KUDSÎLER ve SOHBET
Soru: “Kudsîlerin hizmetlerinde ve hayatlarında sohbetlerin önemli bir yeri vardır” sözünü izah eder misiniz?
Cevap: Evvela, Allah’ın bizleri kudsîlerden kılmasını, sonra yaptığımız şeylerin kudsîlerin yaptığı şeylerden olmasını dileriz. Bunlar, O’nun ayrı ayrı lütfedeceği hususlardır. Evet, aczimizi, fakrımızı şefaatçi yapıp bunları O’nun engin rahmetinden talep etmeliyiz. Yani, hizmetin neticesini bekleyeceksek, ilim ve iktidarımızla değil, ihtiyacımızla bekleyeceğiz. Rabbimiz aczimize, zaafımıza merhamet buyurup bizi, göz açıp kapayıncaya kadar nefsimizle baş başa bırakmasın!. Bilindiği gibi Seyyidina Hz. Mesih, Efendimiz (sav)’i ve cemaatini “kudsîler” sözüyle müjdelemiştir. Kudsîler; mukaddesler, yani dünyanın isine-pasına, kirine-kudûretine girmemiş ve eteklerine “belva-i âmm” nev’inden dahi olsa pislik bulaşmamış ve tabii dünya karşısında hiçbir zaman yenik düşmemiş insanlar demektir. Bu, onların hata ve günah işlemeyecekleri şeklinde anlaşılmamalıdır. Hata ve günah Seyyidina Hz. Âdem’le beraber doğmuş ve âdetâ onunla tev’em (ikiz) gibidir. İşte insanoğlu da, atasıyla beraber doğan bu hatayı tevarüs etmiş, o gün-bugün de bu beraberliği sürdürmektedir. Daha doğrusu bu Allah’ın bir kanunudur ve onu aşmamız da mümkün değildir. Bundan dolayıdır ki Allah Rasûlü: “Küllü benî âdem hattâün” der ve bu mes’eleyi hatırlatır. Evet, herkes hata işler; ama önemli olan, hatanın nasıl giderilip, nasıl aşılacağı hususudur. Buna da O; “Ve hayrul-hattâine et-tevvabûn” sözüyle işaret buyurur. Yani “Hata edenlerin en hayırlısı hata ettikten sonra hemen tevbe ile onu silmeye çalışandır.” Bu açıdan biz “mukaddes”, “pak”, “nezih” sözleriyle hiç günah işlememişi kasdetmiyoruz; bu sözlerle biz, hayatlarını Cenab-ı Hakk’ın rızasını tahsile vakfetmiş, adamış; düştüğünde doğrulmasını bilen, uzaklaştığında yakınlaşma yollarını araştıran ve gözlerini açıp-kapayıp rıza-i İlâhîyi arzulayanları.. ve i’lâ-yı kelimetullah adına, yani Allah’ın yüce adının dört bir yanda bayrak gibi dalgalanması uğruna lazım gelen her şeyi yapanları ve bu yolda her fedakârlığa hazır olanları kastediyoruz. Zaman zaman bunlar da düşebilir, bunlar da kendi çizgilerinden uzaklaşabilir, ama onları diğerlerinden ayıran özellik, istemeyerek içine düştükleri durumun içinde uzun süre kalmamalarıdır. Düşer düşmez hemen kalkıp Seyyidina Hz. Âdem gibi: “Rabbenâ zalemnâ enfüsenâ = Rabbimiz kendimize zulmettik” (A’râf, 7/23) veya Seyyidina Hz. Yunus bin Metta gibi: “Lâ İlâhe illâ ente subhâneke innî küntü mine’z-zâlimîn= Senden başka ilah yoktur, Sen münezzehsin, şüphesiz ben haksızlık edenlerden oldum” (Enbiyâ, 21/87) deyip, nefsin zulmünden Cenab-ı Hakk’a sığınmalarıdır.. evet kudsîler, her zaman Allah’ı takdis ve tenzih eder, herşeyi netice itibariyle O’na bağlarlar. Ve böylece her hallerinden Cenab-ı Hakk’ın nazar-ı merhametini kendilerine celb ve cezbetmesini bilirler. Tabir-i diğerle acz, fakr, zaaf ve ihtiyaçlarını ortaya koyarak, bazı velilerin, “Ben senden hiçbir şey istemiyorum, hâlime bak neye muhtaç isem onu lütfeyle” dedikleri gibi “Lâ İlâhe illâ ente subhâneke innî küntü mine’z-zâlimîn” derler.
