Kadınların gücü
Sevimgül'ü düşünüyorum.
Konuşurken öyle güzel bir söz söyledi ki hâlâ etkisindeyim. "Dünya" dedi, "İşkence gören kadınlara tecavüz edildiğini zaten biliyor. Benimki farklı, benimki dünyanın; 'bunu kadına yapamazlar' dediği cinsten bir şey."
Burada ince bir espri var.
Dünya asıl, "bunu kadına, insana yapamazlar" diye tecavüz olayları için söylemelidir. Fakat dünya bunu söylemiyor artık. Zira dünya, işkenceci ruhların "tecavüzüne alışmış" ve tecavüz sıradan bir şeymiş görünümünü almış!
Sevimgül bunu çok güzel dile getirdi. Hem de bilerek değil, bilinç altına yerleştirdiği tespit raporuyla.
Çok merak ettim. Nasıl bir işkenceydi ki, dünya, "bunu kadına yapamazlar" diyormuş.
Sahi, dünyanın hâlâ şaşırabildiği bir şey var mı? Ve dünya şaşırma diye bir duygunun varlığından haberdar mı?
Sevimgül'ü bu defa taş ocağından gelirken yakaladım.
Yalnızdı ve o dağ-tepe demeden aşılan yolları tek başına gidecekti. Sık sık da öyle oluyor. Bazen gece yarısı bu yollarda yalnız kalıyormuş. O zaman namusuna zarar verilir diye çok korkular çekmiş. Hep Allah'a yalvarırmış, "yâ Rabbi! Canımı al ama namusumu kirlettirme" diye.
Bir kadın böyle yerde tecavüze uğrasa bile Allah'ın indinde temizdir. Ama olayın bir de kul indi var. Bu da çok sarsıcı bir durum olmalı ki, kendisine tecavüz edilen nice kadınlar tecavüz edeni öldürmüşlerdir. Cinayet işleyen kadınlar, Allah indinde kirlendiklerini düşündükleri için öldürmemişlerdi. Bunu kendi dünyalarındaki duygu yaptırmıştı. Bu duygu demek o kadar büyük ki, insana insan öldürtebiliyor! Ve bu duygunun bir adı vardır:
Namus!...
Bunu da ancak namuslular bilir. Namussuzlar tecavüzden öldürüldüğü zaman ölen şerefsizi değil, öldüreni ayıplar ve cezalandırırlar.
Haklılar tabii. Kendilerinde bulunmayan bir şeyin başkalarında olduğuna ihtimal bile veremiyorlar. Onun için de daima tecavüz ettiği için öldürüleni savunmaya geçerler. Dine inat...
Biliyorlar ki, namus din kaynaklı bir mefhumdur. Israrla sordum ona:
— Hadi artık Sevimgül bacı, anlat şu olayı. "Anlatayım" dedi. derin bir nefes alıp konuya girdi:
— Biz çok işkence gördük Kaan ağabey. Gördüğümüz işkencelerin acısı anlatılarak kavratılamaz. Bunu siz de yaşadınız. Bizi, Sibirya adaları gibi bir yere götürüp toprak kazdırdılar, Sonra, "girin buraya, burada yaşayacaksınız" dediler.
Madiyar isimli bir imam vardı. Benim çile arkadaşımdır. Müslümanların bize tükürüp taşladıkları o dehşet gününden beri ona çok acırdım. O sıcağın dehşetinde "su, su!" diye inliyordu. İnsanlıktan, merhametten eser tanımayan devrim yanlısı gençler ona su verecek gibi yapıp, su tasını uzattılar. O da susuzluktan kavrulan yüreğiyle suya doğru eğildi... Kahkaha ile gülüp ağzına toprak doldurdular. Aman Allah'ım! O ne sahneydi. Sonra toprakla dolu olan ağzını yere yatırarak çiğnemeye başladılar. Kanlar fışkırıyordu ağzından burnundan. Aman Allah'ım! O dehşeti gördük de acaba biz hâlâ nasıl yaşıyoruz?!
Meğer aynı tür işkence ötekilere de yapılıyormuş. Bir kısmı orada öldü, ölmeyenler de koğuşlarına dönerek, ölmeden önce öldüler binlerce kez.
