Sayfa 2/3 İlkİlk 123 SonSon
21 sonuçtan 11 ile 20 arası

Konu: Çin İşkencesi

  1. #11
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Çin İşkencesi

    Kadınların gücü

    Sevimgül'ü düşünüyorum.

    Konuşurken öyle güzel bir söz söyledi ki hâlâ etkisindeyim. "Dünya" dedi, "İşkence gören kadınlara tecavüz edildiğini zaten biliyor. Benimki farklı, benimki dünyanın; 'bunu kadına yapamazlar' dediği cinsten bir şey."

    Burada ince bir espri var.

    Dünya asıl, "bunu kadına, insana yapamazlar" diye tecavüz olayları için söylemelidir. Fakat dünya bunu söylemiyor artık. Zira dünya, işkenceci ruhların "tecavüzüne alışmış" ve tecavüz sıradan bir şeymiş görünümünü almış!

    Sevimgül bunu çok güzel dile getirdi. Hem de bilerek değil, bilinç altına yerleştirdiği tespit raporuyla.

    Çok merak ettim. Nasıl bir işkenceydi ki, dünya, "bunu kadına yapamazlar" diyormuş.

    Sahi, dünyanın hâlâ şaşırabildiği bir şey var mı? Ve dünya şaşırma diye bir duygunun varlığından haberdar mı?

    Sevimgül'ü bu defa taş ocağından gelirken yakaladım.

    Yalnızdı ve o dağ-tepe demeden aşılan yolları tek başına gidecekti. Sık sık da öyle oluyor. Bazen gece yarısı bu yollarda yalnız kalıyormuş. O zaman namusuna zarar verilir diye çok korkular çekmiş. Hep Allah'a yalvarırmış, "yâ Rabbi! Canımı al ama namusumu kirlettirme" diye.

    Bir kadın böyle yerde tecavüze uğrasa bile Allah'ın indinde temizdir. Ama olayın bir de kul indi var. Bu da çok sarsıcı bir durum olmalı ki, kendisine tecavüz edilen nice kadınlar tecavüz edeni öldürmüşlerdir. Cinayet işleyen kadınlar, Allah indinde kirlendiklerini düşündükleri için öldürmemişlerdi. Bunu kendi dünyalarındaki duygu yaptırmıştı. Bu duygu demek o kadar büyük ki, insana insan öldürtebiliyor! Ve bu duygunun bir adı vardır:

    Namus!...

    Bunu da ancak namuslular bilir. Namussuzlar tecavüzden öldürüldüğü zaman ölen şerefsizi değil, öldüreni ayıplar ve cezalandırırlar.

    Haklılar tabii. Kendilerinde bulunmayan bir şeyin başkalarında olduğuna ihtimal bile veremiyorlar. Onun için de daima tecavüz ettiği için öldürüleni savunmaya geçerler. Dine inat...

    Biliyorlar ki, namus din kaynaklı bir mefhumdur. Israrla sordum ona:

    — Hadi artık Sevimgül bacı, anlat şu olayı. "Anlatayım" dedi. derin bir nefes alıp konuya girdi:

    — Biz çok işkence gördük Kaan ağabey. Gördüğümüz işkencelerin acısı anlatılarak kavratılamaz. Bunu siz de yaşadınız. Bizi, Sibirya adaları gibi bir yere götürüp toprak kazdırdılar, Sonra, "girin buraya, burada yaşayacaksınız" dediler.

    Madiyar isimli bir imam vardı. Benim çile arkadaşımdır. Müslümanların bize tükürüp taşladıkları o dehşet gününden beri ona çok acırdım. O sıcağın dehşetinde "su, su!" diye inliyordu. İnsanlıktan, merhametten eser tanımayan devrim yanlısı gençler ona su verecek gibi yapıp, su tasını uzattılar. O da susuzluktan kavrulan yüreğiyle suya doğru eğildi... Kahkaha ile gülüp ağzına toprak doldurdular. Aman Allah'ım! O ne sahneydi. Sonra toprakla dolu olan ağzını yere yatırarak çiğnemeye başladılar. Kanlar fışkırıyordu ağzından burnundan. Aman Allah'ım! O dehşeti gördük de acaba biz hâlâ nasıl yaşıyoruz?!

    Meğer aynı tür işkence ötekilere de yapılıyormuş. Bir kısmı orada öldü, ölmeyenler de koğuşlarına dönerek, ölmeden önce öldüler binlerce kez.

    Sonra bana döndü o gençler. "Bunu bize verin, cezasını biz verelim" dediler. Zaten çok ceza vermişlerdi. Sürüklemiş, vurmuş, ayaklarımın derisini soymuşlardı; ama hâlâ işkenceye doymuyorlardı! Orada çok faz/a korktum. Resmi kadrolu zalimlerin elinden, fahri hizmet yapan zalimlerin eline düşecektim. Ve bunlar her türlü işkenceyi yaparlardı. Üstelik bunlar Müslüman’dılar. Rejimin yalanına inanmış, kendi kardeşine bu zulmü yapıyorlardı. Şu ana kadar Allah yardim etti, namusuma dokunulmamıştı, ama bunların eline geçersem... Çok, çok korkmuştum.

    Bir grup yalvarıyordu gardiyanlara "onu bize verin derisini yüzelim" diye. öteki grup, "hayır, onu bize verin gözlerini oyalım" diyordu. Bir başkası da, "siz bize verin, biz halleder tekrar size iade ederiz" diyordu.

    Ben gençtim. Bu zulümlerin ancak kapitalist devletlerde yapıldığını zannederdim. O da filmler yoluyla empoze edilmişti bize. Dünyada, komünizm isteyen insanlar ne bedbahttı! Ne çok çile çekiyorlardı! Ve nasıl da acındırıyor, onları kahraman gösteriyorlardı!...

    İşte ben filmlerde görmediğim sahneleri yaşıyordum ve bu sahneler rol gereği de değildi. Ve ben güya komünizmin koruması altındaydım. Komünizm halkı korurdu(!) Gerçekten korudu beni; ama saadetten, mutluluktan... O yüzden mutluluk bana hiç yaklaşamadı.

    Ah Kaan abi ah! Asıl dehşet işkenceye, o korkunç güne geçmeden önce şunu anlatayım:

    Askerler bize kadın-erkek ayrımı yapmadan emir verdiler. "şu dağa su çıkaracaksınız" dediler.

    Bu nasıl olurdu? O dağa suyun çıkarılması mümkün değildi ki! Su nerden ve nasıl gelecekti?

    — Hadi bakalım, dağa çıkıyoruz.

    İşkenceciler yaşlı Müslüman’ların sırtına çıkıp bağırıyorlardı:

    — Alçak faşistler! Hadi bakalım din neymiş görelim! Bizi şu dağın tepesine çıkarın!

    Yaşlı adamlar onları taşıyamıyor, bazen düşüyorlardı. Sırtında taşıdığı komünistleri yere düşürenler alabildiğine kamçılanıyordu. Sonra tekrar kahkahalar başlıyordu. Sanki o kahkaha sesi beynime kazınmış, "buradan çıkmam" diyor hâlâ.

    * * *

    Konuşarak giderken baktık, karşıdan muhafız geliyor. Yine o dehşet konuyu, dünyanın, eğer bunu söyleyecek erdemi kalmışsa "bunu kadına yapamazlar" diyeceği o dehşet olayı öğrenememiştim. Ne hikmetse bunu bir türlü Öğrenemiyordum. Bir kadın olarak ne çekmişti acaba?

    Kadın... Kadın deyince üç kişiyi hatırlarım:

    "Kaaan! Kurtar beni yavrum!" diyen anamı... Gözleriyle yalvarıp, "beni kurtar!" diyen ablamı... Ve başkaları görmesin diye, bana el yerine parmaklarını sallayan sevdiğimi, Aybalam'ı... Şimdi dördüncü bir kişi ilâve oldu bunlara: Sevimgül...

    Sevimgül başı açık bir genç kızdı. . İslam'ın hükümlerinin farz-ı aynlarını dahi bilmiyordu. Ama çok şahsiyetli, çok kişilikli, son derece kararlı ve azimli biriydi.

    Onu hatırladığım zaman aklıma şahsiyet geliyor.

    Ve soruyorum, "kadının gücünün ne olduğunu sadece işkenceciler mi bilecek?" diye. Ve şahsiyet sahibi olanlar, sadece kendileri tarafından mı bilinip takdir edilecek?!

    Düşünüyorum, Öyleyse varım. Ama böylesi bir varlık işe yaramıyor.

    Unutmadan söyleyeyim, caniler düşünemezler! Ama yine de vardırlar...

    * * *

  2. #12
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Çin İşkencesi

    İntikam duygusu...


    İsmet bana yine Kuran’ın mesajını açıklamak istiyordu. Bu arada taş ocağına doğru yürüyorduk. Bu cezaevinde taş ocağına bazen prangasız gidilip gelinirdi.

    İsmet, vakti Kuran ilmiyle değerlendirmek istedi:

    — Bu defa Müslüman’ların nasıl olduğuna dair bir delil, yani ayet öğreteyim de bu sana hediyem olsun Kaan.

    Onu çok yorduğumu, zahmet etmemesi gerektiğini söyleyip, neden benimle çok ilgilendiğini sordum. Maziden kalan yaraların verdiği hüzünle, ama âtiye güzel bir eser bırakma azmiyle cevap verdi:

    — Seni çok sevdiğimin delilidir. Herkes sevdiklerine sevdiği şeylerden verir. Kötü işler yapan biri, arkadaşına da aynı şeyi yaptırır. Bir insan kendi içki içer de arkadaşına ikram etmez mi? İçki içenin arkadaşını düşündüğü kadar biz arkadaşımızı düşünmez, ona sevdiğimiz bir şeyden ikram etmez miyiz? Unutma Kaan, herkes sevdiğinden ikram eder sevdiğine!... Hadi bakalım, şu âyeti kelime kelime ezberle:

    "Salih amel işleyenleri, Cennette altından ırmaklar akan odalara kondururuz. Orada ebedi olarak kalırlar. Çalışanların ücreti ne güzeldir." (Ankebut, 50)

    Burada "odalar" deyince aklıma evlerin odaları gelmesin. Bak, bu "odalar" kavramı Cennete ait bir kavram. Ve "altından ırmaklar akan bir makam ve oraya insan kondurulacak" diyor. Anne karnındaki çocuğun, bu dünyadaki kavramları duysa bile anlayamayacağı gibi, biz de Cennete ait kavramları tam olarak anlayamayız. Sadece anlar gibi oluruz. Bu da bizim için, gitmediğimiz âleme ait bilgi edinmemiz demek oluyor. Feraset ehli ise bu ayetleri daha geniş açıdan algılarlar.