Kudsî, aynı zamanda, paklığa hırslı; günahtan kaçan ve günahtan kurtulduktan sonra da, yeniden ona dönmektense, ateşe girmeyi yeğleyen insan demektir. Şirki izâle ve yerine tevhidi ikame etme böyle birinin en yüce mefkûresi, en büyük gâye-i hayalidir. Onun için Seyyidina Hz. Mesih, yeryüzünü şirkten, şirkin levsiyatından temizleyecek olan ve ahir zamanın en güçlü cemaati bulunan Hz. Muhammed (sav), cemaatına “kudsîler” demiştir.
Kudsîlerin iki dönemi vardır. Biri Efendimiz (sav)’le başlayan ve o döneme ait ani’l-merkez güçle değişik dönemlerde zirveleşen, devletler hâline gelen ve devletlerin mülk ve saltanatında âdetâ hilafetin şehbalı şeklinde kendini gösteren aslî tecelli ve küllî zuhûru; diğeri de, ahir zamanda yine Hz. Sâdık-u Masduk’un beşareti ve müjdesine binaen, son bir kere daha Müslümanların, olmaları gerektiği ölçüde var olmalarıdır. Bu açıdan Efendimiz (sav)’in ümmetinin, “kudsîler” sözcüğüyle yâd edilmesinden, ahir zamanda bu ikinci dirilişi temsil edenler de nasiplerini almaktadırlar. Birinci durum itibariyle kudsîler “Tilke ümmetün kadhalet lehâ mâ kesebet... = Onlar bir ümmetti, gelip geçti. Onların kazandıkları onlara...” (Bakara, 2/134) âyetinin ifadesiyle gelmiş, vazifesini eda etmiş ve gitmişlerdir. Şimdi onlarla bizim münasebetimiz onları, hayırla yâd etmek, bizlere bıraktıkları eserleri geliştirip değerlendirmeye çalışmaktır. Bu konuda bizi daha çok alâkadar eden hususa gelince, o, bu ikinci kudsîliğin çok iyi değerlendirilmesi mevzuu olsa gerek.
Kudsîler denince akla, ahir zamanda yere konmuş hizmet boyunduruğunu yeniden omuza alan, tamamen durmuş bir sistemi yeniden harekete geçiren, darmadağınık olmuş İslâmî toplumu yeniden çağıyla hesaplaşmaya hazırlayan ve gezdiği her yere, tıpkı Hızır’ın gezdiği yerler gibi canlılık götüren bir umûmi ihyâ hareketinin mümessilleri gelmelidir. Şimdiye kadar çokları bu tabirleri kullandı. Meselâ; merhum Mevdudî “İslâm’da İhya Hareketleri” kitabıyla bu umûmi “ba’su badel-mevt”i anlattı, hatta Hz. Mehdi’nin hareketini de, bu ihyâ hareketinin önemli bir buudu olarak ifade etti. Tabii en büyük ihyâ hareketleri nebilerle temsil edilmiştir. Şu âyet meâli, bu hususu tasdik ve te’yid eder mahiyettedir: “Allah sizi hayata mazhar etmesi, diriltmesi, (yani bir ba’su ba’del-mevte mazhar kılması) için O ve Peygamberi sizi çağırdığı zaman, o çağrıya icabet edin!” (Enfal, 8/24). Evet çağrıya icabet edin ki; rûhda, mânâda, gönülde, vicdanda, hisde, duyguda, düşüncede, mantıkta, muhakemede.. hasılı her hususta dirilesiniz. Bu açıdan denebilir ki, en çaplı ihyâ hareketleri peygamberlerle temsil edilmiştir ve onlardan sonra bu hareketi temsil edenler de kudsîlerdir.
Kudsîlerin hayatında en önemli hususa gelince, o da bir yerde oturarak, kalkarak, düşünerek, konuşarak; mev’ize ve sohbetlerde bulunarak bu arkadaşlığı derinleştirmektir.
