Bir hatıra ve namaza dikkat

Hiç unutamayacağım insanlardan birisi de muhterem Mehmet Kırkıncı Hoca'nın rahmetli babası, Celal Efendi'dir. Celal Efendi, Medine'de mücâvir (mübarek bir yerde inzivaya çekilip ibadet eden, kendini o yerin hizmetine adayan), kıymetli bir insandı. Orada vefat etti ve oraya defnedildi. Yanına gittiğimde çok yaşlanmıştı. İlerleyen yaşına ve rahatsızlıklarına rağmen namazlarını aksatmıyor, sünnetleri de ayakta kılıyordu. Ama oturup kalkmakta zorlandığı için namazlarını yatağının yanında kılıyor; ayağa kalkabilmesi için yatağa tutunması gerekiyordu. Bu şekilde tamamladığı bir namazdan sonra bana demişti ki, "Hocam, ben böyle namaz kılarken yatağa tutunarak kalkıyorum, oluyor mu namazım?" O tabloyu hiç unutamayacağım. O ne güzel şuur.. herşeye rağmen kulluğunu gereğince eda etmeye çalışmak ama yine de yaptığıyla yetinmemek ve daha iyisini aramak..

Evet, namaz bizi ahirette kurtaracak bir sermayedir. Onun için namaz hususunda çok hassas davranmak gerekir. Allah onun kıymetini ruhlarımıza duyursun ve eksiğiyle gediğiyle namazlarımızı kabul buyursun.

O koca koca deryalar da, engin çağlayanlar da göklerden gelen mini mini damlalardan oluşur. Daha rüyanın başında deryayı görmek isteyenler, ömür boyu hep rüya görür dururlar.

Allah Teâlâ, yaptığı işleri yaparken sizin markalarınızı basıyor üzerlerine. Siz zannediyorsunuz ki, biz yaptık. Halbuki, çok iyi bilmek lazım: her şey ısmarlama bir yerden çıkıyor. Sahip çıkıp zulmetmemek lazım. "İnne'ş*şirke lezulmun azîm*Muhakkak ki şirk pek büyük bir zulümdür". (Lokman, 31/13) Evet, Allah'a ortak koşmak, icraatında başkalarının tesirini kabul etmek en büyük bir zulümdür. Oysa ki, bizim davamız tevhid davasıdır. Biz oturur kalkar "Allah birdir" deriz. "Allah birdir" derken O'nun bazı icraatını kendimize mal etmenin alemi ne? Zimamını sahibine verin, işler gürül gürül devam etsin. Kendi elinize alırsanız, meseleyi kısırlaştırırsınız. İğdiş adama evlat isnadı gibi bir şeydir o.

Hz. Aişe validemiz, "Kendini muhsin (i

yi ve hayırlı) zanneden muhsin değildir; musi' (kötü ve günahkar) dir. Kendini musi' kabul eden de muhsindir." diyor. Bu mübarek söz, üzerinde arîz ve amîk durulması, tahlil edilmesi gereken bir vecîzedir. Evet, kendini ehl*i ihsandan zannetmek; umumi manada, her halini, kalbi, içi*dışı, davranışları ve düşüncelerini güzel kabul etmek; ya da ıstılahi mana açısından ele alacak olursak; kendisini, Allah'ı görüyor gibi O'na kulluk yapan veya bu duyguyu yakalayamamışsa bile Allah'ın onu gördüğü şuuruyla davranan hayırlı bir insan bilmek demektir.

İşte, kendini bu manada bir insan zanneden şahıs aslında musi'dir. Böyle düşünen bir insan temelde isaet (kötülük) yoluna girmiş sayılır. Çünkü, böyle bir insan kusurunu göremez. Ve dolayısıyla hiç farkına varmadan ihsan yolundan ayrılır, isaet yoluna girer. Ama ne olursa olsun, insan kendisini Üstad Hazretleri'nin onikinci notada "hem musi', hem de müsinn; hem günahkar hem de yaşlı" dediği gibi sürekli mücrim, musi' görüyorsa, böyle bir insanın tedarik duygusu, telafi düşüncesi olur; "İsâetten nasıl kurtulurum, nasıl ihsan ruhuna ulaşırım" der ve bir cehd ortaya koyar. Yoksa kendini zirveye çıkmış zanneden bir insanın bunun daha ötesinde zirveleşme cehdi, gayreti söz konusu değildir.