    Ben âyetin son kısmına dalmıştım. "Çalışanların ücreti ne güzeldir!" Sordum:

    — Bu âyetteki çalışanlardan maksat nedir?

    — Allah rızası için ibadetleri yerine getirmek ve insanlığa fayda verici işler yapmak.

    Meğer arkamızda bir muhafız cellat varmış. Bizi dinliyormuş.

    Birden karşımıza geçti. Nefret dolu gözlerini ikimizin üzerinde gezdirdi, gezdirdi... Ve nefretin kapsadığı sesle bağırdı:

    — Alçaklar! Demek din konuşuyordunuz? Gözleri göz yuvarlağında devamlı dönüyor, hiddeti daha çok artıyordu:

    — Ulan siz hâlâ dini unutmadınız mı? Bu çağda din mi olur? Biz sizi hâlâ adam edemedik mi?

    Sonra sinsi sinsi güldü.

    — Zararı yok. Bundan sonra adam ederiz. Haydi bakalım biraz daha çabuk yürüyün. Arkamızdan ikimizi de kamçılıyor, "birazdan görürsünüz" diyordu. Cezaevinin önüne geldiğimizde muhafız Pol bize emir verdi:

    — Siz burada durun, beni bekleyin!

    Çok geçmeden dört yardımcı muhafızla geldi. Bizi tekrar süzdü pis pis. Kötü niyetli insanın bakışları da ne korkunç bir şey böyle! İnsanın tüylerini diken diken ediyor.

    Gözlerini kıstı, sonra küfrederek devam etti:

    — Şimdi, ikiniz birden dincilik neymiş göreceksiniz.

    Bize ne yapacaktı acaba? İsmetle birbirimize baktık. Bazen gözler bir bakışla ne çok şeyler konuşuyormuş! Bunu buralarda daha çok anladım.

    Bizi ayaklarımızdan cezaevinin önündeki ağaca astırdı. Sonra emir verdi:

    — Burada gece yarısına kadar asılı kalsınlar. Gece biraz dinlendirin, sabaha karşı yine asın! Yarın ben gerekeni yapacağım!

    Acılar içinde gece yarısına kadar ayaklarımızdan asılı kaldık ağaçta. Gecenin o saatinde baktım, Turgut geliyor. Yanında on on beş muhafız vardı. Onu görünce bağırmaya başladım:

    — Yardııım, yardım anne! Nerdesin annem! Gel, gel de oğlunun halini gör!

    Turgut, beni ağaçta asılı görünce birden durakladı. Yanındakileri ne dönüp sordu:

    — Bu faşistler ne yapmışlar? Hemen cevap verdiler:

    — Efendim, mahkumlar arasında dini örgüt kurma faaliyetleri varmış, yakalanmışlar.

    Baş aşağı asılıyken gözlerimi onun gözlerine diktim. Gözlerini benden kaçırıyordu.

    Bir şey söylemeden özel taksisine binip gitti.

    Gece ikimiz de asılı olduğumuz halde konuşuyorduk. Sordum:

    — İsmet! Ayetin sonunda "çalışanların ücreti ne güzeldir" diyor ya. Sence benim de bir ücretim var mıdır? Kısık sesle cevap verdi:

    — Allah kimsenin hakkını ziyan etmez.

    Ayaklarımızdan saatlerce asılı durmak artık dayanılmaz olmuştu. İçimizde ne varsa sanki ağzımıza doğru yığılmış gibi hissediyorduk kendimizi.

    Karanlıkta iki kişi geldi yanımıza. Kısık sesle dediler ki:

    — Sizi şimdi çözeceğiz. Sabahleyin sorarlarsa, sabaha kadar asılı olduğunuzu söyleyeceksiniz. Sabaha karşı gelip sizi tekrar asacağız. Kimdi bu iki kişi? Neden bize bu iyiliği yaptılar? Hâlâ daha bunu bilmiyorum. Sabah erken saatte tekrar asıldık. İşkenceci birkaç saat sonra geldi. Elinde bir paket vardı. Ama ne olduğunu bilmiyorduk. İsmeti karşıma dikti. Sonra küfrederek onun saçlarından tutup çekti:

    — Hadi bakalım, önce arkadaşının anasına küfret! Tam bu sırada Turgut’u gördüm ama görmezlikten geldim.

    İşkenceci bağırarak tekrar emretti:

    — Hadi ulan! Şu köpeğin annesine küfret!

    İsmet duraklamıştı. Muhafız bu sefer ismimi söyleyerek, kamçıyı çıplak bedenime vurup küfrünü yineledi:

    — Hadi ulan, şu Kaan'ın anasına küfret! İsmet ağlamaya başladı.

    — Hayır! ölsem bile bunu yapamam!

    İşkenceci etrafımızda dönüp duruyordu. Sonra iki kişiye, bizi kırbaçlamalarını emretti. Bir yandan da beni tehdit ediyordu:

    — Bak, arkadaşına iyi bak. Birazdan sıra sana gelecek! Sonra İsmete döndü:

    — Küfret ulan şunun annesine! Turgut'un bize baktığını biliyordum. İntikam duygum bana hayatımın en acı veren hatasını yaptırdı. İsmete döndüm, olanca gücümle bağırdım:

    — İsmet! Anneme çok rahat küfredebilirsin. Çünkü annem, dünyanın en alçak evladını doğurdu. O kadın küfrü hakketti!

    Ağzımdan çıkanı kulağım duymuyordu. Gözlerimden yaşlar süzüle süzüle söyledim bunu.

    Beni affet güzel annem! İnadımdan söylüyorum. Köpek oğlundan intikam almak istiyorum.

    Yüksek sesle ağlayarak bağırdım kamçı yiyen İsmete:

    — Küfretsene ulan! Aksi halde derin yüzülecek!

    — Hayır, etmem!...

    Muhafız köpeği sırıtarak devam etti:

    — Yalnız o kadar değil.

    Elindeki paketten çıkardığı Kuran'ı yere fırlatarak bağırdı.

    — Bunu çiğneyerek hem dine, hem de Kaan'ın annesine küfredeceksin!

    İsmet yere yığılmış bağırıyordu:

    — Hayır!... Hayır!... Bunu asla yapmayacağım!

    İsmeti tekmelemeye, çiğnemeye başladılar. Sonra tekrar ipe asarak kamçılamaya devam ettiler.

    İsmet kanlar içinde kalmıştı. Musluktan su akar gibi ağzından kan akıyordu.

    Bir ara mırıldandı:

    — Ölüyorum... Yeter... Yetmezdi zalimlere... Yetemezdi...

    Bir de baktım, İsmet artık sessizce sallanıyordu. Çünkü tabiat kanunudur, ölenlerin sesi çıkmaz.

    Bir müddet baktım İsmete. Onun asılı duran cesedinde bile asalet vardı. Yüksek sesle söylendim:

    — Güle güle İsmet. Ücretini almaya gittiğin yerdekilere benden selam söyle!

    Sıra bana geldiğinde vurdular, vurdular... Saatlerce vurdular...

    Günler sonra kendime geldiğimde değil kolumu bacağımı, tek parmağımı, evet abartmıyorum, tek parmağımı dahi oynatamıyordum. Vücudumun morluğu haftalarca geçmedi...

    Kendime geldiğimde düşündüğüm ilk şey Turgut oldu. Acaba ben kamçılanırken bana bakıyor muydu? Bunu öyle çok merak ediyordum ki, öğrenebilmek için neler vermezdim neler.

    Bir ara Sevimgül'ü aradı gözlerim. Göremedim. Meğer başka koğuştaymışım. Üzülmüştüm ama, nasıl olsa taş ocaklarında veya tarlada rastlar, ondan dünyanın "kadına yapılamaz" dediği veya diyebileceğini zannettiği işkenceyi öğrenirdim.

    Sonra İsmet geldi aklıma. Sık sık aynı ayetin sonunu okudum:

    "... Çalışanların ücreti ne güzeldir." Gitti... Şimdi orada ve ücretini aldı.

    Ufkumun zannı âdetâ gerer gibi, altından ırmaklar akan Cennet odalarını düşündüm. Herhalde bir odanın büyüklüğü dünya kadar vardır. Yada başka bir şekilde bir yer. Sonuçta ebediyete kadar aldığı ücretlerden biri!...

    Yirmi yıldır buralarda tanıdığım yüzlerce insanı kaybettim.

    Ben sevdim, onlar öldürdü... Bir kişi, iki kişi, beş kişi, otuz kişi...

    Daha fazlasını sayamıyorum. Yüzlercesi geçip gitti gözümün önünde... Allah rahmet eylesin, hepsi de işkencelere dayanamayarak can vermişlerdi!

    * * *

  3. #13
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Çin İşkencesi

    Suskun ihanet

    Bir de uzaktan tanıdığım Ahmet'in öyküsü var. Ahmet İgamberdi... Onu da anlatmak istiyorum.

    Eskiden herkes bir tek komünizmden bahsederdi ve komünizmi isteyenler için "Çin komünizmi, Rus komünizmi" diye bir şey yoktu.

    Sonradan böyle bir ayırım gelince, Ahmet İgamberdi gibilerinin hayatını zindan etti.

    Ahmet İgamberdi tanınmış ve cesaretli biriydi. O da herkes gibi güzel günler hayal ediyordu. Yani o da öteki gençler gibi bir hayalin peşinden koşuyordu.

    Düşünen gençlerden biriydi Ahmet. Çalışkandı da... Hiç durmadan "aydınlık günler için" çalışırdı. Tertemizdi niyeti. Vatan satmak da ne demek, vatan için ölürdü!...

    Fakat telkinler farklı veriliyordu. Vatanı paramparça yapacak olanlara aldanmış, onları kurtarıcı gibi görmüştü.