Sonra bana döndü o gençler. "Bunu bize verin, cezasını biz verelim" dediler. Zaten çok ceza vermişlerdi. Sürüklemiş, vurmuş, ayaklarımın derisini soymuşlardı; ama hâlâ işkenceye doymuyorlardı! Orada çok faz/a korktum. Resmi kadrolu zalimlerin elinden, fahri hizmet yapan zalimlerin eline düşecektim. Ve bunlar her türlü işkenceyi yaparlardı. Üstelik bunlar Müslüman’dılar. Rejimin yalanına inanmış, kendi kardeşine bu zulmü yapıyorlardı. Şu ana kadar Allah yardim etti, namusuma dokunulmamıştı, ama bunların eline geçersem... Çok, çok korkmuştum.
Bir grup yalvarıyordu gardiyanlara "onu bize verin derisini yüzelim" diye. öteki grup, "hayır, onu bize verin gözlerini oyalım" diyordu. Bir başkası da, "siz bize verin, biz halleder tekrar size iade ederiz" diyordu.
Ben gençtim. Bu zulümlerin ancak kapitalist devletlerde yapıldığını zannederdim. O da filmler yoluyla empoze edilmişti bize. Dünyada, komünizm isteyen insanlar ne bedbahttı! Ne çok çile çekiyorlardı! Ve nasıl da acındırıyor, onları kahraman gösteriyorlardı!...
İşte ben filmlerde görmediğim sahneleri yaşıyordum ve bu sahneler rol gereği de değildi. Ve ben güya komünizmin koruması altındaydım. Komünizm halkı korurdu(!) Gerçekten korudu beni; ama saadetten, mutluluktan... O yüzden mutluluk bana hiç yaklaşamadı.
Ah Kaan abi ah! Asıl dehşet işkenceye, o korkunç güne geçmeden önce şunu anlatayım:
Askerler bize kadın-erkek ayrımı yapmadan emir verdiler. "şu dağa su çıkaracaksınız" dediler.
Bu nasıl olurdu? O dağa suyun çıkarılması mümkün değildi ki! Su nerden ve nasıl gelecekti?
— Hadi bakalım, dağa çıkıyoruz.
İşkenceciler yaşlı Müslüman’ların sırtına çıkıp bağırıyorlardı:
— Alçak faşistler! Hadi bakalım din neymiş görelim! Bizi şu dağın tepesine çıkarın!
Yaşlı adamlar onları taşıyamıyor, bazen düşüyorlardı. Sırtında taşıdığı komünistleri yere düşürenler alabildiğine kamçılanıyordu. Sonra tekrar kahkahalar başlıyordu. Sanki o kahkaha sesi beynime kazınmış, "buradan çıkmam" diyor hâlâ.
* * *
Konuşarak giderken baktık, karşıdan muhafız geliyor. Yine o dehşet konuyu, dünyanın, eğer bunu söyleyecek erdemi kalmışsa "bunu kadına yapamazlar" diyeceği o dehşet olayı öğrenememiştim. Ne hikmetse bunu bir türlü Öğrenemiyordum. Bir kadın olarak ne çekmişti acaba?
Kadın... Kadın deyince üç kişiyi hatırlarım:
"Kaaan! Kurtar beni yavrum!" diyen anamı... Gözleriyle yalvarıp, "beni kurtar!" diyen ablamı... Ve başkaları görmesin diye, bana el yerine parmaklarını sallayan sevdiğimi, Aybalam'ı... Şimdi dördüncü bir kişi ilâve oldu bunlara: Sevimgül...
Sevimgül başı açık bir genç kızdı. . İslam'ın hükümlerinin farz-ı aynlarını dahi bilmiyordu. Ama çok şahsiyetli, çok kişilikli, son derece kararlı ve azimli biriydi.
Onu hatırladığım zaman aklıma şahsiyet geliyor.
Ve soruyorum, "kadının gücünün ne olduğunu sadece işkenceciler mi bilecek?" diye. Ve şahsiyet sahibi olanlar, sadece kendileri tarafından mı bilinip takdir edilecek?!
Düşünüyorum, Öyleyse varım. Ama böylesi bir varlık işe yaramıyor.
Unutmadan söyleyeyim, caniler düşünemezler! Ama yine de vardırlar...
* * *