Soru: Bazılarına yanlışlıkları gösterildiğinde "Ben değişmem, ben buyum. Benim fıtratım bu." şeklinde mazeretler söylüyorlar. Bu mazeretlerin doğruluk payı var mıdır?

Cevap: Öncelikle, "Ben değişmem, ben buyum." diyen kimse hiç değişmez. Çünkü değişmeye niyeti yoktur. "Ben değişmem, ben buyum." sözü bir bakıma doğrudur. İnsanlar hiçbir zaman bütün bütün değişmezler. Çok ciddi presten geçseler bile kendi hususiyetlerini hala üzerlerinde barındırırlar. Yani, üzümün şırası üzüm şırası olur.. kayısının ki kayısı şırası. Arpanın ki de boza olur. Hepsi de sıvıdır, hepsinin ekşi, az buruksu tatları vardır. Birbirine benzerler ama yine de kendilerine ait bazı hususiyetleri vardır. İşte bu söz "herkes kendidir" manasına bir bakıma doğrudur. O kastediliyorsa, bu, insanın ruh haletiyle, psikolojik durumuyla alakalıdır.

Fakat, insanlar hiç değişmez de değildir. "Hiç değişmez" derseniz peygamber gönderilmesinin bir anlamı olmadığını da iddia etmiş olursunuz. Çünkü onlar, potansiyel insanı mükemmel insan seviyesine çıkarmak için gönderilmiştir. İnsanın içindeki bir kısım istidatları ateşleme, fitilleme maksadına matuf gönderilmişlerdir. Onlar, insanları terbiyeye tâbi tutarlar. Rehabilite ederler. Böylece sadece dış görünüş itibariyle, zahiren insan görünen fertler hakiki insan haline gelir. Ama herkes kendi istidadı çerçevesinde kalır; kendi kemâlât arşına ulaşır; daha ötesine gidemez. Herkes bir ölçüde yine eskilerin heyülâ dedikleri kaderî programa *kaderî çerçeve, kaderî kalıp demek daha uygun* göre şekillenir, ona göre kalır, değişmez ama belli ölçüde işe yarayacak hale gelebilir.

Evet, her fert terbiye ile işe yarayacak hale, cennete ehil keyfiyete gelebilir. Her insan cehennemden kurtulabilecek seviyeye yükselebilir. Herkes, insanlara faydalı olabilecek dereceye çıkabilir. Enbiyanın gönderilmesi buna delalet eder. Allah'ın Kuran*ı Kerim'de değişik yerlerdeki emirleri, fermanları onu gösteriyor. İnsan potansiyel olarak ahsen*i takvîm (en güzel suret) üzere yaratılıyor. Fakat â'lâ*yı illiyyîn ile esfel*i sâfilîn arasında mahiyet*i insaniye ibresinin oynaması söz konusu. O, arada bir yerde durabilir. İşte o durma meselesi de, insanda şart*ı âdî mahiyetinde kabul edilen insan iradesine bağlanmıştır.

Meşiet*i Sübhâniye esas olsa bile *Matüridî'ce bir mülahazayla yaklaşıyoruz meseleye* insan iradesine Allah o kadar değer veriyor ki, bu kainatları var eden o müthiş, o muhteşem, baş döndüren kudret ve iradesini bir yönüyle ona göre hareket ettiriyor. İnsan iradesine değer verme.. İster siz ona Üstad'ın Kader risalesindeki yaklaşımıyla bir meyelân deyin, isterseniz meyelândaki tasarruf deyin (iki tarafı eşit olan iki noktadan bir tanesi hakkında seçiminizi kullanma şeklinde bir tasarruf) onu o küllî iradesinin tecellîsine ve illet*i tâmme diyebileceğimiz şeyin tezahürüne vesile yapmış. Onunla insan â'lâ*yı illiyyîn*i kemâlâta çıkar. Ahsen*i takvîme hakikî mazhariyetini gösterir. Bu şekilde, potansiyel olarak ahsen*i takvîme mazhar olan insan realite planında da ahsen*i takvîme mazhar olur.