    Bazı büyükler," diyordu Ahmet "Biz komünizmden çok çektik. Komünizm Rusya'da neyse Çin'de, Türkistan'da da odur. Aldanmayın. Onlar insanları önce dinsiz yaparlar" dese de bizi ikna etmeleri mümkün değildi" diyordu Ahmet. ''Halkın perişan halini düzeltecek olan tek sistem, bize göre komünizmdi" diye ekliyordu.

    Ahmet böyle inandığı için düşüncelerinden ödün vermiyordu. Ne demekti, komünizm nasıl zulmederdi?! "Bunlar yalan, bunlar iftira" diyordu. Sonra anladı tabii gerçekleri, ama artık çok geç idi.

    Uyandık artık. Ama çok şeyler kaybettikten sonra...

    Keşke daha Önce uyansaydık. Öteki dünyada söylendiği zaman hiçbir fayda vermeyen bir kelime varmış: "Keşke!..." Bu dünyada da komünizm geldikten sonra, onu getirmek için canla başla çalışanlar için "keşke” nin bir anlamı yoktur.

    Söyledik... Defalarca söyledik. "Keşke komünizme inanmasaydık" diye.

    Keşke "faşist" diye öldürmeseydik masum insanları! Keşke aldanmasaydık!...

    Daha yüzlerce kez, binlerce kez "keşke" dedik; lâkin faydasızdı artık, çok geç idi.

    Ahmet, Özbekistan'ın başkentinde bulunan Orta Asya Devlet Üniversitesi Dil ve Edebiyat Fakültesi mezunu. Daha sonra Urumçi’de Uygur dili ve Edebiyatı öğretmenliği yapmıştı.

    Doğu Türkistan'ın Sesi (yıl 11, sayı 39-40), Türk Dünyası Tarih Dergisi (kasım 1993, sayı 83) ve daha pek çok yayın organında yazıları çıktı.

    Bütün aldananlarda olduğu gibi, onda da aldanmışlığın insan onurunun zedelemesi durumu söz konusuydu.

    Ahmet çok aktif bir gençti. Ama nice gençler gibi enerjisini yanlış yerde harcamıştı. 1963 Mayısında Tarım dergisinde editörlük yapmış. Bu dergiyi Doğu Türkistan Yazarlar Birliği çıkarıyordu.

    29 Mayıs 1962'de Gulca Şehri olayları baş gösterdi. Ondan önce de komünizmin hayal kırıklığı yaşanmıştı.

    Bu bozuk düzenin gelmesinden hemen sonra başlamıştı kargaşa. Komünizmin gelişinden sonra ne Türkistan'ın, ne Çin'in, ne de Rusya'nın yüzü güldü. Tabii halkların yüzü demek istiyorum...

    Kamptayken öğrendiğimize göre; son zamanlarda bu defa farklı bir propaganda başlatmışlardı. Tartışmaların odak noktası, "Çin komünizmi mi daha iyidir, yoksa Rus komünizmi mi?" sualinde düğümleniyordu. Kimilerine göre Çin komünizmi Rus komünizminden, kimilerine göre de Rus komünizmi Çin komünizminden daha iyiydi.

    Biz şaşırmıştık. Ne demekti "Çin komünizmi, Rus komünizmi?" Mantığımız bunu kaldırmıyordu.

    Türkistan'ımızı kurtarmalıydık. Çin’e komünizm geldikten sonra bize rahat yüzü göstermedi. Başka alternatifi olmayan bizler, bir zalimin zulmünden kaçıp öteki zalimden medet umduk.

    Bu gafletimize hâlâ şaşarım!

    1961 yılında Ahmet 50 arkadaşıyla bir olup Rusya'ya bir mektup gönderdi. O zamanlar Rus komünizmi ile Çin komünizmi arasında su sızmıyordu. Mektupta dediler ki:

    "Sizin arkadaşlarınız Çin'e komünizm getirdikten sonra bize zulmetmeye başladılar. Ülkemize göz diktiler."

    Bu 50 kişinin yazdığı açık mektupta bir yer çok kahrıma gider, yakar canımı. Ruslara, "sizin eski arkadaşlarınız Türklere işkence yapıyorlar" demişler, "bizi kurtarın" diye de yalvarmışlardı.

    Gulca şehrine Çinlilerin saldırması herkesi şaşırtmıştı. Meğer daha sonraları bu saldırıyı mumla arayacakmışız.

    Stalin öldükten sonra Mao Ruslara da hakim olmak istedi ama Ruslar bunu reddetti.

    Tabii araları da açıldı. İki devletin arası bozulunca ekonomimiz alt-üst oldu. Fakirlik başladı.

    Burada asıl hayret edilecek şey, Ahmet'in ve arkadaşlarının mektubu.

    Ahmet'i Tarım dergisindeki görevinden alıp tarım işçisi yapmışlar. Sürgünler görmüş, hakaretlere uğramış...

    Sonra Ruslarla Çinliler anlaşıp Türkistan'ı ikiye böldüler. Batıyı Rusya, doğuyu Çin aldı. Daha doğrusu Doğu Türkistan'ı Ruslar Çin'e hediye etti.

    Hey gidi umutlar hey!

    Halbuki biz Ruslardan medet ummuştuk, o ise bizi Çin'in kucağına attı.

    Bir gün Çin komünizmi Ahmet'i tutukluyor. Ahmet şaşkın, soruyor:

    — Suçum ne? Beni neden tutukluyorsunuz?

    Pek cevap vermezler ama, hayret ki veriyorlar:

    — Senin üç suçun var:

    1) Vatanperver değilsin.

    2) Devrime karşısın.

    3) Dış güçlerle işbirlikçilik yapıyorsun. Bunlar da nereden çıkmıştı?

    Mesele sonra anlaşılmıştı: Meğer Ruslar, Ahmet ve arkadaşlarının iyi niyetle yazdıkları "imdat" maksatlı mektubu Çinlilere ihbar etmişler, bu ihbarda da piyon olarak arkadaşlardan birini kullanmışlar.

    Kalleşliğin böylesi...

    Ne güzel ifade etmişti İslam âlimleri, "küfür tek millettir" diye. Evet, ırkı ve inancı ne olursa olsun, küfür tek millettir.

    Daha sonra Ahmet'i cezaevine atıyorlar. Ayaklarına elli kilo demir bağlıyorlar. Ona on beş yıllık mısır ekmeği veriyorlar. Uygurca konuşması yasaklanmış, kolları ayakları çaprazlama bağlanmış ve bu halde Ahmet iki buçuk ay kalmış. Bağı çözüldüğü zaman iki ay açamamış kollarını

    Elbiselerini çıkardıktan sonra cam kırıklarının üzerine yatırmışlar Ahmet'i. İğne uçlarını batırarak sinir sistemlerini bozmuşlar. Sonra hücreye atmışlar. Çivili hücreye... Orada ona çektirmedik işkence bırakmamışlar. Yıllarca çektirmişler...

    Suçu mu? Komünizme güvenmek... Güvendiğinden dolayı da düşmanı dost bilip yardım istemek.

    Gün gelmiş, ağzından hortumla yemek vermişler. Her şey 50 kişiyle yazılan mektup yüzünden olmuş.

    Tam dokuz yıl kalmış hücrede. Dokuz yıl sonra gelip "tutuklandın" demişler.

    Ahmet hışımla ayağa kalkıp bağırmış:

    — Bu ne biçim iş? Dokuz yıl sonra nasıl tutukluyorsunuz? Şimdiye kadar neydim? Ve beni tutuklamanızın gerçek bir delili de yok elinizde!...

    Bu tutuklamadan sonrada yıllarca çekmiş Ahmet.

    Fakat Ahmet İgamberdi cezaevinden çıktıktan sonra çektiği zulmü her fırsatta dünyaya duyurmaya çalışmıştır. Yılmadı... Hâlâ daha yılmadan Avustralya'da her fırsatta Komünizmi anlatmaya devam ediyor. Komünizmi övenlere diyormuş ki:

    — Durun! Komünizmi siz teoride, ben pratikte tanıyorum. O yüzden komünizmi ben bilirim, ben... Ben anlatayım size.

    Anlat Ahmet kardeş, anlat.

    Bazı yerde söz gümüşse sükut altındır. Bazı yerde ikisi de fayda vermez. Fakat şimdi, konuşmanın tam zamanıdır. Konuşmamak ise bir cinayettir.

    Bütün Ahmetler, anlatın. Bizler hep anlatalım. Onu yaşayanlar, hiç durup dinlenmeden anlatın.

    Televizyonlara çıkın anlatın çektiklerinizi, radyolarda anlatın; filmleşsin yaşadıklarınız.

    Basında yazın.

    Kapı kapı dolaşıp fertlere anlatın. Nefes alıp veren, aklı eren herkese anlatın. Zira, çağdaş hayalciler hâlâ komünizmi renkli rüya gibi bir sistem diye anlatıyorlar. Biz onun bir kabus olduğunu anlatalım.

    Anlatın; Zira çağımızın gençlerinin buna ihtiyacı var.

    Evet, Rusların piyonu bir Türk gencinin ihbarı yakmıştı Ahmet'i ve 49 arkadaşını.

    "Küfür tek millettir, fark etmiyor ki

    Müslüman değilse ne yapam Türk'ü?

    Böyle dönüp durmaz bâtılın çarkı

    Eninde sonunda durur inşallah!"

    * * *

  4. #14
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Çin İşkencesi

    Gizemce

    "Ah Turgut ah!...

    Diri diri yaktın beni; yetmedi, şimdi de sık sık karşıma çıkıyorsun!"

    Her gün işte böyle sızlanıyordum bu dayanılmaz acıdan.

    Fakat hayrettir, onu göremez olmuştum. Hemen hemen bir aydır rastlaşmıyoruz.

    Böylesi daha rahat.

    Kendime yeni bir arkadaş buldum. O imam değil öğretmendi. Aslında öğretmen de tahsil yolunda bir başka anlamda imam sayılırdı.

    Aman Allah, ne çok imam ve öğretmen varmış hapislerde çürüyen! İşin garip tarafı, dürüstlerin yanında, düzen yardakçısı imamlarla öğretmenler de buraya getirilmişler.