Geçmiş kitaplarda Hz. Mesih’in etrafındakilere “Onun çırakları” denir. Seyyidina Hz. Musa’nın etrafındakilere de “Onun talebeleri, çırakları” ifadesi kullanılır. Halbuki Kur’ân-ı Kerim, Allah Rasûlü’nün cemaatini ele alırken, “Ashab” sözünü, yani sohbetten gelen bir kelimeyi kullanmıştır. Zaten Efendimiz (sav) de onlara “Ashabım” demiştir.
Mes’eleye bu zâviyeden yaklaşılacak olursa “sohbet” çok şümullü bir kelimedir, hatta her türlü nasihat ve irşad da bu sohbet mânâsına dahildir. Diğer taraftan kudsîlerin sohbeti, yüce bir gaye ve ideal etrafında örgülenmektedir. Yani onların bir araya gelişi, sıradan bir araya geliş değildir; gayeli ve hedefli bir beraberliktir. Bu sebeple, insanların bir kahvede, bir sinemada, bir tiyatroda veya turistik bir gaye ile çıkılan yolculuklarda bir araya gelmeleri, beraber yiyip içmeleri, konuşup görüşmeleri ile, yukarıda çerçevesini belirlemeye çalıştığımız kudsî-lere ait sohbet ve arkadaşlığın birbirine karıştırılmaması icap eder. Onun için de, kudsîlerin “sohbet”ini daha özel mânâda ele alıp öyle değerlendirmek gerekmektedir.
Sohbet; duygu ve düşüncelerini karşılıklı müzakere ederek bu duygu ve düşüncelerde derinleşmeyi hedef alan insanların kurdukları arkadaşlıktır. Zaten hadiste de “tezâkür” ifadesi kullanılır ki, o da bu mânâyı teyid etmektedir. Bu arkadaşlıkta her zaman bir ülkü ve ideal birliği söz konusudur ve yürekler aynı duygu ve heyecanla, hep aynı mes’eleler etrafında çarpmaktadır. Böyle bir beraberlikte “Birimiz hepimizdir” görüşü hâkim-dir ve tam bir vahdet-i rûhiye söz konusudur. Aralarında aynı heyecan yaşanmakta; başkalarının lezzetleriyle mütelezziz ve elemleriyle müteellim olunmaktadır. Durum böyle olunca, tehlike anında ayrılıp giden, zoru görünce bulunduğu yeri terk eden insanların bir araya gelişi, kesinlikle bizim tarif ettiğimiz şekilde bir arkadaşlık değildir. Ona dense dense “yığın” denir...
Bu itibarla, uzun zaman isteyen ve uzun zaman istemesi itibariyle de ciddi bir sabrı gerektiren, peygamberâne azimle ancak aşılabilecek büyük mes’elelerde, her zaman bizimle beraber olmayanlar, bizimle arkadaşlık yapamazlar ve onlar bu has mânâda bizim arkadaşlarımız değillerdir. Cephede sonuna kadar bizimle beraber kalmayan, her sene elli defa plânı, sistemi, düzeni bozulsa “yeni baştan” deyip, ülke ve ülkümüz adına beraberliğimizi sürdürmeyen bizim arkadaşımız değildir. Zaten, her türlü mücahedede, mücadelede, kendini bulmada, özüyle bütünleşmede, ahirette ebedî saadete liyakat kazanmada, Allah’ın rızasını yakalamada ve cennette bir başak halinde çıkabilmek için, burada sağlam bir tohum halinde toprağın bağrına düşüp, rüşeyme yatmakda beraberlik söz konusu değilse, bu arkadaşlık ötede devam etmez ki, burada da bir kıymeti haiz bulunsun.
Nitekim bir hadis-i şerifde şöyle bir husus anlatılır: Yeni bir ölüm hâdisesi vuku bulduğunda, daha önce vefat eden dost ve akrabaları onun başına toplanır ve dünyadaki dostları, yakınları hakkında ona sorular sorarlar. “Falan nasıl, filan nasıl?” diye uzayıp giden bu sorular karşısında, berzahın yeni misafiri, bazen: “O daha önce vefat etti. Size uğramadı mı?” der. Bunun üzerine diğerleri işi anlar ve üzüntülerini dile getirirken: “Bize uğramadığına göre, demek ki onu uğursuz bir yere götürdüler!...” derler.