Bu durumda yukarıdaki sözü, onu söyleyen insanın durumuna, karakterine, haline göre değerlendirmek lazım. Fakat genel manada "Ben değişmem, mahiyetim bu, Allah beni böyle yaratmış." diyen insan kendine mazeret arıyor demektir ve bu söz kat'iyen doğru değildir. Ama "herkes kendi karakterinin gereğini ortaya koyar" şeklinde bir anlayışı seslendiriyorsa, bu doğrudur. Şâh*ı Geylanî de büyüktür, Muhyiddin ibn*i Arabî de. Hasan Şazelî de büyüktür, İbn Beşiş de. Diğer aktâb*ı kirâm efendilerimizin hepsi de çok büyüktür. Fakat herkesin mahiyeti bir yere kadar o kimseye yol verir. O şahıs da kendi arş*ı kemâlâtına kadar; kendi varış ipini göğüslediğinden daha ilerisinin olmadığını zannederek, "dahası yok" diyebileceği noktaya kadar yükselir ve öyle der. Ve artık sanır ki, onun yükseldiği noktadan daha ileri giden olmamıştır.

Dava*yı nübüvvetin varisleri belli ölçüde pâyelerini bilirler; çünkü onlar pek çoğu itibariyle, mahviyete kilitlendiklerinden dolayı "Benim üstümde daha çok mesafe var." derler. Onlar hakkında ikrâm*ı ilahî ve ihsân*ı ilahî, Allah'ın nasip ettiği pek çok lütfu gizli tutması, ikramları ketmetmesi şeklinde tecelli ettiğinden; şu zamanda yaşayan bir arkadaşımızı Şah*ı Geylanî'nin yanına koysalar, Efendimiz'in huzurunda aynı rahle*i tedriste oturtsalar, yine o der ki "Benim önümde çok yol var; ben yolun başındayım." O hep mebdei (başlangıcı) görür. Allah onu Müntehâ'ya (neticede varılan son noktaya) muttalî kılmaz. Hatta bazen öyle bir ıttılâ olsa bile o "Bu galiba benim için bir imtihandır." der. Mesleğimiz itibarıyla böyle olması da gereklidir.

Bu "hiçbir mazhariyetleri yoktur." demek değildir. Belki mazhariyetlerin aldatmayanı vardır. Hele hususiyle günümüzde pek çok insanın öyle rüyalarla, yakazalarla aldandığı bir dönemde bence en büyük ihsân*ı ilahî odur: insanın kendini sürekli mebdede görmesi. İnsanın kendini yolun başında, başlangıçta görmesi onda daimî gerilim hasıl eder; tırmanma azmini çoşturur, şahlandırır. Aynı zamanda onu fahirden, kendini beğenmeden, bir şey olma mülahazasından da uzak tutar. Böylece o, başka şeylere de talib olmaz. Allah onu müşîr (general) yapar da fakat o hiç farkında değildir; kendini nefer olarak görür. Önüne bazen ekstradan çerezler saçılan bir nefer gibi görür. Halis olduğu zamanlar da "ben bunları istemiyorum" der.

İnsan her zaman ihlasa bağlı olmasa bile bazen çok hâlisâne zamanlar yakalayabilir. Öyle ki, insan, dünyada verilebilecek en büyük payelere karşı dahi kapanır ve "O'nun rızası dışında hiçbir şey istemiyorum, hiçbir şey.." der. Cennetin kapılarını açsalar, hurileri gösterseler de "istemiyorum" der. Bunu, bizim gibi mübtedîler bile bazen hissedebilir. Çünkü vicdan bunları hissedebilecek mahiyette yaratılmıştır. Tamamını, her türlü dünyevî renk ve desenin dışında kavrama müntehîlere mahsustur.

Ben halimden memnunum. Mübtedîlik hoşunuza gidiyorsa siz de dilekçe verir orada kalırsınız. Dualarınız birer dilekçe olsun, "Allahım mebde'de, müntehadakilere mahsus hâlisâne amele bizi muvaffak eyle; fakat, *bahtına düştük* bizleri kalben hep mebde'de tut."