    Hadi diğer imamlar, öğretmenler ve biz hiç olmazsa az da olsa komünizme karşı tavır koyduk. Tanıdığım öteki altın imamlar ise resmen başkaldırmışlar! Fakat komünizme karşı değil tavır koymak, hiçbir aykırı düşünceye sahip olmayanlar da burada!

    Mesela, tam karşımda bir imam müsveddesi var ki, adam beni deli ediyor. Aslında bu adam imam müsveddesi bile olamaz ya, neyse... İşte bu adam böyle biri. Rejimden korktuğu için yardakçılık yapmış, pek çok Müslüman’ın canını yakmış.

    Herkes korkabilir. Korku ayıplanmaz. Kişi neden korkarsa korksun, korkusunun tezahürü olarak eğer çirkin işler yapmıyor, sadece korktuğu için gizleniyorsa, bu en zayıf Müslüman hali olarak verilen bir ruhsattır. Ama korkusundan dolayı saklanmak yerine bir de alçalıyorsa, işte o zaman korku zillete dönüşür.

    Bu imam müsveddesi korkusundan rejime yardakçılık yapmış. Yetmemiş, tanıdığı dindarları ihbar etmiş. Ama bütün bu yardakçılığına rağmen yine rejime yaranamamış.

    Sonuçta o da burada. Bana yaklaşmak istiyor ama bu tür insanlara tahammülüm yok.

    Namazımı aksatmadan kılıyorum. Ahmet İgamberdi kısa sureleri cezaevinde öğrenmişti. Ben de öyle yaptım. Ama doğrusu, imam kılığına girmiş bu sahtekardan, bana ders verenleri ihbar eder diye korkuyordum. Bu yüzden bazı dersleri ondan gizli yapıyorduk.

    Nedense burada namazı gizli kılmama gerek yoktu. Turgut teminat vermiş, "Biz ibadet edenlere karışmayız" demişti. Hoş, o ite de güvenmiyorum ama...

    Yürek yarası çekiyorum. Çektiğim işkencelerin bende açtığı yaraların derinliğini anlatamam. Ama Turgut’un açtığı yaranın derinliği hiç birine, hiçbir şeye benzemiyor.

    Kurtar Allah'ım! Yaralı gönüllere ferahlık ver!

    İşte, yaramı daha da derinleştiren, buhranlarımı daha da çıkmaza sokan bir olayı yaşamak üzereydim

    Koğuşta namaz kılıyordum. Bir dede de arka taraftaki ranzada yatıyormuş.

    Birden Turgut'un sesini duydum:

    — Bu faşist yine namaz mı kılıyor? Sonra yanındakilere emir verdi.

    — Siz çıkın, ben bu faşistle baş başa kalmak istiyorum. Kapıyı da kapatın.

    Herkes çıktı.

    Namazda en az on defa Fatihanın yarısına kadar okuyup devamını unuttuğumdan yeniden başladım. Ellerim ayaklarım titriyordu.

    O gün insanın bilmediğim bir özelliğini daha anladım. Meğer her korkunun yada heyecanın titretme şekli başka oluyormuş. Tam yanıma yaklaştı. Enseme copu indirdi indirecek diye bekliyorum.

    Secdeye vardığımda da hep tekme bekledim. Fakat hiçbir şey yapmıyordu. Bu defa arkama geçti. İkinci rekât için kıyama kalktığımda ne yapacağımı tamamen unuttum. Hiçbir şey düşünemeden sadece kıyamda duruyordum.

    İnanılması güç bir olay, ama inanın dostlar, besmele çekmeyi bile unutmuştum.

    Bir müddet sonra hatırlayıp namazıma devam ettim. Hem ağlıyor, hem namaz kılıyordum. Hâlâ arkamda duruyordu.

    Gitsene Allah'ın belası, git işte başımdan! Seni görmektense Azrail'i görmeyi yeğliyorum. Artık anla beni!

    Son rekatın secdesini yaptım. Tahiyyata oturdum. Hemen çıktı koğuştan. Dizlerimde derman kalmamıştı.

    Secdeye kapanıp ağladım, ağladım. Dakikalarca ağladım.

    Ben seccadeye kapanmış ağlarken bir elin omuzlanma değdiğini hissettim.

    Kafamı kaldırıp baktım.

    Bizim koğuşun en yaşlı dedesi. Gözlerime bakıp sordu.

    — Neden ağlıyorsun?

    Ne mutlu bana ki, zulmün en vahşisinin tatbik edildiği bu zindanlarda "Neden ağlıyorsun?" diye bir soranım var! Buda bir nimettir aslında. Ama "Neden ağlıyorsun?" sorusunu soracak kişisi olmayan pek çok kimse var ve bunun önemini, böyle durumlara düşmeyenler bilemez.

    Kaçamak bakışlarla cevap verdim:

    — Hiç! Canım sıkıldı dedem, canım. Hem de çok sıkıldı.

    Dede devam etti:

    — O müdür senin neyin oluyor? Ürpermiştim. Yalan söylemek bazen işkencedir; lâkin kendi kendine işkence eder ve yalan söylersin.

    — Hiç... Hiçbir şeyim olmuyor. Saf saf baktı gözlerime:

    — Hayret! Müdür sen namaz kılarken saçlarını koklayıp koklayıp ağladı... Doğrusu şaşırdım bu işe. O neden ağladı? Senin saçlarını neden kokladı? .

    Diri diri ölmek bumu Allah'ım! Yandım!... Yandım!... Demek saçlarımı kokladın öyle mi Turgut? Canım kardeşim, demek beni özledin öyle mi? Yüzüme bakmaya yüzün olmadığı için mi böyle yapıyorsun? Pişman mısın Turgut? Bu tavrınla şimdi beni ne hale soktuğunu biliyor musun?! Yaktın beni Turgut! Keşke bunu hiç duymasaydım. İki tür ateşle yaktın beni!

    Alev içindeydim sanki. Seccadeye kapanıp hıçkıra hıçkıra ağladım. Kim duyarsa duysun artık, umurumda değildi. İçimdeki yangınla feryat ettim:

    — Turguut!... Kardeş yarasının devası yine kardeşinde bulunur. Gel derdime derman ol Turgut'um... Çok mu pişmansın? Senin ateşin benden fazla mı Turgut? Seni de yaktılar, beni de!... Pişmansan söyle canım. Her şeye rağmen seni affederim. Yaralıdır benim kalbim, yaralı kalpler çabuk affeder... Söyle ne olur. Gizliden gizliye koklama saçlarımı. "Pişman oldum" de. Açıktan kokla saçlarımı. Ben de koklayayım senin saçlarını, ne olur... Ne olur!...

    Saatlerce ağladım, ağladım, ağladım. O duyguyu anlatamam.

    İşte yine bir şeyi daha anlıyorum ki, meğer insanoğlunun anlatamayacağı ne çok duyguları varmış.

    Kendime gelemiyordum... Saatler geçiyordu... Ben ne saatleri fark ediyorum, ne geceyi, ne de gündüzü. Aklım başımdan gitti. Aklımı başıma topla Allah'ım!

    Durup durup aklıma geliyor: Demek saçlarımı kokladı ha!... Yâ Rabbi!

    Bu garip kulun ne yapsın şimdi? Ne yapayım Allah'ım! Ben beni ne yapayım?

    Dünyada ondan başka kimim kimsem de galiba kalmamıştır... Komünizm elimden hepsini aldı. Ne olur Allah'ım! Turgut'u ver bana! Her şeye rağmen, pişman olursa onu affedebilirim. Senin affettiğin kulu ben de affederim Rabbim!

    Çılgınlar acaba benim gibi miydi?

    Hiçbir yeri göremiyorum. Sesleri duyamıyorum. Acıkmıyorum. Sadece su içiyorum.

    Yaşadığımı gösteren en belirgin özelliğim nefes alıp veriyor olmam.

    Acaba insanlar şimdi beni nasıl görüyorlar? Hiçbir şey bilmiyor, hiçbir şey düşünemiyorum Ne oldum bilemiyorum. Birisi "hey" dese de uyandırsa beni. Tek başıma ben beni silkeleyemiyor, beni kendine getiremiyorum.

    * * *

  5. #15
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Çin İşkencesi

    Çok düşünüp umutlanmak

    Günler geçti aradan. Umulmadık bir anda mahkemeye çağırıldım.

    Gardiyan geldi beni almaya. Cezaevinin idari bölümüne gittik. Bekliyorum.

    Allah Allah!... Bu mahkeme de nerden çıktı? Mahkum kontrol kapısında, diğer mahkumlarla beraber bekliyorum.

    Gardiyanın biri yanıma geldi.

    — Seni müdür bey çağırıyor. Hemen gel!

    Aman Allah'ım! Nedir benim çektiğim? Yine buz gibi oldum. Yine titriyorum tarifini yapamadığım bir titreyişle.

    Ayağa kalktım. Yine aynı şey oldu. Kulaklarım hiçbir sesi duymuyordu. İçimdeki uğultu sesleriyse beni delirtecek sandım.

    Demek ki manevi işkence maddi işkenceden çok daha etkiliymiş. Hiçbir işkence beni bu hallere düşürmemişti.

    Sonra yavaş yavaş kendime geldim.

    Adımı düşündüm, adım Kaan'dı Sonra başka şeylerimi düşündüm. Evet, kendimdeydim. Ama kendim neredeydi, onu bilemiyorum. Birden gardiyanın sesiyle irkildim:

    — Hadi Kaan! Gelin gibi ne naz yapıyorsun?

    Tabii ki naz gelinin hakkıydı. Ana-baba evini terk eden oydu... Damat da başkasının evine gitse nazlanırdı.

    Zaten her insan nazlanır. Nazlanmak bazen ihtiyaçtır. Ama sevdiklerine nazlanır insan. Peki, ben kime nazlanayım?

    Biraz hızlanır gibi yapmaya çalışsam da elim ayağım, hepsi birden duydular Turgut tarafından çağırıldığımı.

    Yürümeye başladık. Müdürün makam odası önünde durduk. Gardiyan kapıyı vurdu. "Gir" sesinden sonra gardiyan bana döndü:

    — Sen burada bekle.

