru olanlarında on sevâb! Bakınız, Peygamberimizin �sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem� hadîs-i şerîfini nasıl değişdiriyor? Nasıl hiyle yapıyor? Hadîs-i şerîfde, (Bir müctehid, âyet-i kerîmeden ve hadîs-i şerîfden [amele âid] bir hükm çıkarırken, isâbet ederse, buna on sevâb verilir. Hatâ ederse, bir sevâb verilir) buyuruldu. Hadîs-i şerîf, bu sevâbların her düşünene değil, ictihâd derecesine yükselmiş olan islâm âlimine verileceğini, buna da, her düşünmesine değil, Nasslardan [amele âid] ahkâm çıkarmak için çalışmasında verileceğini göstermekdedir. Çünki, bu çalışması ibâdetdir. Her ibâdete verildiği gibi, burada da sevâb verilmekdedir.
Selef-i sâlihîn zemânında ve bunların halefleri olan müctehid âlimlerin zemânında, ya�nî dörtyüz senesinin sonuna kadar, yaşama şartlarında değişmeler olunca, yeni hâdiseler ortaya çıkınca, müctehid olan âlimler, gece gündüz çalışarak, bu işin nasıl yapılması lâzım geldiğini, (Edille-i şer�ıyye) ismindeki dört kaynakdan bulup çıkarmışlar, bütün müslimânlar da, bu işi, kendi mezheb imâmlarının bulup anladığına uyarak yapmışlardı. Yapanlar da, on veyâ bir sevâb kazanırdı. Dörtyüz senesinden sonra da, bu müctehidlerin bulduklarına uyuldu. Bu uzun zemânlarda, hiçbir müslimân, hiçbir işinde çâresiz kalmadı, sıkıntıya düşmedi. Dahâ sonra müctehidlerin yedinci derecesinde de bir âlim, bir müftî yetişemediği için, şimdi dört mezhebden birinin âlimlerinin kitâblarını okuyup anlıyabilen bir müslimândan ve onun terceme etdiği kitâblardan öğrenip, ibâdetlerimizi buna göre yapmamız ve bunlara uygun yaşamamız lâzımdır. Allahü teâlâ, herşeyin hükmünü Kur�ân-ı kerîmde bildirdi. Onun yüce peygamberi olan Muhammed aleyhisselâm da, bunların hepsini açıkladı. Ehl-i sünnet âlimleri de, bunları, Eshâb-ı kirâmdan öğrenip kitâblarına yazdılar. Şimdi bu kitâbları dünyânın her yerinde mevcûddur. Dünyânın her yerinde, kıyâmete kadar ortaya çıkacak olan her yeni şeyin nasıl kullanılacağı, bu kitâbların bir bilgisine benzetilebilir. Bunun mümkin olması, Kur�ân-ı kerîmin mu�cizesi ve islâm âlimlerinin bir kerâmetidir. Yalnız mühim olan şey, karşılaşılan işin nasıl yapılacağını, Ehl-i sünnet olan hakîkî bir müslimândan sorup öğrenmek lâzımdır. Mezhebsiz din adamına sorulursa, fıkh kitâblarına uymayan cevâb vererek, insanı yanlış yola sürükler.