Evet orada, dostluğun devamı, buradaki beraberliğe bağlıdır. Pek çok âyet ve hadis bize bunun böyle olduğunu ve olacağını hatırlatmaktadır. Ezcümle: “Kişi sevdiğiyle beraberdir” me-âlindeki hadîs-i şerif, gayet kısa, veciz ve câmi bir ifadeyle, bu hususu teyid ettiği gibi, meâlini vereceğimiz şu âyet de aynı hususa parmak basmaktadır:
“Kim Allah’a ve Rasûlü’ne itaat ederse, işte onlar, Allah’ın nimetlendirdiği peygamberler, sıddîkler, şehidler ve salihlerle beraberdir. Onlar da ne güzel arkadaştırlar!” (Nisa, 4/69)
Bu açıdan bizim arkadaşlığımız enginliklere açık, zengin ve çok derinlikleri olan bir arkadaşlıktır. O aynı duygu, aynı düşünce, aynı davayı kucaklayan ve aynı şeyleri paylaşan insanların bir araya gelmeleriyle gerçekleşen, Zat-ı Uluhiyet’i müzakere, İnsanlığın İftihar Tablosu’nu yâd etme, tevhid, tehlil, tesbih, tahmidle derinleştiren bir sohbet arkadaşlığıdır. Nasihat da bu sohbetin hayatî ve çok önemli yanlarından biridir. Ukba buudlu bu beraberlik öyle bir arkadaşlıktır ki, kabir bu arkadaşlığı engelleyemez, ölüm bu arkadaşlığın arasına giremez. Evet, “Birimiz şarkta, birimiz garpta, birimiz cenubta, birimiz şimâlde, birimiz dünyada, birimiz ukbada olsak yine beraberiz” mülâha-zası etrafında gerçekleştirilen bir arkadaşlığa dünyada hiçbir şey mani olamaz.
Böyle bir arkadaşlığın engin ve zengin buudlarından biri de, uyarma ameliyesidir. Yani, arkadaşının yanlış yaptığını gördüğünde onu ikaz etmesidir. Buzda gezen adama; “aman dikkat et! Buzda geziyorsun, kayıp düşebilirsin” derler. Aynen öyle de, başı dönen, bakışı bulanan, kaymak üzere olan bir arkadaşına; “aman buradaki kaymalar öteki kaymaları netice verebilir” deyip kardeşlik ve vefanın icabını yerine getirerek, onu tutup düşmesine meydan vermeme bizim anladığımız böyle bir arkadaşlığın gereğidir. Allah Rasûlü böyle bir arkadaşlığı kâmil mânâda gerçekleştirdiği için, O’nun cemaatına, “Cemaat” değil “Ashab” denmiştir. Yani o sohbet halkasına giren, O’nun sohbetindeki enginlikleri yaşayan, mes’elenin nasihat ve mev’i-ze yanından da yararlanan, zikir ve fikirle Allah’a yaklaşma yolunu bulan, arkadaşlığın ebedîlik vetiresi felsefesini, yani burada girilen bu yolun ötede de devam edeceği gerçeğini kavrayan kimselerle O’nun arasındaki münasebet bir arkadaşlık münasebetidir.
Evet, zikir, fikir, tefekkür bu yolun önemli bir derinliğidir. Oturup Zat-ı Uluhiyet’i müzakere ve mütalâa etmek ki, “Işık Evler” böyle bir sohbeti gerçekleştirme adına açılmış çok önemli meskenlerdir. Yer yer onlara çeşitli cephelerden baktığımız ve mülâhazalarımızı aktardığımız için burada ayrıca ışık evlerin gaye ve fonksiyonlarına temas etmeyeceğiz.
Bir de geçmiş kitaplarda bazı işaretler var. Âhir zamandaki dirilişin önemli bir yanını mev’izeler teşkil edecek diye.. evet âhir zamanda ümmet-i Muhammed’e diriliş üfleyecek zevatın önemli ünvanlarından biri de “Nâsih” ünvanıdır. Bu yönüyle de nasihat buudlu, mev’ize derinlikli sohbetler çok önemlidir.
Gerçi geçmiş kitaplardaki şeyleri ayniyle kabul edemeyiz ama, mes’ele bizim Kitab’ımıza muhalif değilse, Allah Rasûlü(sav)’nün muhayyer bırakmasına dayanılarak mülâhaza dairesi açık bırakılabilir.