    Gardiyan içeri girip kapıyı kapattı. Şimdi ne olacaktı? Allah'ım, bana sabır ver! Gardiyan beş dakika dolmadan içeriden çıktı.

    — İçeri gir. Müdüre hesap vereceksin! Kapıyı açtım. Yavaşça içeri girdim.

    Turgut makamında oturuyordu. Mıhlanmış gibi kalakaldım kapının Önünde. Ona bakamıyordum.

    Neden?... Suçlu, o! Peki bana ne oluyor?

    Asıl, onun yüzüme bakmaması lazım. Ama ben bakamıyorum, neden?

    Bu duygunun adı ne?

    Sordum daha sonraki yıllarda, "Bu duygunun adı henüz konmadı." dediler.

    * * *

    Ben ona bakamıyordum ama onun bakıp bakmadığını da çok merak ediyordum.

    Öyle titriyordum ki, çenem şiddetle birbirine vuruyordu. Bu defa ağlamıyordum ama titreyişim artmıştı.

    Ayaklarımın ucuna baka baka bir hal oldum.

    Bir ara cesaret toplayıp başımı yavaşça kaldırdım. Güya hemen bakacaktım. Ama yine bakamadım.

    Kendi kendime iyice kızmaya başlamıştım. Nedir dedim bu halim? Ben manyak mıyım? Hayır, değilim. O halde? O halde bakarım.

    Başımı kaldırdım ve baktım.

    Turgut başını masasının üzerine koymuş, sessiz sessiz ağlıyordu. Omuzlarını fark ettim ilk önce. Gerçek manada hıçkırdığı omuzlarının titremesinden belliydi.

    Hayret! Kendimi bazen tanıyamıyorum.

    Bazen değil, çoğu defa kendimi tanıyamıyorum. Bugün, özellikle bugün hepten şaşırdım duygularıma. Acaba neden ağlamıyorum? Eminim ki ben bu manzaraya dayanamaz ağlardım, ama ağlayamıyordum işte.

    Turgut hiç durmadan ağlıyordu, ama niçin ağlıyordu acaba? Dakikalar geçiyor, başını kaldırıp bana bakmıyordu. Epey ağladıktan sonra başını kaldırdı... Kan çanağına dönmüştü gözleri. Gözlerini gözlerime dikti. Bir başka hüzün vardı gözlerinde.

    Şimdi sorsa mıydım acaba?

    — Şimdi nasılsın Turgut? Oturduğun bu makama neyin bedeli olarak geçtin?

    Dilimin ucuna kadar geliyordu sözler, ama söyleyemiyordum. Ya pişmansa!... Bu gözyaşları sırf kardeş özlemi için değil de, içinde pişmanlık varsa!... Ona zulmetmiş olmaz mıyım o zaman? O bana bunca hainlik yapsa da ona kıyamıyordum.

    Ben konuşmadan o konuştu:

    — Bana bir iyilik yapar mısın Kaan?

    Gözlerinin tâ içine baktım. Ne olabilirdi ki bu iyilik? Ben cevap vermeden devam etti:

    — Ne olur Kaan, bana bir iyilik yap. Öldür beni Kaan! Artık ben bu çileyi çekemiyorum. Bu yük bana ağır geliyor.

    Kısık bir sesle cevap verdim:

    — Hangi yük? Sersemleşti.

    — Senin yükün. Senin bu halini görmeye dayanamıyorum, anlıyor musun? Her gün ölüyorum. Pişmanım Kaan!

    Hiç anlayamıyordum. Şimdi bu Turgut, komünizme yardakçılık yaptığından dolayı mı, yoksa beni ihbar ettiğinden dolayı mı pişmanlık duyuyordu? Bunu öğrenmek için sordum:

    — Ne sebepten dolayı pişmansın? Sicim gibi akıyordu gözyaşları.

    — Böyle soru sorma Kaan! Bu soru beni eziyor. Sen bilmiyor musun nedenini?

    — Bilmiyorum. O kadar neden var ki. Hırçınlaşmıştı.

    — Neden sensin, sen! Sen bunu nasıl anlamazsın? Bendim ama, hangi özelliğimle bendim?

    — Sözü uzatma! Pişmanlığın nereden kaynaklanıyor? Komünizme derimi yüzdürdüğün için mi? Komünizmin buna değmediğini anladığın için mi? Yoksa yirmi yıldır bana çektirdiklerin seni perişan ettiği için mi?

    Yüzüme dik dik baktı; sonra yüksek sesle bağırdı:

    — Seni işkence çekerken görmek beni öldürüyor... Sen geleli neler çektiğimi anlatamam. Öldüm öldüm dirildim Kaan. Senin yerine o işkenceyi ben çekmek için nerdeyse kendimi ele verecektim...

    Allah Allah! Acaba ben aptallaşmış mıydım? Hâlâ anlayamıyordum Turgut'u. Bu Turgut ne diyordu? Yaptığı alçaklıklardan dolayı mı pişmandı, yoksa komünist olduğundan dolayı mı?

    Ona, duygularını çözmeye çalışmak için baktım karşıdan karşıya. Nice zulümlere imza atılan o masanın başında Turgut'u otururken görmek de varmış kaderde. İliklerime kadar titreyişim bütün gücüyle devam ediyor.

    — Ne diyorsun Turgut, seni anlayamıyorum? Pişmanlığının adını koyalım. Neden dolayı pişmansın?

    — Sana yaptıklarımdan dolayı.

    — Komünizme hizmet ettiğinden dolayı bir pişmanlığın var mı?

    Sertçe bağırdı:

    — Şimdi onu karıştırma! Bu defa bağırma sırası bendeydi:

    — Onu karıştırmadan bundan sonra bir nefes dahi alamam! Ne demek onu karıştırma? Böyle söz olur mu?

    — Uzatma Kaan, beni öldür diyorum!

    Tuhaf halimle yüzüne bakmaya devam ettim. Dişlerimi sıkarak sordum:

    — Ben tekrar insan olalı siparişle insan öldürmeyi bıraktım. Ölmeyi çok istiyorsan, siparişle öldürme işini senin köpeklerin daha güzel yapar. Sen bu işi onlara havale et.

    Gözlerini silerek bir başka teklifte bulundu:

    — Seni buradan kaçırayım. Bana bu fırsatı ver. Bu teklif bana kurşun gibi saplanmıştı:

    — Asla ve asla senin yardımınla kaçmam! Senin yardımınla kaçıp o kaskatı vicdanını rahatlatamam. Annemin, babamın, ablamın, yeğenimin kanına giren kara vicdanı rahatlatamam. Ölsem bile bunu yapmam. Bir daha beni bu yüce makamına(!) çağırma. Seni görünce çıldırasım geliyor.

    — Ben sana karşı yaptıklarımdan dolayı çok pişmanım. Seni özlemişim Kaan.

    Tekrar ağlamaya başladı:

    — Zaten özleyecek başka kimsemi de bırakmamışım.

    — Peki, Komünizm değdi mi bunlara Turgut? Bana açık açık cevap ver. Lügate bakacak durumda değilim.

    Yine aynı cevabı verdi:

    — Onu karıştırma.

    Akıl almaz bir hırs kuşatmıştı beni. Ona doğru giderek bağırdım.

    — Kanımı emen sistemi nasıl karıştırmam? Bu nasıl bir teklif böyle? Bundan sonra her nefesimde o mutlaka olacaktır...

    O da yerinden kalkıp bana doğru gelmeye başladı. Yumuşak tavırlıydı:

    — Hırçınlaşma Kaan! Sana bir kere sarılmak istiyorum, hiç olmazsa buna müsaade et. Seni çok Özledim.

    Olduğum yerde kaldım:

    — Soruma cevap ver, ondan sonra düşünelim.

    — İnatçılığın hiç değişmemiş Kaan.

    — Hayır! Bu inat değil. Bu kişiliğimin yansımasıdır. Pişman mısın dedim?

    Bu soruma cevap vermeden konuyu değiştirdi:

    — Beni yalvartma. Aynı teklifimi tekrar ediyorum. Seni buradan kaçırmak istiyorum Kaan. Kaç, kurtul. Bu işkence senin hakkın değil. Sana iyilik yapmak istiyorum. Anla beni ve bana fırsat ver. Tüylerim diken diken oldu:

    — Hangi sıfatınla bana yardım edeceksin? Bir insan olarak mı, işkenceci komünist olarak mı? önce bu nokta aydınlansın diyorum. Ama cevap vermiyorsun.

    Yere baktı. Sonra başını ağır ağır kaldırarak gözlerime baktı. Yine kısık bir sesle cevap verdi:

    — Ben devrimciyim Kaan. Bunu biliyorsun. Komünizmi destekleyen...

    Tepemden aşağı kaynar sular dökülmüş gibi oldum. Gözlerine nefretle baktım. Bağıra bağıra cevap verdim:

    — Köpek! Benimle hâlâ bir komünist olarak mı konuşuyordun? Bilseydim hâlâ komünist olduğunu, senin gibi satılık alçakla konuşur muydum sanıyorsun? Teklifine gelince, yine aynı cevabı vereceğim. Ben onurumu kaybetmedim ki, senin gibi şerefsizden yardım alayım. Asla bunu yapmam. Sen beni tam yirmi yıldır buralarda çürütüyorsun. Anamı, babamı her şeyimi elimden aldın. Ben gerekirse ölürüm, ama senden gelecek yardıma göz ucuyla bile bakmam. Senin vicdanını asla rahatlatmam!

    Sonra ses tonumu alçaltıp devam ettim:

    — Köpeklik yapma. Şevkimi engelleme. Ben senden başka ihsan istemiyorum anlıyor musun? Bana vereceğin en büyük ihsan, gözüme görünmemendir. Seni görmeye tahammülüm yok, anlıyor musun, yok!

    Beni, başı öne eğilmiş halde, gözleri yerde dinledi. Kapıya doğru yürüyordum ki yine seslendi:

    — Kaan! Sen hiç köpeklere sarılmadın mı? Ne olur, beni köpek yerine koy da bir kere sarıl bana. İnan ki buna çok ihtiyacım var.

    Geriye dönüp ona cevap verdim:

    — Senin kadar alçak bir köpeğe Ömrümde hiç rastlamadım ki sarılmış olayım.