Arab memleketlerinde birkaç sene kalıp da, arabî konuşmasını öğrenip, orada zevk ve safâ ile eğlenerek ömrünü günâh işlemekle çürütüp, sonra bir mezhebsizden, bir Ehl-i sünnet düşmanından mühürlü bir kâğıd alarak, Pâkistâna, Hindistâna dönen mezhebsiz câhillerin, gençleri nasıl aldatdıklarını yukarıda bildirmişdik. Bunların sahte diplomalarını gören ve arabî konuşduklarını işiten gençler, kendilerini din adamı sanır. Hâlbuki bunlar bir fıkh kitâbını anlamakdan âcizdirler. Kitâblardaki fıkh bilgilerinden hiç haberleri yokdur. Zâten, bu islâm bilgilerine inanmazlar, gericilik derler. Eskiden islâm âlimleri kendilerine sorulan şeylere, fıkh kitâblarından cevâb bulup, süâl edenlere bunları söylerlerdi. Mezhebsiz din adamı ise fıkh kitâbını okuyup anlıyamadığı için, câhil kafasına ve noksan aklına gelenleri söyliyerek süâl sâhibini aldatır. Onun Cehenneme gitmesine sebeb olur. Bunun içindir ki, Peygamberimiz �sallallahü aleyhi ve sellem� (Âlimlerin iyisi, insanların en iyisidir. Âlimlerin kötüsü insanların en kötüsüdür) buyurdu. Bu hadîs-i şerîf gösteriyor ki, Ehl-i sünnet âlimi, insanların en iyisidir. Mezhebsizler de, insanların en kötüsüdür. Çünki, birinciler, insanları Resûlullaha uymağa, ya�nî Cennete, ikinciler ise, insanları kendi sapık düşüncelerine uymağa, ya�nî Cehenneme sürüklemekdedirler.
Mısrdaki Câmi�ul-ezher islâm üniversitesinden me�zûn üstâz ibni Halîfe Alîvî (Akîdet-üs-selef-i vel-halef) kitâbında diyor ki, (Allâme Ebû Zühre, (Târîh-ul-mezâhib-il-islâmiyye) kitâbında yazdığı gibi, hicretin dördüncü asrında, hanbelî mezhebinden ayrılan ba�zı kimseler, kendilerine (Selefiyyîn) ismini verdiler. Yine hanbelî mezhebinde olan Ebülferec İbnülcevzî �rahmetullahi teâlâ aleyh� ve başka âlimler, bu selefîlerin selef-i sâlihînin yolunda olmadıklarını, bid�at ehli, mücessime fırkasından olduklarını bildirerek, bu fitnenin yayılmasını önlediler. Yedinci asrda, İbni Teymiyye, bu fitneyi tekrâr alevlendirdi). Bu kitâbda, selefîlerin ve vehhâbîlerin çeşidli bid�atleri ve Ehl-i sünnete karşı yapdıkları iftirâları uzun yazılmış ve cevâbları verilmişdir. Kitâb 1398 [m. 1978] de Şâmda basılmışdır. Üçyüzkırk sahîfedir.
Mezhebsizler kendilerine, (Selefiyye) ismini takmışlar. İbni Teymiyye, Selefîlerin büyük imâmıdır diyorlar. Bu sözleri bir bakımdan doğrudur. Çünki, İbni Teymiyyeden önce (Selefî) ismi yokdu. Selef-i sâlihîn vardı. Bunların i�tikâdları da Ehl-i sünnet mezhebi idi. İbni Teymiyyenin sapık fikrleri vehhâbîlere ve diğer mezhebsizlere kaynak oldu. İbni Teymiyye hanbelî mezhebinde olarak yetişdi. Ya�nî Ehl-i sünnet idi. Fekat ilmi çoğalıp, fetvâ makâmına yükselince, kendi fikrlerini beğenmeğe, kendini Ehl-i sünnet âlimlerinden �rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma�în� üstün görmeğe başladı. İlminin çoğalması, dalâletine, sapıtmasına sebeb oldu. Hanbelî olması kalmadı. Çünki, dört mezhebden birinde olabilmek için, Ehl-i sünnet i�tikâdında olmak lâzımdır. Ehl-i sünnet i�tikâdında olmayan kimse için hanbelî mezhebindedir denilemez.