    * * *

    Koğuşuma doğru giderken kendi kendimi öyle takdir etmiştim ki, "Helâl olsun sana Kaan! Sen gerçekten izzetli bir İnsansın. O itten zor şartlarına rağmen yardım kabul etmedin. Kişiliğinden ödün vermedin" diye kendi kendimi tebrik ettim.

    Koğuşa geldiğimde düşünemez haldeydim.

    Bir gün buradan çıkma umudum da hiç yoktu ki mutlu olsaydım.

    İnsanlar, çok düşünüp az umutlanmayı öğrenmeliler.

    Vay Komünizm vay! Umutlarımızı bile prangaya vuracakmışsın meğer!

    * * *

  6. #16
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Çin İşkencesi

    Bir alkışlık hürriyet lütfen

    Biz devrimciyken bir hikayemiz vardı. Bu sebepten "Pavlov'un köpeği" sözünü çok sık kullanırdık. İşte bu "Pavlov'un köpeği" sözün hikayesi bize şöyle anlatılmıştır.

    Pavlov adında bir kapitalist varmış. Köpeğini sömürüyormuş. Ona doyacak kadar yemek vermezmiş, ama onu her yerde çalıştırıyormuş. Pavlov'un bir huyu varmış. Kırmızı kırmızı etleri köpeğe gösterir, köpeğin ağzını sulandırır, ama eti vermezmiş. Köpek ete doğru koştuğuyla kalırmış ama yine de uyanmaz, Pavlov'a itaatte kusur etmezmiş. Fizyolog Pavlov köpeğine şartlı refleksi Öğretme deneyini çarptırılmış, bize de böylesine yanlış bilgi verilmişti. Kendi çıkarları uğruna kasten yalan söylüyorlardı. Bunun gibi nice yalanlara aldandık.

    Kapitalistleri “Pavlov”, onlara aldananları da "Pavlov'un köpeği" yerine koyardık.

    Şimdi bu hikayeyi düşünüyorum da, değişen hiçbir şeyin olmadığını görüyorum. Kapitalizmde de, komünizmde de meğer ne çok "Pavlov'un köpeği" varmış!

    Bu köpeklerden biriydi Turgut.

    Mahkemeye giderken hep onu düşündüm. Kahrolası hain, beynimi nasıl allak bullak etmiş ki, ne yaptımsa hakimlerin karşısında konuşamadım. Kendimi kendime getiremedim.

    Sordular:

    — Suçun neydi?

    — Bilmiyorum. Aynı sorular ve cevaplardı.

    — Nasıl bilmezsin?

    — Anlamsız her şey bana. Nasıl isterseniz öyle düşünün. Yargılayın, asın, kesin ama bana bir şey sormayın. Nasılsa bana inanmıyorsunuz? O halde soru niye?

    Geri dönüşte Turgut'a rastladım. Artık ona karşı eski hislerim yoktu. Bana acı dolu gözlerle bakıyordu. Yanına yaklaşıp, yalnızlığından istifade kulağına fısıldadım:

    — Sen, tam kaliteli gavurdun. Kaliteni hiç bozmamışsın. Bir daha benim karşıma çıkarsan seni ele veririm, haberin olsun.

    Gözlerime ne tuhaf bakıyor bu köpek! Şüphelenmeye başladım. Bu köpeğin dili başka, gözleri başka şey söylüyor gibi geldi bana. İnsanın bakışlarını iyi tanırım. Dil kalpte olanın aksini konuşabilir ama, gözler bu konuda kalbe çok bağlıdır. Yoksa bu it rol mü yapıyor bu bakışlarıyla? Allah'ın belâsı Turgut, bir düşünceden alıp ötekine sokuyor beni.

    Koğuşa gelirken Sevimgül'ü gördüm. Karşıdan karşıya selamlaştık. Sonra koğuşa getirildim.

    Namazı kılıp ranzama uzandığımda sahtekar imam yanıma geldi:

    — Abi geçmiş olsun. Nasılsın? Mahkeme nasıl geçti?

    — Aynı.

    — Ne oldu?

    — Aynı şeyler.

    — Abi sen benimle konuşmak istemiyor musun?

    — İyi anladın. O gitti yanımdan.

    Size daha önce bahsettiğim, çok da sevdiğim Öğretmen geldi yanıma.

    "Sevdiğim" dedim de, sahi, ben uğursuz muyum acaba? Kimi seversem ölüyor!

    Af edersiniz yahu, benim sevmediklerim de ölüyor burada. Zaten İslam inancına göre hiçbir şeyde uğursuzluk yoktur. Kişiye iyi gelmeyeni uğursuz yapan insanlar ve mekanlar vardır, ama bu iyi gelmemekle uğursuzluk farklı şeylerdir.

    Ben de bazen güzel anlatıyorum ha!... Aslında benden güzel bir hatip olur gibime de geliyor, laf aramızda.

    Öğretmen sordu:

    — Mahkemen nasıl geçti?

    — Berbat geçti hocam. İnsan suçlayanın adaletine güvenmeyince fazla savunma yapma ihtiyacı hissetmiyor. Sözü israf görüyor.

    — Sonuç ne oldu?

    — Yine buralıyız. Hiçbir şey söylemediler. Ne cezamın ne kadar süreceğini söylediler, ne de azaldığından haber verdiler. Halimi sorma hocam. Öyle tuhaf olmuşum ki, ölsem de sanki o kadar kötü bir şey olmayacakmış gibi geliyor bana. Hakimlere öyle rest çektim ki, görseydin beni alkışlardın.

    Af edersiniz yanlış söyledim, alkışlayamazdı.

    Böyle bir mahkeme ortamının gerçekten olup olamayacağını düşündüm de, bunun mümkün olmadığını gördüm. Evet, komünizmde insan sevdiği bir şeyi alkışlama hakkına da sahip değildir. Alkışlanan şeyi komünizm kabul etmiyorsa...

    Bir alkışlık hürriyet lütfen!... Bir alkışlık hürriyet... Komünizmde asla aramayın...

    Sonradan öğrendiğime göre, şartlanmış putçular da bunlardan aşağı kalmıyorlarmış. Ama şartlanmışlar yine Pavlov'un köpeğini taklide devam ediyorlarmış. Bütün şartlanmış kökten dinsizler de...

    Epey konuştum öğretmenle. Bir ara imam taklitçisi yine geldi yanıma:

    — Bana hiç anlatmadın. Ama bak, hocaya nasıl anlattın. Ayıp etmedin mi Kaan?

    — Neden ayıp olsun? Ben herkesle her şeyi aynı şekilde konuşmak zorunda mıyım? Üstelik de etrafta güvensizler varken.

    — Sen bana güvenmiyorsun bunu biliyorum.

    — Müslüman’ı zalime ispiyon edenler hem Müslüman değildir, hem de öyle insanlarla konuştuğum zaman bende alerji yapıyor. Ne yapayım, elimde değil. Kalleşleri sevmem.

    Tuhaf tuhaf baktı yüzüme:

    — Senin inancında kalleşler pişman olamaz mı Kaan? Hızla başımı çevirip yüzüne baktım.

    Çok kaliteli bir soruydu ama cevabını ben bilmiyordum. Hâlâ daha bilmiyorum.

    * * *

    Bir gün umulmadık bir şekilde hastalandım. Öyle bitkin düştüm ki, bin kırbaç vursalar bir kılım dahi kımıldayamazdı. Günlerce hasta yatmışım. Devamlı terliyormuşum. Ateş gibi yanıyormuşum. Bunlara ilaveten titriyormuşum. Hiç haberim olmadı.

    Kendime geldiğimde hatırladım. Rüyamda anacığım gelmiş başıma, bana su içiriyordu. "Ciğerim, senin hastalığına ben dayanamam!" diyordu.

    Hayret, babamı da gördüm, ablamı da. Hepsi başımda toplanmışlardı.

    Bir ara Turgut'u bile gördüm. O da kapının arkasından tek gözü görünecek kadar kafasını çıkarmış bana bakıyordu. Yine gözlerinde o hüzün vardı, yine gözlerinde yaşlar birikmişti. Allah'ın belâsı Turgut. beni rüyamda bile aldatıyordu gözleriyle.

    Güzel anam benim. Hiç yaşlanmamış. Ablam da öyle. Babamsa epey çökmüştü.

    Büyük ağabeyimi ise rüyamda bile görmüyordum. Demek ki ondan öylesine nefret etmişim ki rüyalarım bile onu bana hatırlatmıyor.

    Ah, bir bilsem neredesiniz annem! Bir bilsem! Görsem sizi ölmeden önce!... Hasta olunca seni daha çok arıyorum annem. Kocaman yaşlı bir adam olsam da, içimdeki çocuk senden aynı ilgiyi bekliyor. Bilseydim mezarına giderdim bari. Şimdi bir mezarı bile arıyorum.

    Vay komünizm vay! Demek bizi bir mezarı bile arayacak hale getirecektin ha! Hâlâ sen ilerici, Allah'ın gönderdiği nizam gerici öyle mi?

    Yazıklar olsun senin ne olduğunu gördüğü halde hâlâ uyanmayana!

    Yazıklar olsun dinsizliğin dümeninde kendine yol arayanlara, dinsizlerin yardakçılarına!

    Sonradan öğrendim ki, Turgut ben hastayken koğuşa gelmiş, bana bakmış bakmış gitmiş.

    İt, beni üzmeye devam ediyor. Ama ona aldanmayacağım.

    Bir defasında yanımdan geçerken mırıldandı:

    — İnat etme Kaan. Seni buradan kaçırayım. Günah çıkarıyor şerefsiz. Aklı sıra, eğer kaldıysa zerre kadar, vicdanını rahatlatacak. Ama ben izzetini korumuş biri olarak zillete düşmeyeceğim.

    Fakat, içimi kemiren bir kurtta yok değil. "Acaba" diyorum; ben aşırımı gidiyorum. Zaman zaman Turgut'a karşı fazla acımasız mıyım, diye de düşünüyorum. Ne yapayım elimde değil.

    Ben bir şeye inanırım. Bana göre, şerefleriyle ölenler, tabutta bile vakarlı dururlar. Ben eminim ki, buralarda ölürsem tabuta bile girmeyeceğim. Olsun, ölüm tabutsuz da olsa ölümdür.

    Vay komünizm vay!

    Özgürlük, adalet, insan hakları, ilericilik sloganlarıyla gelip, bizi tabuta bile hasret bırakacakmışsın meğer!

    * * *

  7. #17
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Çin İşkencesi

    KORKU!

    Yeni gelen mahkumlardan yine haberler alıyorum.

    Cazibesini kaybeden komünizm halkı yanında tutabilmek için ilginç taktiklere başvuruyormuş. İş adamlarına bankadan para verilmiyor, işçiler de kışkırtılıyormuş. Sonra komünist partili sendika gelip, "Biz sizin haklarınızı bakın nasıl alacağız" diyor, bankaya talimat veriyormuş. Banka işverene o zaman para verip, patronun işçilerin ücretini ödemesini sağlıyormuş. Oyunu bilmeyen zavallı işçiler de, kapitalist patronun hakkından komünizmin geldiğine inanıyorlarmış.

    Her şeyde entrika dönüyormuş.

    Çok hoşuma giden iki şeyi anlatmadan geçemeyeceğim.

    Devrimci komünistler eskiden Allah'tan korkmaya gericilik gözüyle bakarlarken, şimdi Allah'tan başka herkesten korkar olmuşlar. Herkese "casus" gözüyle bakmaya başlamışlar.

    Zevkten dört köşe oluyorum.

    Bir de, komünizmin boyunduruğu altında olanlar hayal bile kuramaz oluyorlarmış. Zira hayal, özgürlüğün olduğu yerde kurulur, Özgürlük yoksa hayal kurulmaz, hayaller bozulurmuş. Bozulmak zorunda kalırmış. Çünkü dağıtılırmış hayaller.

    Oh olsun size!

    Beni hayallerime ulaşmaktan mahrum bıraktınız ama kendiniz, hayal kurmaktan bile mahrum kaldınız.

    Buna dört köşe olunmaz mı?

    * * *

    Hayret ettiğim bir şey daha Öğrendim. Uzaklarda annesi veya babası ölenler cenaze için izin istediğinde, komünist parti sekreteri; "ölünüze duyduğunuz hüzündeki enerjinizi halka hizmet enerjisine çevirin. Nasıl olsa ölmüş, unutun gitsin" diyormuş.

    Demek ki, insan dirisine gereken ilgiyi gösteremediği gibi ölüsüne de gösteremiyormuş komünist dinsizlikte.

    Dini unutan Kapitalist rejimlerde dinden uzak olanlar cenaze dua ile değil alkışlarla uğurlanır, komünizmde ise bazen alkış vardır, bazen o da yoktur. Zaten dinsizler ölülerini alkışlarla uğurlarlar. Ölen için alkışla alkışsızlık arasında bir fark olmadığından, her ikisi de ölülere eşit mesafede duruyor. Komünizm ise dirilere hangi mesafede durduğunu hiç belirtmiyor.

    Sonuçta, birinde mesafe belli ama bu belirlilikten halk yararlanamıyor, ötekinde belirsiz ve yine halk yararlanamıyor.

    Demek ki, özellikle de orta direk halk için iki sistem aslında ikiz sistemdir.

    * * *

    Turgut kafayı takmıştı bana. Yine bir fırsatını bulup konuyu açtı. Bu sefer yalvarıyordu:

    — Seni kaçırmama izin ver. Artık dayanamıyorum. Kin dolu gözlerimle baktım yine:

    — Annemi, babamı, ablamı, yeğenlerimi ve beni feda edip satın aldığın o makam ve fikirden dönmedikçe, değil senin yardımınla kaçmak, susuzluktan öleceğimi bilsem senin elinden bir damla su içmem. Bir daha bana bu teklifte bulunma! Hatta, hayatta sana hiç el kaldırmamıştım bilirsin, ama bir daha böyle bir teklifte bulunursan prensibimi bozacağım, haberin olsun.

    Durakladı.

    — Gerçekten yapar mısın?

    — Teklifi yenile de gör.

    İnadına yaparmış gibi anında teklifini yeniledi.

    — Tekrar ediyorum, gel hadi vur bana!

    Duymazlıktan gelip yürüdüm. Biliyordum, vurmamı istiyordu. Böylece hak ettiği cezayı görmüş olduğuna kendini inandırıp vicdanen rahatlayacaktı.

    Ona o rahatlığı tattırmadım.

    Bazı suçlulara vurmak bile bir ikrammış meğer. O anda anladım bunu. Ve gereğini yapıp, sözümden dönme pahasına ona vurmadım.

    Ben de şu cezaevine gireli psikolog mu oldum ne, insanların ruh hallerini nasıl da hemen anlıyorum.

    Yada, ben mi öyle sanıyorum?

    * * *

    Turgut cezaevinden kaçmam için ne yaptıysa beni etkileyemedi

    Bir yıl daha kaldım aynı yerde.

    Bir gün hiç ummadığım bir anda idareye çağırdılar beni. Bu defa müdür yardımcısı idi çağıran.

    Gittim... Makineli tüfek gibi konuşuyoruz müdür yardımcısı ile.

    — Kaan sen misin?

    — Evet, benim.

    — Kaç yıldır yatıyorsun?

    — Yirmi bir.

    — Dışarıyı özledin mi?

    — Hiç düşünmedim.

    — Neden

    — Dışarısı denilen yeri görme umudumu kaybettiğimden ve dışarıda bir beklentim olmadığından.

    — Şimdi seni dışarı çıkarsak ne yaparsın?

    — Önce nasıl çıkarıldığımı sorarım.

    — Senin için ne fark eder?

    — Benim için fark eder.

    — Sen biraz dik başlı mısın?

    — Hayır! Fikirlerimde kararlıyım, o kadar.

    — Biraz küstahça duruşun var.

    — Bu yargıya, size eğilmediğim için kapılmış olabilirsiniz.

    — Sen benden korkmuyor musun?

    —Hayır! 21 yıllık işkence hayatım korkuyu algılayan hücrelerimi köreltti.

    — Sen akıllanmamışa benziyorsun.

    — Siz aklı tahlil edemezsiniz.

    — Bu bize hakaret değil mi?

    — Düşünmedim.

    — Düşünsen ne yaparsın?

    — Hakkınızı yemem. Size layık olan her şeyi söylerim.

    Yerinden kalktı müdür yardımcısı. Bağırarak devam etti:

    — Çok küstahsın ama yine de seni bugün salıveriyorum. Çünkü mahkemeden tahliyen geldi. Hadi bakalım hazırlan ve çık.

    Hayret! Yirmi yıl sonra yapılan mahkeme, yirmi bir yıl sonra beni serbest bırakıyor! İnansa mıydım acaba? Başka bir oyun mu vardı yoksa bunun altında?

    Bakmayın korkmuş gibi endişelendiğime. Her şey bana vız geliyor artık.

    Çin işkencesinden öte, pardon dinsizlik işkencesinden öte bir işkence mi vardı ki korkacaktım? Nasıl olsa ben hepsini görmüştüm. "Hazırlan" dedi bana. Hayret!

    Benim hazırlanacak neyim vardı ki? Çantama koyup gidecek bir gömleğim bile yok. sanki, çantam varmış gibi konuşuyorum. Müdür yardımcısına döndüm.

    — Size ne söylememi istersiniz? Şaşırdı:

    — Herhalde müjde verdik. Gözlerine baktım.

    — Müjdenizin bir karşılığı olmalı mı?

    — Öyle icap etmez mi? Taa gözlerinin içine bakarak devam ettim:

    — Size bildirilmiş bir müjdeyi söylemenizin bedeli olduğuna inandığınız gibi, size söylenen işkenceyi uygulamanızın da bir bedelinin olduğu ve bir gün bu bedelin karşınıza dikileceği hiç aklınıza geldi mi? Şaşkın şaşkın, ama hayranlıkla baktı yüzüme. Kalleşler de kalleşi beğenmez, dürüstü beğenir; ona saygı duyarlar.

    Dürüstü kalleşçe öldürseler bile...

    * * *

    Sordum:

    — İyi de, benim sivil elbisem yok. Bu elbiseleri çıkarırsam ne giyeceğim?

    Müdür yardımcısı yüzüme bakarak gayet normal bir soru gibi sordu:

    — Sivil elbiselerini ne yaptın? Düşündüm.

    En son ne zaman sivil elbiselerim olmuştu? Tam yirmi bir yıldır sivil elbise görmemiştim ki.

    Hatırladım.

    Köyümüzde arabanın arkasında süründürüldüğüm gün üzerimde beyaz pantolon vardı. Ve o günden sonra sivil elbise hiç görmemiştim.

    Bana gülmeyin ama sivil elbiseyi de özlüyormuş insan. Bunu ben çok acı bir şekilde anladım. Dilerim, siz benim çektiklerimi çekerek anlamazsınız. Zira bunu anlamanın bedeli çok pahalıdır. Hiçbir Müslüman’ın, hatta hiçbir Hıristiyan’ın, bırakın Hıristiyan’ı, hiçbir dinsizin bu bedel ödeyerek bunu anlamasını dilemem

    Müdür yardımcısının sesiyle irkildim:

    — Şimdi ne olacak? Paran var mı?

    Aa! Bana ne oluyor böyle? Her kelimeden bir şeyler çıkarıyorum... Para mı? Sahi, para diye bir şey vardı. O nasıl bir şeydi acaba? Hem kendini, hem de ne işe yaradığını unutmuşum.

    İnanamayacaksınız ama, şu ana kadar (21 yıldır) para hiç aklıma gelmedi.

    — Param nereden olsun, dedim. Düşündü.

    Hayret! Bu cezaevinde birisi bir mahkumun ihtiyacı hakkında düşünüyordu.

    Hava da soğuk mu soğuk! Ben de düşünmeye başladım.

    Sonra başını kaşıyan müdür yardımcısı, yeni hatırlamış gibi bana döndü:

    — Sahi, senin için bir takım elbise hazırlamıştık. Nasıl inanırım? Dahası, niye inanayım?

    — Siz mi bana elbise ayarladınız

    — Evet. Neden şaşırdın? Gözlerine soru dolu bakıp sordum:

    — Sizce şaşırmakta haksız mıyım?