Mezhebsizler, bulundukları memleketdeki Ehl-i sünnet din adamlarını �rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma�în�, her fırsatda kötülüyorlar. Bunların kitâblarının okunmasını, Ehl-i sünnet bilgilerinin öğrenilmesini önlemek için her hiyleye başvuruyorlar. Meselâ, bir mezhebsiz, muhterem bir ismi söyliyerek, (Eczâcı, kimyâger, dinden ne anlar? O kendi san�atı üzerinde çalışsın. Bizim işimize karışmasın) demiş. Şu câhilce, şu ahmakca söze bakınız! Fen adamlarının din bilgisi olmaz sanıyor. Bilmiyor ki, müslimân fen adamı, her an sun�-ı ilâhîyi temâşâ etmekde, masnû�ât kitâbında sergilenmiş bulunan yüce Hâlıkın kemâlâtını anlamakda, Onun sonsuz kudreti karşısında, mahlûkların aczini görerek, Onu her an tesbîh ve tenzîh etmekdedir. Alman atom âlimi Max Planck, (Der Strom) kitâbında, bunu çok güzel bildirmekdedir. Bu câhil mezhebsiz ise, yurt dışındaki kendi gibi bir sapıkdan aldığı belgeye ve bunun sağladığı masaya dayanarak ve belki de, yurt dışında dağıtılan altınların hayâlleri ile mest olarak, din bilgilerini kendi inhisârında görmekdedir. Allahü teâlâ, bu zevallıyı ve cümlemizi ıslâh eylesin! Böyle belgeli din hırsızlarının tuzaklarına düşen temiz gençleri de, halâs buyursun! Âmîn.
Evet, o zât, eczâcı ve kimyâ yüksek mühendisi olarak milletine otuz seneden ziyâde hizmet etmişdir. Fekat yedi sene din tahsîli yaparak ve geceli gündüzlü çalışarak da, büyük islâm âliminden icâzet almakla da şereflenmiş, fen bilgileri ile din bilgilerinin azameti altında ezilerek, aczini iyice anlamışdır. Bu anlayış içinde, hakkıyla kulluk yapabilmek gayretindedir. En büyük korkusu ve endişesi, diplomalarının ve icâzetinin yaldızlarına aldanarak, bu konularda söz sâhibi olacağını sanmaklığıdır. Bu korkunun çokluğu, her sözünde gözlere çarpmakdadır. Hiçbir zemân kendi görüşünü, kendi fikrini yazmağa cesâret etmemiş, dâimâ Ehl-i sünnet âlimlerinin, anlıyabilenleri hayrân eden kıymetli yazılarını arabîden ve fârisîden terceme ederek genç kardeşlerine sunmağa çalışmışdır. Bu korkunun çokluğundan, kitâb yazmağı düşünmemişdir. (Savâık-ul-muhrika)nın ilk sahîfesinde yazılı olan, (Fitne yayıldığı zemân, hakîkati bilen, başkalarına bildirsin! Bildirmezse, Allahın ve bütün insanların la�neti ona olsun!) hadîs-i şerîfini görünce, düşünmeğe başlamış. Bir tarafdan, Ehl-i sünnet âlimlerinin, din bilgilerindeki ve kendi zemânlarında bulunan fen bilgilerindeki anlayışlarının ve akllarının üstünlüğünü ve ibâdet ve takvâlardaki gayretlerini öğrendikçe, küçüklüğünü anlayıp, O büyük âlimlerin ilm deryâları yanında, kendi bilgilerini bir damla gibi görmüş, bir yandan da, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarını okuyup anlıyabilecek sâlih kimselerin azaldığını ve câhil, sapık kimselerin din adamları arasına karışarak, bozuk, sapık kitâblar yazıldığını görerek üzülmüş, hadîs-i şerîfde bildirilen la�net tehdîdinden dehşet duymuşdur. Kıymetli genç kardeşlerine olan şefkat ve merhameti de, Onu hizmete zorlayarak, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarından seçdiği yazıları terceme etmeğe başlamışdır. Aldığı sayısız tebrîk ve takdîr yazılarının yanı sıra, tek tük mezhebsizin serzeniş ve iftirâlarına da hedef olmuşdur. Rabbine ve vicdânına karşı ihlâsında ve sadâkatinde bir şübhesi olmadığı için, Allahü teâlâya tevekkül ve Resûlünün �sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem� ve sâlih kullarının mübârek rûhlarına tevessül ederek, hizmete devâm etmişdir. Allahü teâlâ, hepimizi râzı olduğu doğru yolda bulundursun! Âmîn.