    Kızardı dememi beklemeyin. Onlar kızarmayı bilmezler. Kızartmayı bilirler ancak...

    Hayret etmeme rağmen kabul ettim:

    — Peki. Madem ki siz mahkumlara elbise hazırlıyormuşsunuz, komünizmden bir elbise alayım bari. Nasıl olsa ondan alacağım çok fazla.

    Yeni elbiseleri giydim. Tam kapıdan çıkacaktım ki Turgut geldi. Müdür yardımcısı Turgut'u göstererek yağcılığını yaptı:

    — Bak, tam zamanında geldi. Onu yılandan kurtarmışsın diye sana bu elbiseleri sayın müdürümüz Turgut bey temin etmişti. Ona teşekkür et.

    Birdenbire başım döndü.

    — Nee! Bana bu elbiseyi sayın müdürünüz mü temin etti?

    Müdür yardımcısı gülümseyerek cevap verdi:

    — Evet ya. Onu yılandan kurtarmanın bedeliymiş.

    Turgut'a baktım. O da bana bakıyordu. Göz göze geldik, birkaç saniye bakıştık.

    Demek yılan hikayesini uydurmuştu. Turgut'a dönerek, kestirip attım:

    — Teşekkür ediyorum Müdür Bey. Ben iyilik yaptığım insanlardan iyiliğime karşılık almam.

    Sonra hızla elbiseyi çıkarıp bir köşeye fırlattım. Sadece iç elbiseyle kalmıştım. Onu da birkaç gün cezaevinde yatıp çıkan bir mahkum vermişti. Pijamanın üstü yoktu, ama altı yeniydi. Çok şaşırdılar. Üstüm çıplak bir halde cezaevinin kapısından çıktım.

    Buz gibiydi her taraf. Bir saat kadar yürüdüm. Bir ara yanımda bir araba durdu. Halimi sordu, anlattım.

    Daha sonra beni evine götürüp üzerime giysi vermek istediğini söyledi. Kabul etmedim, çünkü korkmuştum. Bu da onlardan biri olabilirdi. Adam halime çok üzüldü. Paltosunun altındaki gömleği çıkarıp bana verdi. "Demek ki komünizmin öldüremediği temiz Çinliler, iyi vicdanlar da varmış" diye düşündüm.

    Ana caddedeydim. İnsanlara bakıyordum ama kimse bana bakmıyordu.

    Aslında baktığım İnsanları doğru dürüst göremiyordum. Tepe taklak olmuşlar gibi geliyordu bana.

    Yer ve gökyüzü sanki yer değiştirmişlerdi. Şimdi ne yapacaktım, nereye gidecektim? Ne bir yerim, ne de bir yârim vardı.

    Vay komünizm vay! Demek "halk halk" diye diye beni kimsesiz bırakacaktın ha!

    Dalgın dalgın yürüyordum. Hava da kararmak üzereydi.

    Bir parka geldim. Sonradan öğrendiğime göre Urumçi şehrinin göbeğindeydi park. "Burada sabahlarım" diye düşünürken bir sesle irkildim

    — Kaan!

    Dönüp baktım. Turgut'tu bu. Kaşlarımı çatıp sordum:

    — Benden ne istiyorsun? Ağlayarak bana doğru yaklaştı.

    — Senden seni istiyorum Kaan. Bana dönmeni, beni affetmeni istiyorum. Yaptıklarımdan köpekler gibi pişmanım.

    — Köpekler pişman olmayı bilmez. Neye pişmansın? Yaptıklarına mı, yoksa inandıklarına mı? Ben bunun cevabını istemiştim senden. Yaptıklarına pişman olman yetmez seni affetmem için. İnandıklarına pişman olman lazım ki, insan olup olmadığını düşüneyim.

    Gözlerimin içine aynı yakıcı hüzünle baktı.

    — Ben o senin dediğinden daha on beş yıl önce pişman olmuştum Kaan. Ama yaşamak için pişmanlığımı gizlemem gerekiyordu. Pişmanlığımı hayata geçirecek fırsatım yoktu...

    — Şimdi nasıl buldun bu fırsatı?

    Özlem dolu bakışlarını daha da pekiştirerek baktı gözlerime.

    — Bir yolunu bulup doktor raporu aldım. Yakında o kahrolası yerden ayrılacağım. Şimdi evime gidelim. Artık beni kimse takip etmiyor. Bir yolunu bulur, buralardan uzaklara, çok uzaklara kaçarız. Beni affedersen eğer, hamallık yapar geçiniriz. Beni affetmen için her şeyi göze alırım. Ne olur anla beni. Sen aldanmışlığın nasıl bir körlük olduğunu biliyorsun. "Seni affettim" de, sana doyasıya sarılayım ne olur Kaan! Ben on beş yıldır senden beter işkence çekiyorum. Beni, ben olmadan anlayamazsın.

    Gözleri, evet gözleri doğru söylemişti. İçten pişmandı. Şimdi dili de doğru söylüyordu. Doğrusunu isterseniz, ben de onu özlemiştim. Zaten ondan başka kimim vardı ki hayatta.

    Ben de ağlamaya başladım.

    — Ben seni özlemedim mi sanıyorsun Turgut?! Gözümde tütmüyor muydun sanıyorsun? Sen benim saçlarımı gizlice kokladın. Ama ben onu da yapamadım. Madem ki pişmansın, sana sarılmamam için bir sebep yok.

    Ağlayarak sarıldık birbirimize.

    — Affet beni Kaan'ım, affet! Dev bir sihirbaza aldandım. Ağlamaktan bir şey konuşamıyorduk. Sanki birileri koparıp bizi ayırmasın tekrar diye birbirimize sıkıca sarılmış, uzun sure öylece kalakalmıştık.

    Şartlar yoksa mutlulukta yoktur. Şimdi, mutlu olmak için şartlardan biri oluşmuştu.

    Bir ara gözyaşlarını silerek mırıldandı:

    — Biliyor musun Kaan'ım, yıllarca bu günü hayal ettim. Şimdi ölsem bile gam yemem.

    * * *

    Bundan sonra hiç durmadan Komünizmin gerçek yüzünü anlattık. Nerede komünizmle, Türkistan'la, aldanmışlıkla ilgili bir kitap görürseniz, unutmayın ki, adı ne olursa olsun onu ben yazmışımdır. Müstear ismimdir o. Yada Öteki benimdir onu yazan.

    Unutmadan söyleyeyim, bir daha Sevimgül'ü göremedim. İçimden merakı hiç gitmedi. Neydi o dünyanın bilmediği işkence, bunu da öğrenemedim.

    Sonra Turgut'la Çin'den kaçmayı başardık. El ele verip bizi duyanlara seslendik.

    Takma isim kullandık bu defa, ama duygularımız takma değil, gerçeğin ta kendisiydi, tecrübenin tecrübesiydi.

    Bize el uzatan oldu mu derseniz, kendinize sorun. Komünizm kanımızı içerken, bizim için siz neler yaptınız? Öylesine ırkçılık sarmış ki dünyayı, biz onların ırkından değiliz, Türk'üz diye sahip çıkmadılar bize. Onlar kim mi? Siz onları tanırsınız.

    Haa! Türkler sahip çıktı mı? Bir kısmı evet. Diğerleri duymadı bile.

    Bu duymayanların bazıları şimdi hatasını anlayıp şiirler yazıyorlar ancak.

    TÜRKİSTAN
    Kalbine orak-çekiç saplandığı gün

    Dağ ve taşların bile kalbi hûn oldu

    Pek bir şey değişmedi o gün ve bugün

    Hâlâ anlamayan var, sana ne oldu?

    Sana senden başka kim, yandı ağladı?

    Sorduk mu hiçbirimiz, kan kustuğunda?

    Çin İşkencesi nice yürek dağladı,

    Bizden biri var mıydı acep arkanda?...

    Hey dünya! Şiirler, sloganlar yetmez! Uyan ve sesimize kulak ver!

    Doğu Türkistan'ın, Batı Türkistan'ın ezilen, yok edilen bir ulusun ve kimliğin mazlum sesine kulak ver!

    Dinsizliğin iki çocuğu olan Kapitalizmi de, Komünizmi de gördük ve onları yaşadık. Özellikle komünizmi biz biliriz. Siz duydunuz, ama biz onu yaşadık!

    Hatta biz o kadar iyi biliyoruz ki, Marks ve Lenin bile Komünizmin sonuçlarını bizim kadar yakından göremedi.

    — SON —

  8. #18
    ***
    DIŞARDA
    Points: 155.310, Level: 100
    Points: 155.310, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    Konyevi Nisa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Jun 2008
    Yer
    Dünyadan !!
    Mesajlar
    20.631
    Points
    155.310
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    38

    Standart Cevap: Çin İşkencesi

    dava kadını emine şenlikoğlu Allah ondan ve onun gibilerinden razı olsun
    bu kitabını okumadım ama en kısa zamanda okuyacağım Allah c.c. razı olsun..


    Seni çok Özledim Annem

  9. #19
    ***
    DIŞARDA
    Points: 42.870, Level: 100
    Points: 42.870, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 4,9%
    Overall activity: 4,9%
    Achievements
    Zümrüt - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Vip Özel Üye
    Üyelik tarihi
    Jan 2009
    Yer
    ıstanbul rize
    Mesajlar
    7.510
    Points
    42.870
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    24

    Standart Cevap: Çin İşkencesi

    allah c.c razı olsun ben okudum bu kitabı bagırmaa

    Mecnun Misali Leylâ’nın Zülfüne Hemen Gönül Bağlama.
    Çünkü seni AŞK Çöllerinde Gezdirip Duran Leylâ Değil Mevlâ’dır Hep…

  10. #20
    ***
    DIŞARDA
    Points: 7.020, Level: 55
    Points: 7.020, Level: 55
    Level completed: 35%,
    Points required for next Level: 130
    Level completed: 35%, Points required for next Level: 130
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    nazgülüm - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Vip Özel Üye
    Üyelik tarihi
    Oct 2008
    Mesajlar
    892
    Points
    7.020
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    18

    Standart Cevap: Çin İşkencesi

    Emeğinize sağlık Abi Cok etkileyeci bir paylaşım olmuş.Allah razı olsun.

Sayfa 2/3 İlkİlk 123 SonSon

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •