Sayfa 2/2 İlkİlk 12
18 sonuçtan 11 ile 18 arası

Konu: Mesneviden Hikayeler 4. Cilt

  1. #11
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Mesneviden Hikayeler 3. Cilt




    İBRAHİM ETHEM'İN GÖÇÜ



    Sen de Edhem gibi devlet ve saltanatı hemencecik terk et de ebedi bir saltanata eriş! İbrahim Edhem, geceleyin tahtında uyumaktaydı. Gözcüler, bekçiler de damda gürültü edip duruyorlardı.
    Padişah, bekçilerin hırsızları ve kötü kişileri defetmelerini istemiyordu. Çünkü kendisinin adalet sahibi olduğunu, kendisine hiçbir kötülük gelmeyeceğini biliyordu, gönlü emindi. Muratları, dilekleri koruyan adalettir... geceleyin damlarda sopalarını kakıp gezen bekçiler değil!

    Fakat padişahın, rebap sesini dinlemeden maksadı, iştiyaklar çekenler gibi Tanrı hitabını hayal etmekti. Zurna ve davul sesleri, bir parçacık o külli nefirin, kıyamet gününde çalınacak olan Sur’un sesine benzer.

    Hakimler, bu musuki nağmelerini göklerin dönüşünden aldık demişlerdir. Halkın tamburla çaldığı, ağızla söylediği bu şarkılar, nağmeler, hep göğün hareketinden alınmadır. Müminler derler ki cennetin tesiriyle bütün kötü ve çirkin sesler de latif olur.

    Biz hepimiz Adem’in cüz’üleriydik...cennette o nağmeleri dinledik, duyduk! Gerçi suyla toprak, bize bir şüphe verdi ama yine o nağmeleri birazcık hatırlıyoruz. Fakat musibet toprağıyla karıştıktan sonra bu zir ve bem perdeleri, nereden o nağmeleri verecek?

    Su, sidik ve pislikle karışınca bozulur, mizacı acı ve sert bir hale gelir. İnsanın cesedinde de birazcık su vardır... sen onu sidik bile saysan yine ateşi söndürür ya! Su, pis bile olsa yine tabiatı bakidir... o tabiatla gam ateşini söndürür!

    İş bu yüzden güzel sesi dinlemek aşıklara gıdadır... çünkü güzel ses dinlemede kalp huzuru ve Tanrı ile birleşme zevki vardır. Adamın içindeki hayaller kuvvetlenir, hatta hayaller, o güzel sesten, o güzel nağmeden suretlere bürünür. Suya ceviz atanın ateşi nasıl kuvvetlendiyse aşk ateşi de güzel seslerle kuvvet bulunur!

    Su pek derin bir yerdeydi... susuzun biri suyun üst tarafında bulunan ceviz ağacına binmiş, ağacı silkeliyordu. Ağaçtan cevizler, suya düştükçe suyun sesini dinliyor, sudan meydana gelen habbeleri seyrediyordu. Bir akıllı adam, bunu görüp dedi ki: Yiğidim bu cevizler, seni susatır!

    Suya bir hayli ceviz düşüyor ama su derinde... senden uzakta! Sen, yukarıdan aşağıya zahmetlerle ininceye kadar su da onları daha uzağa götürecek! Adam dedi ki: Benim bu ağaç silkelemeden maksadım ceviz toplamak değil... görünüşe bakma da maksadıma iyi dikkat et!

    Benim maksadım suyun sesini işitmek ve suda hasıl olan şu habbeleri görmektir. Alem de susuzun, daima havuzun çevresinde dönüp dolaşmaktan başka ne işi var? Hacının Kabe’nin çevresini tavaf etmesi gibi o da ırmağın, suyun çevresinde dolanır, suyun sesini dinler durur!

    İşte ey halk ziyası Hüsameddin, o susuzun maksadı gibi benim de bu Mesnevi’den maksadım sensin. Mesnevi, ferileri bakımından da, tamamı ile senindir... onu sen kabul etmişsindir.

    Padişahlar, iyiyi de kabul ederler, kötüyü de ... bir şeyi kabul ettiler mi artık reddetmezler. Mademki bir fidan diktin, onu sula... mademki açtın düğümleme! Mesnevi’deki sözlerden maksadım senin sırrın, onu şiir halinde söylemedeki muradım senin sesindir. Bence sesin, Tanrı sesidir... aşık, haşa; sevgilisinden ayrılmaz.

    Nasın caniyle nasın rabbi arasında keyfiyetsiz, kıyasa sığmaz bir ulaşma, bir birlik vardır. Fakat nas dedim, nesnas değil... nas canın canı olan Tanrı’ya aşina olanlardır, başkaları değil! Nas dediğim adamdır, adam nerede? Sen adamların başını, görmedin, kuyruksun sen!

    Görünüşte o toprağı atan sen idin, hakikatte Allah idi” ayetini okumuşsun ama cisimden ibaretsin, cüz’ülerde kala kalmışsın! A ahmak, cisim ülkeni Belkıs gibi Süleyman Peygamber için terk et! Lahavle diyorum ama sözümden değil... o kötü düşüncelinin vesveselerinden lahavle demekteyim! Çünkü o, benim sözlerime karşı hayallere düşmekte, gönlündeki vesveseler ve şüpheden doğan inkarlar yüzünden hayaller kurmaktadır.

    Lahavle diyorum; yani çaresi yok... çünkü senin gönlünde benim sözlerimin zıddı olan düşünceler ve sözler var! Sözlerim, boğazına takıldı kaldı, artık ben sustum... hadi sen, sana layık olanı söyle bakalım!Güzel sesli bir neyzen ney çalarken ansızın aşağı tarafından bir yeldir çıktı! Neyzen neyi aşağı tarafına tutarak, hadi bakalım dedi... benden iyi üfleyeceksen üfle!

    Ey müslüman,edep nedir diye arar sorarsan bil ki edep, ancak her edepsizin edepsizliğine sabır ve tahammül etmektir. Kimi falan adamın huyu kötü, tabiatı fena diye şikayet eder görürsen, bil ki bu şikayetçinin huyu kötüdür; kötüdür ki o kötü huylunun kötülüğünü söylüyor!

    Çünkü iyi huylu, kötü huylulara, fena tabiatlılara tahammül eden, onların kötülüğünü söylemeyen kişidir. Fakat şeyh, birisinin kötülüğünü söylerse bu, Tanrı emriyledir kızgınlığa, heva ve hevese uymadan değil!

    Onun şikayeti, şikayet değildir, onu ıslahtır... o şikayet, peygamberlerin şikayetine benzer. Peygamberlerin sabırsızlığı, bil ki Tanrı emriyledir... yoksa onların hilmi, kötü şeylere tahammül eder.

    Onlar kötülüğe tahammül ede ede tabiatlarını öldürdüler... artık onlardan bir tahammülsüzlük zuhur ederse kendilerinden değildir, Tanrı’dandır. Ey Süleyman, kuzgunla doğan arasında Tanrı hilmine bürün de bütün kuşlarla uzlaş! Ey hilmi, yüzlerce Belkıs’ı zebun eden, ey “Rabbim, kavmine sen doğru yolu göster, onlar bilmiyorlar” diyen!

    O iyi adlı, iyi sanlı padişah, bir gece tahtında otururken damda bir tıkırtı, bir hay huy duydu. Sarayın damında sert sert adımlar atılıyordu... kendi kendine kimin ne haddine dedi. Sarayın penceresinden “Kim o... bu, insan olamaz, peri olmalı herhalde” diye seslendi.

    Hiç görülmemiş bir bölük halk, damdan başlarını indirdiler... dediler ki: Kaybımız var, gece vakti onu arayıp duruyoruz. İbrahim Ethem “Ne arıyorsunuz?” dedi. Dediler ki: Develerimizi! İbrahim Ethem “Damda deve arandığını kim görmüş?” deyince,

    Dediler ki: “ Peki... öyleyse sen taht üstünde oturur, padişahlık ederken Tanrı’yı bulmayı nasıl arıyor, nasıl umuyorsun?” İşte bu oldu, bundan sonra bir daha İbrahim Ethem’i kimse görmedi... peri gibi insanların gözünden kayboldu!

    Kendisi, halkın gözü önündeydi ama manası gizliydi... halk, sakaldan, hırkadan başka neyi görür ki? Kendi gözünden de kayboldu, halkın gözünden de... işte ondan sonra zümrüdü anka gibi alemde meşhur oldu.

    Hangi kuşun canı, Kafdağına geldiyse bütün alem onu söyler, ondan bahseder. Bu doğu nuru da Sebe’e vurunca Belkıs’a da, oradaki halka da bir velveledir düştü! Ölmüş ruhların hepsi dirildiler, kanat çırptılar... öldüler, ten mezarlarından baş kaldırdılar!

    Birbirlerine “Bak... gökten bir sestir geldi” diye müjde vermeye başladılar. O sesten dinler gürbüzleşti... Gönüllerin dalları, yaprakları yeşerdi! Süleyman’dan gelen o nefes, Sur üfürülmüş gibi ölüleri mezarlarından kurtardı.

    Ey dinleyen, yakini Tanrı daha iyi bilir ya, bu devir geçti... ( Kendi zamanına ve zamanının Süleyman’ına dikkat et de) bundan böyle kutluluk senin olsun!


    Mesnevi'den Hikayeler



  2. #12
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Mesneviden Hikayeler 3. Cilt




    PUTLARIN SECDESİ



    Sana Halime’nin gizli hikayesini söyleyeyim de gönlünden gam gitsin! Mustafa’yı sütten kesince fesleğen ve gül gibi elini alıp bağrına basarak... Her iyi ve kötüden kaçırıp esirgeyerek o padişahlar padişahını atasına teslim etmek üzere Mekke’ye geldi.
    O emaneti, zayi etmeden korkarak Kabe’ye geldi, Hatim’e girdi. Fakat bu sırada havadan “ Ey Hatim, sana pek büyük bir güneş doğdu...Ey Hatim, bugün sana cömertlik güneşinden yüz binlerce nur isabet ediverdi... Ey Hatim, bugün sana, talih ve bahtın, ardında çavuş olduğu ulular ulusu bir padişah gelip kondu...

    Şüphe yok ki yeni baştan yücelikler alemine mensup canların konağı olacaksın... Tertemiz canlar her yandan bölük bölük, takım takım, şevklerinden sarhoş olarak sana gelecekler” diye ses geliyordu. Halime bu sese şaşırıp kaldı... ne önde kimse vardı, ne artta!

    Altı cihette de kimse yoktu... fakat bu canlar feda olası ses, ardı ardına gelip durmaktaydı. Halime, o güzel ses nereden geliyor, kim söylüyor diye araştırmak üzere Mustafa’yı yere bıraktı. Her tarafa göz gezdirdi... o sırlar açan, gizli şeyler söyleyen padişah nerede diye her tarafa baktı. Yarabbi, böyle yüce bir ses sağdan, soldan gelmede... fakat söyleyen kim? Diyordu.

    Kimseyi göremeyince şaşırdı, ümidi kesildi, söyleyeni bulamayacağını anladı... söğüt dalı gibi her tarafı tir tir titriyordu. Tekrar o aklı başında olan çocuğu bıraktığı yere döndü... bir de ne baksın, Mustafa, koyduğu yerde yok! Büsbütün şaşırdı... Konağı dertlerle karardı adeta!

    Şu yana, bu yana koşup bağırmaya, bir tanecik incimi kim aldı benim diye feryat etmeye başladı. Mekke’liler biz bilmiyoruz... hatta orada bir çocuk olduğunu bile görmedik dediler. Halime öyle bir feryat edip ağlamaya başladı ki onun ağlamasını görüp başkaları da ağladılar! Göğsünü döverek öyle yanık yanık ağlıyordu ki ağlamasına bakıp yıldızlar bile ağlamaya koyuldular!

    Bu sırada ihtiyar bir adam, elindeki sopasını kaka kaka çıkageldi. Dedi ki: “A Halime, başına ne geldi senin ? Neden böyle ağlıyor, yasla ciğerler dağlıyorsun?” Halime “Ben Ahmed’in inanılır, güvenilir süt ninesiyim...onu atasına teslim etmek üzere getirdim. Fakat Hatime gelince kulağıma havadan sesler gelmeye başladı.

    Gökten gelen o sesleri duyunca çocuğu oraya bıraktım...Bu sözleri kim söylüyor, göreyim dedim... çünkü pek latif, pek güzel bir sesti o. Ne etrafımda kimseyi gördüm, ne de bir an o ses kesildi. Şaşırıp kaldım, şaşkınlıkla şuraya buraya giderken bir de baktım ki çocuk, koyduğum yerde yok... eyvahlar olsun, yazık oldu bana!”

    İhtiyar, “Meraklanma, kederlenme... ben sana bir padişah göstereyim. O sana çocuğun ne olduğunu, nereye gittiğini, nerede bulunduğunu söyler” dedi. Halime, canım feda olsun sana ey güzel yüzlü, tatlı sözlü ihtiyar!

    Hadi, hemen bana o yüce bakışlı padişahı göster de çocuğun halinden haber alayım, dedi. İhtiyar, Halime’yi Uzza’nın yanına götürdü... dedi ki: “Bu put, kayıpları haber vermede tecrübe edilmiştir.

    Biz, ona tapı kılarak vardık mı binlerce kaybımızı bulmuştur.” İhtiyar, puta secde edip derhal “Ey Arabın velinimeti, ey cömertlik denizi! Ey uzza! Sen bize nice lutuflarda bulundun da biz tuzaklardan kurtulduk. Lutufların yüzünden Arap’ta hakkın var... Arab’ın sana ram olması farz olmuştur.

    Sad kabilesinden olan Halime, derdine derman olacağını umarak senin gölgene gelip sığındı. Onun bir küçük çocuğu kaybolmuş... adı Muhammedmiş!”dedi. Arap, Muhammed derdemez derhal bütün putlar yere kapandılar, secde ettiler.

    “A ihtiyar, Muhammed’i ne çeşit arayış bu? Biz onun yüzünden işten kalacak, hor hakir olacağız! Biz onun yüzünden yüz üstü düşeceğiz, taşlanacağız... onun yüzünden karımıza kesat gelecek, ayarımız mahvolacak!

    Fetret zamanında heva ve heves ehlinin arada bir bizden gördükleri o hayaller, Onun devri gelince yok olacak... su görününce teyemmümüm hükmü kalmayacak! A ihtiyar, uzaklaş bizden sınama ateşini alevlendirme; Ahmed’in kıskançlığıyla bizi yakma!

    Allah aşkına uzaklaş ey ihtiyar... uzaklaş da takdir ateşi, seni de bizimle beraber yakmasın! Biliyor musun ki bu, adeta ejderhanın kuyruğunu sıkmaktır... hiç biliyor musun, bu ne çeşit haber getiriştir? Bu haberden denizin de yüreği coşar, madenin de ... bu haberden yedi kat gök bile tir tir titrer!” dediler.

    O gün görmüş, yaş yaşamış ihtiyar, taşlardan bu sözleri duyunca sopasını yere attı. Titremeye başladı... o seslerden korkmuştu; dişleri takır takır birbirine vuruyordu. Kışın çıplak adamın titremesi gibi titremekte “ Eyvahlar olsun, helak olduk” demekteydi.

    Halime ihtiyarın bu halini görünce büsbütün şaşırdı, ne yapacağını unuttu. Dedi ki: “ A ihtiyar, ben de mihnetteyim ama şimdi temelli şaşırdım kaldım! An olur rüzgar bana hatiplik eder, zaman gelir taşlar edep öğretir!

    Rüzgar, bana söz söyler... taş ve dağ, eşyanın hakikatını anlatır! Gah olur gayb erleri, gökyüzünün yeşil kanatlı melekleri çocuğumu kaparlar! Kime ağlayıp sızlanayım... kime şikayet edeyim? Yüzlerce gönülle sevdalara kapılanlara döndüm şimdi.

    O çocuğun gayreti, gayb sırlarını söyletmiyor, ağzımı yumuyor benim...şu kadar söyleyeyim: çocuğum kayboldu! Fakat şimdi başka bir şey söylesem halk, beni delirdi sanır, zincirlere vurur!”

    İhtiyar dedi ki: “Halime, şad ol... şükür secdesine kapan, yüzünü pek yırtma. Gam yeme... o kaybolmaz, belki bütün alem onda kaybolur! Her an onun önünde, ardında yüz binlerce gözcü bekçi var; onu korurlar.

    Görmedin mi? O hünerli putlar, çocuğun adını duyunca nasıl yerlere kapandılar, secde ettiler! Bu devir yeryüzünde acayip bir devir... ben ihtiyarladım gittim de buna benzer bir şey görmedim. Bu haberden taşlar nasıl feryada geldiler ? Bilmem artık suçlulara neler olur?

    Taşa biz mabut diyoruz, mabut oluşta onun bir suçu yok ... sen de ona kul olmaya mecbur değilsin! ( Fakat ona sen mabut diyorsun, o da bunu reddediyor, kabul etmeye mecbur.) O, mecburken bu derecede korkarsa artık suçluya neler olacak, bir düşün!

    Mustafa’nın ceddi, Halime’nin halini, halk içinde ağlayıp sızladığını, sesi, bir millik mesafeye yetişecek kadar feryat ve figan ettiğini duyunca, işi anladı... eliyle göğsünü yumruklamaya, bağırıp ağlamaya koyuldu. Derken yana yakıla Kabe kapısına gelip dedi ki: “ Ey gece sırlarını da, gündüzün gizlenen işleri de bilen Tanrı!

    Kendimde bir hüner, bir marifet görmüyorum ki senin gibisiyle sırdaş olayım. Kendimde bir ehliyet görmüyorum ki bu kutlu kapıda makbule geçeyim. Ne başımda bir değer var, ne secdemde... ne de ağlamamla bir devlet gülümser benim.

    Ancak o eşi bulunmaz tek incinin yüzünde senin lutuf eserlerini görmüşüm ey kerem sahibi Tanrı’m. O bizden ama bize benzemiyor... biz hep bakırız, Ahmet kimya! Onda gördüğüm şaşılacak şeyleri ne bir dostta gördüm ben, ne bir düşmanda!

    Bu çocuğa ihsan ettiğin faziletleri, birisi yüzyıl mücadelede bulunsa elde edemez”, nişanesini bile bulamaz. Senin ona olan inayetlerini iyice gördüm... anladım ki o senin denizinin biricik incisi!

    Ben de işte sana onu şefaatçı getirmedeyim... onun yüzü suyu hürmetine ey herkesin halini bilen Tanrı, o ne haldedir; bana bildir! Kabe içinden derhal bir ses geldi: “şimdi sana yüz gösterecek ! O yüzlerce devletle bizden nasip almıştır... yüzlerce bölük melek, onu korumadadır.

    Onun zahirini, aleme meşhur edeceğiz... batınını da herkes den gizleyeceğiz! Su ve toprak altın madeniydi; bizse kuyumcuyuz... gah onu halhal yaparız, gah yüzük! Gah kılıç bağı yaparız... gah aslanın boynuna tasma! Gah onu tahtı bezeyen turunç yaparız, gah devlet isteyen padişahların başına taç ederiz!...

    Bu toprakla aşklarımız vardır bizim...çünkü o rıza ka’desine oturmuştur. Gah ondan böyle bir padişah çıkarırız... gah o padişahı da bir padişaha aşık ederiz! O topraktan yüz binlerce aşık, yüz binlerce maşuk yaratırız... hepsi de feryad-ü figandadır, arayıp taramadadır!

    Bizim işimize candan meyli olmayanın körlüğüne işimiz budur işte! Nevaleyi azıksızlar üzerine koruz...işte o yüzden toprağa bu faziletleri veririz biz. Çünkü toprak, tozlu ve kapkara görünür ama içinde nurlu sıfatlar vardır. Dış yüzü iç yüzüyle savaştadır... iç yüzü inci gibidir, dışı taşa benzer.

    Dışı, biz, ancak buyuz der... içi, dikkat et, işin önüne, ardına iyi bak der! Dışı içimizde hiçbir şey yoktur diye inkarda da bulunur... içi hele dur da sana hakikatimizi gösterelim der. Dışıyla içi savaştadır... ve içi, dışına sabrettiğinden Tanrı yardımına nail olur.

    İşte biz bu ekşi suratlı topraktan suretler düzer onun gizli gülümsemesini meydana çıkarırız. Çünkü toprağın dışı kederden, ağlayıştan ibarettir ama içinde yüz binlerce gülüşler vardır. Biz sırları açığa vururuz... işimiz budur bizim!bu gizli şeyleri pusudan çıkarır dururuz! Hırsız inkardan gelir, susar bir şey söylemez ama sahne onu sıkıştırır, hırsızlığını meydana çıkarır!

    Bu topraklarda da nice nimetler çalmıştır...onu belalara uğratır, ikrar ettirir.

    Onun nice şaşılacak çocukları var... Fakat Ahmet hepsinden üstün! Yerle gök, bizim gibi iki çiftten böyle bir tek padişah doğdu diye gülmekte, sevinip neşelenmektedir. Gökyüzü neşesinden yarılmada ... yeryüzü, azadeliğinden süsene dönmektedir!

    Ey güzel toprak, mademki dış yüzün iç yüzünle savaşta, çekişte... kim kendisiyle savaşa girişirse nihayet hakikati, bulur, rengin, kokunun ( görünüşün ) düşmanı olur. Karanlığı nuruyla muharebeye girişenin can güneşine zeval yoktur.

    Bizim için sınamalara giren, bizim için çalışan kişinin ayağına gök bile sırt verir! Zahirin karanlıklardan feryat etmede ama içyüzün gül bahçesi içinde için de gül bahçesi! O, ekşi suratlı sofiler gibi nur söndüren kişilerle karışıp uzlaşmamak niyetinde.

    Ekşi suratlı arifler, kirpiye benzerler...sert dikenlerin dibinde gizlice zevki safadadır onlar. Bahçe gizlidir de bahçenin çevresindeki diken meydanda... yani ey düşman hırsız, bu kapıdan uzaklaş derler!

    Ey kirpi, kendine dikeni bekçi yapmışsın... başını, sofiler gibi içine çekmişsin. İstiyorsun ki şu gül yüzlü, fakat diken huylu kişilerden hiç kimse, senin azıcık bir zevkine bile ilişmesin! Senin çocuğun, çocuk huylu ama iki alam de onun yavrucağı... onun için yaratılmış!

    Biz, alemi onunla diriltir, feleği onun hizmetine kul, köle ederiz! Abdulmuttalip “ şimdi nerede ey gizlileri bilen, bana ona varacak doğru yolu göster” dedi.

    Kabe içinden Abdülmuttalib’e ses geldi: “Ey o aklı başında olan çocuğu arayan, filan vadide, falan ağacın altında!” O iyi bahtlı, bu sesi duyunca hemen yürüdü. Ardınca da Kureyş emirleri gidiyorlardı. Çünkü Peygamber’in atası Kureyş ulularındandı.

    Adem Peygambere kadar bütün geçmişleri, mecliste de en ulu kişilerdi, savaşta da! Bu soy, zahiri soyuydu... ulu padişahlar padişahından süzülmeydi. İçiyse zaten soydan, soptan uzaktı, paktı... balıktan “simak” denilen yıldıza kadar onunla cins ve eşit olacak kimse yoktu!

    Hak nurunun kimden doğduğunu, nasıl vücut bulduğunu kimse aranmaz. Tanrı halkının nescini arayıp sormaya ne luzum var? Tanrı’nın sevap karşılığı olarak verdiği en bayağı hil’at bile güneş ziyasından daha parlak, daha üstündür!

    Hani bir köpek, çukur içinde kör dilenciyi gördü de saldırdı, hırkasını yırttıydı ya! Bunu söyledik ama tenkit için bir kere daha söylüyoruz. Kör dedi ki: Senin dostların şimdi dağlarda av arıyorlar...

    Hısımların dağda yaban eşeği avlıyorlar... sense köy ortasında kör tutuyorsun! A yücelerden kaçan şeyh, bu hileyi bırak! Sen, başına birkaç körü toplamış acı suya benziyorsun! Adeta bunlar benim dervişlerimdir...ben de acı suyum. Benden içerler de böyle kör olurlar diyorsun!

    Suyunu Ledün denizinden tatlı bir hale getir. Kötü suyu bu körlere tuzak yapma! Kalk, yaban eşeği avlayan Tanrı aslanlarını gör... sen, neden köpek gibi hileyle kör avlamadasın? Onlara yaban eşeği avlıyorlar dedim... fakat yaban eşeği de nedir ki? Onlar sevgiliden başkasını avlamazlar... hepsi de aslandır, aslan avcısıdır, nur sarhoşudur!

    Avı ve padişahın avcılığını seyrederken hepsi de avlanmayı bırakmışlar, hayran olup can vermişlerdir! O cinsten olan kuşları avlamak için avcılar nasıl ellerine ölü bir kuş alırlarsa sevgili de onları eline almıştır.

    O ölü kuş vuslat ve firkat arasında ihtiyarsız bir haldedir. “ Kalp, Tanrı’nın iki parmağı arasındadır” hadisini okumadın mı? Ölü kuşa avlanan dikkat ederse görür ki padişaha avlanmıştır. Bu ölü kuştan baş çeken, asla avcının elini bulamaz!

    Ölü kuş der ki: benim murdarlığıma bakma padişahın bana olan aşkına bak... bak da beni nasıl görüp gözetmekte, bir gör! Ben pis değilim... beni padişah öldürdü; suretim, ölüye benzedi. Bundan önce kanadımla uçuyordu; şimdiyse hareketim, padişahın elinden. Fani hareketim, derimden çıktı gitti... şimdiki hareketim baki, çünkü ondan!

    Benim hareketime karşı eğri harekette bulunanı, simurg bile olsa perişan eder, ağlatır, inletir, öldürürüm! Diriysen aklını başına topla da beni ölü görme... kulsan benim padişah elinde olduğumu gör!

    İsa, keremiyle ölüyü diriltti... halbuki ben, İsa’yı yaratanın elindeyim. Tanrı elinde oldukça hiç ölü kalır mıyım? İsa’nın elinde bile olsam buna imkan yok! İsa’yım ama nefesimden can bulan bir daha ölmez, ebediyen diri kalır.

    İsa’nın nefesiyle dirilen, tekrar öldü... fakat bu İsa’ya can verene ne mutlu! Ben, Musa’mın elindeki asayım... Musa’m gizli de ben, önünde görünüp durmaktayım. Müslümanlara deniz üstündeki köprü kesilir, sonra da Firavun’a ejderha olurum!

    Oğul, yalnız bu asayı görme... Tanrı elinde olmasa asa, bu işleri yapamaz! Tufan dalgası da asa kesildi... o dertte büyücülere tapanların şatafatlarını sömürüp yedi! Tanrı asalarını saymaya kalkışsam şu Firavun’a mensup olanların hilelerini yutarım ya...

    Fakat bırak, bu zehirli tatlı otu birkaç günceğiz otlasınlar hele! Firavun’un mesnedi ve başlık, başbuğluk, olmasaydı cehennem nereden beslenecekti ki? A kasap, önce semirt de sonra kes... çünkü cehennemdeki köpekler azıksız! Dünyada düşmanlar olmasaydı halktaki kızgınlık yatışır, geçer giderdi!

    Cehennem dediğin o kızgınlıktır... düşmanlık gerek ki yaşasın. Yoksa merhamet, onu söndürüverirdi! O vakit kahırsız ve kötülüksüz lutuf kalırdı; bu takdirde padişahlığın kemali nasıl zahir olurdu ki?

    O münkirler, öğütçülerin sözlerine, getirdikleri misallere aldırış etmediler, onların sakallarına güldüler! İstersen sen de gül... fakat a murdar, ne vakte dek yaşayacaksın, ne vakte dek? Ey sevenler, niyaza başlayın, şad olun, bu kapıda yalvarın... çünkü bu kapı, bugün açılacak!

    Bahçede soğan, sarımsak vesaire gibi sebzelerin her birine ayrı bir evlek vardır. Her biri, kendi cinsiyledir, kendi evleğindedir...yetişip olmak için orada rutubetten gıdalanır durur! Sen safran evleğisin, safran olur... başka sebzelerle karışıp uzlaşma!

    Ey safran, sudan gıdanı al da safran ol, zerdeye gir! Şalgam evleğine girip ağzını açma da onunla aynı tabiatta, aynı huya sahip olma! Sen bir evleğe konmuşsun, o bir evleğe... çünkü “Tanrı’nın olan yeryüzü pek geniş!”

    Hele o yeryüzü yok mu? O kadar geniş ki sefere çıkan devler, periler bile orada kaybolmada!

    O denizde, o ovada, o dağlarda vehim ve hayal bile yol alamaz; kaybolur gider! Şu ova, o yeryüzündeki ovada uçsuz bucaksız denizdeki bir kara kıl gibi kalır!

    Orada öyle durgun sular var ki akmaları gizlidir... hepsi de akarsulardan daha taze, daha hoştur! İçten içe can ve ruh gibi gizli gizli akarlar, akıp giden ayakları vardır!dinleyen uyudu, sözü kısa kes ey hatip... su üstüne yazı yazmayı bırak gayri! Kalk ey Belkıs, alışveriş pazarı kızıştı...şu kesatçı hasislerden kaç!

    Kalk ey Belkıs, ölüm gelip çatmadan şimdi ihtiyarınla kalk! Sonra ölüm, kulağını öyle bir çeker ki hırsız gibi can çekişe sahneye gelir, teslim olursun! Bu eşeklerden ne vakte dek nal çalıp duracaksın? Eğer bir şey çalacaksan bari gel de laal çal!

    Kız kardeşlerin ebedilik mülkünü elde ettiler, sense bu yaslı yurtta kalakaldın! Ne mutlu ona ki bu yurttan sıçradı, çıktı...çünkü ecel, bu yurdu nihayet yıkar, viran eder! Kalk, gel ey Belkıs de bir kerecik olsun din padişahlarıyla din sultanlarının yurdunu gör!

    Onlar, görünüşte dostlar arasında nağmelerle deve sürüyorlar ama iç aleminde gül bahçesinde oturmuşlar, zevki safa ediyorlar. Bahçe, onlar nereye giderse beraber gitmekte...fakat bu halktan gizli! Meyveler, beni topla, beni devşir diye yalvarmada... abıhayat, benden iç diye niyaz etmede!

    Gel de güneş gibi, dolunay gibi, hilal gibi kolsuz ve kanatsız gökyüzünde dön dolaş!.. yürümeye başladın mı ruh gibi ayaksız yürürsün... çiğneme zahmetine uğramadan yüzlerce yemekler yersin! Ne gemime gam timsahı çarpar...ne ölümden kötüleşirsin!

    Sen hem padişahsın, hem asker, hem taht... sen hem iyi bir bahta nail olursun, hem bizzat baht ve talih kesilirsin! Fakat zahirde bahtın iyi olursa, yüce bir sultan olursa ne fayda... bu baht başkasınındır, bir gün gelir olur, bahtın döner!

    Sen de yoksullar gibi muhtaç bir hale düşersin... ey seçilmiş kişi, sen baht ol, sen devlet kesil! Ey manevi er, kendin baht olur da bu bahtı, bu talihi kaybedersin? Ey güzel huylu, bizzat sen, kendine mal, mülk olursan bunları nasıl olur da kaybedersin... imkan mı var buna?


    Mesnevi'den Hikayeler



  3. #13
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Mesneviden Hikayeler 3. Cilt




    ŞAİRE PADİŞAHIN İHSANI



    Şairin biri, padişahtan elbise almak, rütbeye erişmek, ihsana nail olmak ümidiyle bir şiir yazıp götürdü. Padişah ikram sahibiydi, şaire bin kırmızı altın verilmesini, bundan başka daha da ihsanlarda bulunmalarını emretti.
    Veziri dedi ki: Bu pek az... Hiç olmazsa ona o bin altın ver de safayı hatırla gitsin! Hatta böyle bir şaire senin gibi ihsanda avucu denize benzer bir padişahın ona bin altın vermesi bile azdır! Vezir, padişaha, harmanın onda biri şaire verilsin diye geçmiş padişahların ihsanlarına dair hikayeler söyledi, hikmetlerden bahsetti.

    Padişah da şaire on bin altınla değerli elbiseler verdi... şairin içini şükür ve sena yurdu haline getirdi. Şair sonradan bu kimin gayretiyle oldu, padişaha benim ehliyetimi kim bildirdi diye araştırdı.

    Dediler ki: adı da Hasan, huyu da Hasen olan vezir yok mu, işte o buna sebep oldu. Şair, bunu duyunca veziri methetti, bu hususta uzun bir kaside yazdı, vezirin evine gidip sundu. (Bu kasidede padişahın methi hiç yoktu. Çünkü padişahın nimetleri, hilatları, zaten dilsiz, dudaksız, padişahı methedip duruyordu!)

    Birkaç yıl sonra şair, yine yok yoksun bir hale düştü, muhtaç oldu... rızıklanmak, ekin parası bulmak ümidiyle, dedi ki: Yokluk ve darlık zamanında sınanmış şeyi aramak, ona başvurmak daha iyi... Kerem ve ihsanda sınadığın kapıya gideyim de yine ihtiyacımı arz edeyim.

    Sibeveyh, Allah sözünün manasını anlatırken “Halk, hacet zamanında ona sığınır...İhtiyaçlarımızı sana arz eder, sana sığınırız...hacetlerimizi senden diler, sen de buluruz demektir” dedi. Binlerce akıllı kişi, dert ve ihtiyaç zamanında umumiyetle o tek Tanrı’nın huzurunda ağlar, inler.

    Hiçbir aklı eksik ve deli yoktur ki acizliğini varsın da bir nekese arz etsin! Akıllılar, binlerce defa ihtiyaçlarının giderildiğini görmeselerdi hiç o tapıya canla başla giderler miydi? Hatta deniz dalgaları arasındaki bütün balıklar, yücelerde uçan bütün kuşlar bile...

    Fil, kurt, avlanan aslan, koca ejderha, karınca, yılan...Hatta toprak, su, yel ve her bir kıvılcım bile kışın da dileğini ondan elde eder, baharda da! Bu gökyüzü, her an, yarabbi, beni bir zaman bile aşağılatma diye ona yalvarır...

    Benim direğim, senin korumandadır... bütün gökler sağ elinde dürülmüş, yayılmıştır, der. Bu yer, beni su üstünde yükleyen sensin, kararımı elden alma diye niyaz eder. Hepsi keselerini onun nimetiyle doldurup büzmüşler... hepsi hacet vermeyi ondan öğrenmişlerdir.

    Her peygamber, “Sabır ve namaz hususunda ondan yardım isteyin” diye ondan berat ve ferman getirmiştir. Kendinize gelin; ondan isteyin... başkasından değil. Suyu denizde arayın, kuru derede değil! Başkasından isteneni de o verir...o kimsenin sana meyleden eline cömertliği ihsan eden yine Allah’tır.

    İtaatından çekineni bile altınlara gark eder, Kanun yaparsa itaat eder de ona yüz tutarsan neler yapmaz? Şair, bir kere daha ihsan sevdasıyla yüzünü o ihsan sahibi padişaha tuttu. Şairin hediyesi ne olacak? Yeni bir şiir... onu ihsan sahibine götürür, sunar, adeta rehin bırakır!

    İhsan sahipleri, yüzlerce kerem ve cömertlikle altınlar yığarlar, şairleri beklerler.

    Onlarca bir şiir, yüz denk kumaştan daha iyidir... hele denize dalıp da dibinden inciler çıkaran bir şairin şiiri olursa! İnsan, önce ekmeğe haristir... çünkü gıda ve ekmek, cana direktir. Canını avucuna alır da hırsla, ümitle ve yüzlerce hilelere, düzenlere başvurarak çalışıp ekmeğini elde etmeye savaşır. Fakat az bir şey elde eder de ekmek için çalışmaya ihtiyacı kalmazsa artık şöhrete, ada sana ve şairlerin methine aşık olur. İster ki onlar, kendisinin aslını, faslını övsünler... lutfunu, ihsanını anlatmada mimberler kursunlar...

    Bu suretle de onun lutfu, ihsanı, altın bağışlaması, söz arasında amber gibi koksun! Tanrı, bizim huyumuzu da kendi huyuna uygun, kendi suretine göre yarattı, bizim vasfımız da onun vasfından bir ödenektir.

    Yaratıcı Tanrı da, kendisine şükür ve hamd edilmesini ister... bu yüzden insanın huyu da böyledir;o da kendisinin övülmesini diler. Hele fazilette çevik ve üstün olan Tanrı eri, sağlam tulum gibi o yelle doludur. Fakat insan, o methe layık değilse, o methin ehli olmazsa yalancı yel, fayda vermez...tulumu yırtar, parlatır!

    Bu meseli kendiliğimden söylemedim arkadaş; aklın başındaysa ve ehilsen serserice dinleme! Bunu hakkındaki hicivleri duyunca, müşriklerin “ Ahmet neden medihten hoşlanıyor, neden medihten memnun oluyor?” dediklerini işitince söyledi.

    Şair, ihsan ölmedi ya diye evvelce nail olduğu ihsana şükran olarak yazdığı şiiri alıp padişaha götürdü, sundu. İhsan sahipleri öldüler, ihsanları kaldı... ne mutlu o kişiye ki bu merkebi sürdü! Zalimler de ölüp gittiler, fakat yaptıkları zulümler kaldı... vay o cana ki bu hileyi, bu kötülüğü yaptı!

    Peygamber “ Ne mutlu o adama ki dünyadan gitti de ondan iyi bir iş kaldı” demiştir. İhsan sahibi öldü ama ihsanı ölmedi ki... Tanrı indinde din ve ihsan, küçük ve değersiz bir şey değildir! Eyvahlar olsun o kişiye ki kendisi öldü de isyanı kaldı... sakın, öldü de canını kurtardı sanma ha!

    Bırak bunu şimdi...şair, yol üstünde borçlu ve paraya pek ihtiyacı var! Şair önceki ihsana nail olurum ümidiyle söylediği şiiri götürüp padişaha sundu. Güzelim incilerle dolu olan o latif ve nefis şiiri, evvelki ihsan ve ikramın ümidiyle arz etti. Padişahın adetiydi , yine adeti veçhile bin altın verin dedi.

    Fakat bu sefer bu cömert vezir yücelik Burak’ına binmiş, dünyadan göçüp gitmişti. Onun yerine başka birisi vezir olmuştu... bu vezir pek merhametsiz, pek hasisti. Dedi ki: Padişahım, masraflarımız var... bir şaire bu kadar ihsanda bulunmak layık değil!

    Ben, o şairi bu ihsanın onda on da birinin dörtte biriyle hoşnut ve razı ederim. Oradakiler, önce o, padişahtan tam on bin altın almıştı. Şeker yedikten sonra şeker kamışını nasıl çiğner... padişahtan sonra nasıl olur da dilencilik eder? Dediler.

    Vezir dedi ki: Ben onu öyle bir sıkarım ki nihayet beklemeden usanır, bizar olur... Yoldan toprak alıp versem yeşillikten gül yaprağı veriyorum gibi kapar. Bunu bana bırakın... Bu işte üstadım ben; işe girişen ateş bile olsa ben yatıştırmasını bilirim! Süreyya yıldızından saraya dek uçsa yine beni görünce yumuşar!

    Padişah, peki dedi... ne yaparsan yap, hüküm senin. Yalnız onu sevindir, çünkü bizim iyiliğimizi söyler. Vezir, onu da, onun gibi daha iki yüz tane ümitlenip duran kişiyi de bana bırak sen, dedi.

    Vezir, şairi bekletti durdu... kış geldi geçti de bahar geldi! Şair bekleye bekleye ihtiyarladı...bu dertle bu tedbirle adeta zebun oldu. Dedi ki: Altın yoksa bari bana söv de canımı kurtar, kölen olayım!

    Bekleme beni öldürdü, bari git de, yoksul canım rehinden kurtulsun! Nihayet vezir, şaire o bin altının onda birinin tam dörtte birini, yani yirmi beş altın verdi... şair derin bir düşünceye daldı. Kendi kendisine önce verilen ihsan, hem peşindi, hem de o kadar çoktu. Bu ise hem geç kaldı. Hem de açılınca gördüm ki bir deste diken, dedi.

    Şaire dediler ki: O cömert vezir dünyadan gitti, Tanrı rahmet etsin! O ihsan, onun yüzünden kat kat artmıştı... onun zamanında ihsanlarda yanlışlık pek az olurdu. Şimdi o gitti, ihsanı da beraber götürdü... o ölmedi, doğrucası kerem ve ihsan öldü!

    O cömert, o akıllı vezir geçip gitti. Yoksulların derisini yüzen bu vezir gelip çattı. Yürü, bunu al da hemencecik bu gece buradan kaç... yoksa bu inatçı, seni yakalar, elindekini de alır! Senin bizim çalışmamızdan haberin bile yok...biz, ondan bu hediyeyi de yüzlerce hileye başvurduk da aldık!

    Şair, yüzünü onlara çevirdi de dedi ki: “ Ey beni esirgeyenler, bu kötü vezirler nereden geldi? Bu insanın elbiselerini soyan vezirin adı ne? Söyleyin bana! Onlar “Hasan” dediler. Şair, Yarabbi dedi... Onun adı da Hasan, bunun adı da... Ey din rabbi, yazıklar olsun; nasıl oluyor da ikisinin de adı bir oluyor?

    Onun adı Hasan... fakat onun kaleminin bir yazısıyla yüzlerce cömert kişi padişaha vezir ve muhasip olabilirdi... Bunun adı da Hasan... fakat bu Hasan’ın çirkin sakalından yüzlerce ip örebilirsin! Padişah, böyle bir vezirin sözünü dinlerse kendisini de rezil rüsvay eder, devletini de!

    Firavun, Musa’nın sözlerini işittikçe kaç defa yumuşadı, ram oldu. Musa’nın sözleri, öyle sözlerdi ki o eşsiz sözlerin güzelliğini duysa, taştan süt akardı. Fakat huyu kinden ibaret olan veziri Haman’la görüşüp danışınca, Haman, ona “Şimdiye kadar padişahtın... şimdi bir yamalı hırka giyenin hilesine kapılıp kul mu oldun?” derdi.

    Bu söz, mancınıktan atılan taş gibi gelir, Firavun’un sırçadan yapılma sarayını kırıverirdi! Güzel sözlü Kelim’in yüz gün uğraşıp yaptığını o, bir anda yıkar giderdi! Senin aklın da vezirdir ve heva ve hevesine mağluptur... vücudun da Tanrı yolunu kesip durmaktadır...

    Tanrı’ya mensup bir öğütçü, sana öğüt verse o sözü, bir hileyle tesirsiz bırakmakta; Bu, yerinde bir söz değil, kendine gel de yerinden, yurdundan olma... iş öyle değil, kendine gel, delirme demektedir. Vay o padişaha ki veziri budur... her ikisinin yeri de kin güden cehennemdir

    Ne mutlu o padişaha ki müşkül işe düştü mü elini tutacak Asaf gibi bir veziri vardır. Adaletli padişah, Asaf’a eş oldu mu “Nur üstüne nur” olur... “Padişah Süleyman” veziri de Asaf oldu mu nur üstüne nurdur, amber üstüne amber!

    Fakat padişah Firavun, veziri de Haman olursa ikisi de talihsizlikten, kötülükten kaçamazlar, çaresiz perişan olur giderler! Karanlıklar üstüne çöken karanlıklara düşerler de ne akıl, onlara yar olur, ne de kıyamet günü devlete erişirler!

    Ben kötülerde kötülükten başka bir şey görmedim... sen gördüysen var selam söyle! Padişah cana benzer, vezir de akla... fesatçı akıl, ruhu kötülüklere götürür. Akıl meleği Harut’laşınca yüzlerce kötü kişiye sihir öğretir!

    Cüz’i aklı kendine vezir yapma. Aklı küllü vezir yap padişahım. Heva ve hevesini kendine vezir yapma da pak canın namazdan, niyazdan kalmasın. Çünkü bu heva ve heves, hırslarla doludur ve içinde bulunduğu hali görür... aklın düşüncesiyse din gününün düşüncesidir.

    Aklın gözleri işin sonunu gözetir... Akıl, bir gül için diken zahmetini çeker durur! Fakat o gül, öyle bir güldür ki ne solar, ne de güzün dökülür... koku almayan her kötü kişinin burnu ondan uzak olsun!


    Mesnevi'den Hikayeler



  4. #14
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Mesneviden Hikayeler 3. Cilt




    DEVİN SÜLEYMANLIĞI



    Aklın varsa başka bir akılla dost ol, görüş, danış! İki akılla bir çok belalardan kurtulur, ayağını göklerin ta yücesine korsun! Dev kendine Süleyman adını taktı, devleti elde etti, ülkeyi hükmüne aldı. Süleyman’ın yaptığı işleri görmüştü, onun gibi hareket ediyordu... fakat iç yüzden yine devliği suratına vurmakta, devliği görünüp durmaktaydı!
    Halk, bu Süleyman’da o nur o temizlik yok; Süleyman’dan Süleyman’a ne farklar var. O uyanıklığa benziyordu, buysa derin bir uyku gibi. Adeta o Hasanla bu Hasan gibi aralarında pek büyük bir fark var diyordu. Dev de, “ Tanrı benim şeklimde güzel bir dev yaratmıştır. Bir dev’e benim suretimi vermiştir; sakın o, sizi aldatmasın.

    Meydana çıkar da Süleyman benim diye davaya kalkışırsa sakın onun suretine itibar etmeyin” diyordu. Dev, hileyle onlara bu sözleri söylüyordu ama iyi adamların gönüllerinde bunun aksi görünmekteydi. İyiyi kötüyü fark eden adamla oyun olmaz; hele o adamın bu fark edişi ve aklı, gaypları görür söylerse!

    Onlar, kendi kendilerine “A eğri sözlü, tersine gidiyorsun... Böyle tersine tersine gide gide ta cehennemin en dibine kadar gideceksin ya! Süleyman, Süleymanlıktan kaldı, yoksul oldu ama alnında o aydın dolunay parlayıp durmada. Sen, nihayet bir yüzüktür kapmışsın ama zemheri gibi donmuş kalmış bir cehennemsin yine!

    Biz neredeyiz... ululuk, sayvan ve kök önünde secde etmek nerede? Böyle şeylerin önüne baş komak şöyle dursun, hayvan tırnağını bile komayız biz! Hatta gaflete düşer de baş komaya kalkarsak bile bir pençe gelir, başımızı yerden iter, mani olur...

    Bu aşağılık kişiye baş komayın, kendinize gelin... bu bayağı adama secde etmeyin der” demekteydiler. Ben, bu cana canlar katan hikayeyi anlatmaya kalkardım ama Tanrı gayreti olmasaydı! Kanaat et, bu kadarcığını kabul eyle de başka bir vakit bunu anlatayım!

    Dev, adını Süleyman Peygamber taktı ama ancak çoluk çocuğu kandırmak için! Namuzsuzun suretini, adını bırak... lakaptan addan kaç, manaya yürü! Onu halinden işinden sor... onu halinde işinde ara!

    Her sabah Süleyman Mescid-i Aksa’ya gelir, tam bir ihlasla Tanrı’ya ibadet ederdi. Her gün mescidde yeni bir otun bittiğini görür, adın nedir, ne faydan var? Ne biçim ilaçsın, nesin, sana ne derler... kime ziyansın, faydan kime? Diye sorardı.

    Her ot, adını, tesirini söyler; “Şuna can’ım, öbürüne zehir...Buna zehirim, ona şeker... adım, kader levhinde şudur diye dile gelirdi. Doktorlar Süleyman’dan o otu öğrenirler,bilgi sahibi olurlar, ona uyarlardı. Bu suretle doktorluk kitapları düzdüler... bedenleri hastalıklardan kurtardılar. Bu nücum ve tıp bilgileri, Peygamberlerin vahiyleridir...yoksa akıl ve duygunun o tarafa nereden yolu olacak?

    Cüz’i akıl, bir şeyden hüküm çıkaracak akıl değildir. O, ancak fen sahibinden fenni kabul eder, öğrenmeye muhtaçtır. Bu akıl, öğrenmeye ve anlamaya kabiliyetlidir. Ama vahiy sahibi ona öğretir. Bütün sanatlar, şüphe yok ki önce vahiyden meydana gelir, fakat sonra akıl, onların üstüne bazı şeyler katar!

    Dikkat ey de bak! Bizim bu aklımız, hiçbir sanatı, usta olmadıkça öğrenebiliyor mu? Hile kılı kırk yarar ama usta olmadıkça hiçbir sanatı elde edemez! Sanat bilgisi, bu akılla olsaydı ustasız bir sanat meydana gelirdi!

    Mezar kazma, en bayağı bir sanat... düşünceden, düzenden, fikirden doğacak değil ya! Fakat Kabilde bu anlayış olsaydı Habili başı üstünde taşır mıydı? Ben bu ölüyü, bu kana, toprağa karışmış ölüyü ne yapayım, nasıl yok edeyim der miydi? Bir de gördü ki bir karga, ölü bir kargayı ağzına almış, hemen geldi...

    Havadan indi Kabile öğretmek için mezar kazıcılığına başladı. Tırnaklarıyla yerden bir toz kopardı, yeri kazıp hemen hemen ölü kargayı o mezara koydu; gömüp üstünü toprakla örttü... bu suretle karga, Tanrı ilhamı ile bilgi sahibi oldu. Kabil, bunu görünce yuh olsun benim aklıma dedi... bir karga bile bilgide benden üstün!

    Tanrı, Aklıküll’e “Mazagalbasar” dedi... fakat cüzzi akıl her yana baka durur. Has kişilerin nuru, Mazagalbasar aklıdır... karga aklıysa ölülere mezar kazma üstadı! Karga, ardınca uçan canı nihayet mezarlığa götürür! Kendine gel de kargaya benzeyen nefsin ardından git... Kafdağına, gönül Mescid-i Aksa’nda yeni bir ot yeni bir kök bitmede!

    Süleyman gibi sen de onlara dikkat et... onları izle, onların üstüne ret ayağını koyma! Çünkü bu durup duran yeryüzünün halini sana çeşit çeşit otlar anlatır. Yerde şeker kamışı mı bitmiş, yoksa alelade kamış mı... her biten ot, bittiği yerin halini, kabiliyetini bildirir! Gönülden de fikirler biter, gönlün nebatatı da fikirlerdir. Bu fikirler de gönüldeki sırları gösterir.

    Mecliste bana söz söyleyecek adam bulsam çimenlik gibi yüz binlerce gül bitiririm. Fakat söz söylerken de nefes öldüren bir pezevenk olsa gönüldeki nükteler hırsız gibi kaçar. Herkes

    in hareketi kendisini çeken ne yandaysa o taraftadır... doğru adamın çekişi, yalancının çekişine benzemez.

    Gah sapık bir halde, gah doğru yolu bulmuş olarak gider durursun...ne seni sürükleyen ip meydandadır, ne çeken adam! Kör bir deveye benzersin... boynundaki yular seni yeder durur; fakat sen çekeni gör, yuları değil!

    Kafir, köpeğin ardına düşüp gittiğini görseydi güçlü kuvvetli Şeytan’a mazkara olur muydu?Hiç? Onun ardına bir namussuz gibi düşer miydi hiç? Hemencecik ayağını çeker, kurtulurdu!

    Sığır kasapların ne yapacağını bilseydi hiç onların peşine düşer, dükkana gider miydi? Yahut ellerinden kepek yer miydi... yahut da onların yüze gülücüğüne aldanır onlara süt verir miydi?

    Hatta ot yese bile, neden beslendiğini bilseydi o otu hazmedebilir miydi? Şu halde alemin direği gafletten ibarettir...devlet nedir? Dev yani koş kelimesiyle let yani dayak kelimesinden meydana gelme bir kelime! Önce koş... koş da sonunda dayak ye! Bu yıkık yerde devlet sahibine eşekçesine ölümden başka hiçbir şey yok!

    Sen, bir işe el atar, o işe iyice sarılırsın...o işteki ayıp ve noksan o anda sana örtülüdür. Tanrı, senden o işin ayıbını örttüğünden canla başla o işe girişebilirsin. Hararetle sahip olduğun fikrin de ayıbı senden gizlidir. Sana o fikirdeki ayıp ve kusur belli olsaydı ondan kaçardın...canın, bu fikirle aramda keşke mağriple maşrik arası kadar uzaklık olsaydı der!

    Nihayet ondan usanır, pişman olursun ya...bu hal, evvel olsaydı hiç ona koşar mıydın? Şu halde ona girişelim, kaza ve kadere uygun olarak o işi görelim diye önce ondaki ayıbı, kusuru, bizden gizlemiştir.

    Kaza ve kader, hükmünü izhar edince göz açılır, pişmanlık gelir, çatar! Bu pişmanlıkta ayrı bir kaza ve kaderdir...bu pişmanlığı bırak da Allah’a tap! Pişman olmayı kendine adet edinirsen boyuna pişman olur durur, nihayet bu pişmanlığı da daha ziyade pişman olursun! Ömrünün yarısı perişanlıkta geçer, öbür yarısı da pişmanlıkta heder olur gider!

    Bu fikri, bu pişmanlığı terk et de daha iyi bir hal, daha iyi bir dost ve daha iyi bir iş ara! Elinde daha iyi bir iş yoksa pişmanlığın neye? Neyi fevt ettin de pişman oluyorsun ki? Eğer biliyorsan bilirsin ki doğru yol, Allah’a tapmaktan ibarettir...yok bilmiyorsan herhangi bir şeyin kötü olduğunu nasıl bilirsin ki?

    İyiyi bilmedikçe kötüyü bilemezsin...ey yiğit zıt zıddıyla görülebilir. Mademki bu fikri terk etmekten acizsin... o vakit günah işlememekten de acizdin! Aciz olduktan sonra pişmanlık neden? O acizlik, kimin takdiriyle, onu ara! Alemde bir kadir olmadıkça hiç kimse, ne bir acizi görmüştür, ne de böyle bir şey olur... bunu böyle bil!

    Böylece, olmasına çalıştığın her isteğin ayıbından bihabersin... onun ayıbı ve noktası, sana örtülüdür! O istediğin ayıp ve noksanı sana görünseydi canın o araştırmadan kaçıverirdi! O işin ayıp ve noksanı sence belli olsaydı seni hiç kimse o işe, hatta çeke çeke bile olsa götüremezdi! nefret ettiğin öbür iş yok mu? Ondan neden nefret ettin? Çünkü ayıbı, noksanı meydana çıktı da ondan!

    Ey sırları bilen güzel sözlü Allah, kötü işlerin ayıbını, noksanını bizden gizleme! İyi işleri de bize ayıplı gösterme de o işe gidelim ,sarılalım... çalışmamız heba olmasın, gayretimiz soğumasın! Yüce Süleyman, adeti veçhile alaca karanlıkta mescide giderdi.

    Her gün, adeti veçhile mescitten yeniden yeniye hangi ot, hangi kök bitmiş... o padişah,bunu arar araştırırdı. gönül haktan gizli kalan o otları gizlice can gözüyle görür, tanır.

    Sofinin biri, bir bağda neşelenip açılmak için soficesine yüzünü dizine dayamış, varlığının derinlerine dalmış gitmişti. Her zevekilin biri onun bu uykusundan usandı. Dedi ki: Ne uyuyorsun ya hu? Bir başını kaldır da üzüm çubuğuna, şu ağaçlara, “Allah’ın rahmet eserlerine bakın” dedi... yüzünü şu rahmet eserlerine çevir, seyret!

    Sofi dedi ki: A heveskar kişi, Allah eserleri gönüldür... dışarıdakilerse ancak ve ancak Allah eserlerinin eserleridir. Bağlar, bahçeler, yeşillikler, gönüldedir... dışarıdakiyse akarsuya vuran akislere benzer. O görünen bağ, suya akseden hayali bir bağdır... suyun letafeti yüzünden oynar durur!

    Bağlar, bahçeler, meyveler, gönüldedir. Onların letafetinin aksi, şu suya toprağa vurmuştur! O neşe selvisinin aksi olmasaydı Allah bu aleme aldanış yeri demezdi. Bu aldanış şudur; yani bu hayal, erlerin gönülleriyle canlarının aksinden hasıl olmuştur. Bütün aldananlar, cennet budur sanarak bu akse gelmişlerdir.

    Asıl bağlardan, bahçelerden kaçarlar da bir hayalle eğlenir kalırlar! Fakat bu gaflet uykusu başa geldi de uyandılar mı doğruyu görürler ama o görüşte ne fayda var? Sonra mezarlığa bir feryadu figandır, bir ahu vahdır düşer... kıyamete kadar bu yanılmalarına hasret çekip dururlar!Ne mutlu o kişiye ki ölümden önce öldü... yani bu üzümün aslından bir koku elde etti!

    Derken Süleyman bir bucakta başağa benzer bir yeni otun bitmiş olduğunu gördü. Yeşil, taze, görülmedik bir ottu bu... adeta yeşilliği göz alıyordu. Süleyman, o ota derhal selam verdi; o da selamını aldı; Süleyman, otun güzelliğine şaştı kaldı. Dedi ki: adın ne... dilsiz dudaksız söyle bakalım! Ot ey alem padişahı bana keçiboynuzu derler, dedi.

    Süleyman, sen de ne haysiyet var? Dedi. Ot dedi ki: Bittiğim yer yıkılır viran olur. Ben keçiboynuzuyum... bittiğim yer perişan olur; şu suyun toprağın yıkıcısıyım ben! Süleyman, derhal ecelinin geldiğini, göçme vaktinin göründüğünü anladı. Dedi ki:ben hayatta oldukça şüphe yok ki bu mescit, yeryüzündeki afetlerden bozulup yıkılmaz. Ben yaşadıkça nasıl olurda Mescid-i Aksa perişan olur, yıkılır gider?

    Şu halde şüphe yok, mescidimiz, ölümümüzden sonra yıkılacak! Bedenin secdegahı olan mescit, gönüldür... kötü dost da her yerde mescitte biten keçiboynuzudur! Sende kötü dostun sevgisi peydahlandı mı kendine gel... ondan kaç, onunla az konuş, görüş! Onu kökündeki sök, çıkar ... çünkü biter, boy verirse seni de kökünden söker, mahveder, mescidini de!

    Ey aşık, eğrilik, sana keçiboynuzu gibidir...çocuklar gibi niye eğriliğe doğru gider, sürtünürsün? Kendini suçlu bil suçlu gör...korkma da o ders üstadı, senden dersi çalmasın. Cahilim, bana öğret demen, bu çeşit insaf sahibi olman, namus ve şeref gözetmenden iyidir! Ey yüzü nurlu çocuk, “Rabbimiz, biz nefsimize zulmettik” demeyi babandan öğren!

    O, ne bahaneler buldu, ne hileye kalkıştı, ne de düzen bayrağını yüceltti. Fakat İblis, bahse girişti, bahse girişte, benzin kırmızı, beni sen sararttın... renk, senin verdiğin renktedir...beni boyayan sensin; suçumun da aslı sensin, uğradığım afetin, dağlandığım dağın da, dedi!

    Kendine gel de “Rabbi bima agveyteni”yi oku...oku da cebri olma, ters bir kumaş dokumaya kalkışma! Cebir ağacına ne vakte dek sıçrayıp çıkacak, ihtiyarını bir yana bırakacaksın? İblis ve soyu sopu gibi Allah ile savaşta, mübasedesin... Eteklerini çemrer de isyana öyle koşar, gidersin... bu kadar hoşlukla, bunca istekle cebir olur muymuş?

    O kadar istekle kim, kötülüğe gider... böyle oynaya oynaya kim sapıklığa koşar? Sana başkaları öğüt verdikçe o işin iyiliğini söyler, belki yirmi erle bu hususta savaşa girişir, yirmi ere karşı ayak direrdin! Doğrusu budur...yol ancak budur...ve bundan ibarettir; adam olmayandan başka kim beni kınar ki? Dersin!

    Mecbur olan adam böyle söz söyler mi? Yolsuz olan kişi, böyle savaşır mı? Nefsin neyi isterse ihtiyarın var, fakat aklının istediği şeyde mecbursun ha! Bahtı yaver ve talihi kutlu olan bilir ki akıl ve zeka taslamak iblis’tendir, aşk Adem’den!

    Akıl ve zeka denizde yüzgeçliğe benzer... bundan az kişi kurtulur ve yüzgeçlikte bulunan nihayet gün gelir, gark olur gider! Yüzgeçliği bırak, kibirden, kinden vazgeç...bu ırmak değil; denizdir deniz! Hem de öyle sığınılacak bir yeri olmayan uçsuz bucaksız deniz ki yedi denizi bir saman çöpü gibi kapı verir!

    Aşk, ileri gidenler için bir gemiye benzer...gemiye binen kişinin bir afete uğraması nadirdir, çok defa kurtulur. Aklı zekayı sat da hayranlığı satın al... akıl ve zeka zandır, hayranlıksa bakış görüş! Aklı Mustafa’nın önünde kurban et...Hasbiyallah de, yani Allah’ım bana yeter!

    Kenan gibi gemiden baş çekme... ona da zeki aklı bu gururu vermiş aldatmıştı. Ben yüce bir dağın üzerine çıkar kurtulurum, neden Nuh’a minnet edeyim? Dedi. A akılsız nasıl olurda onun minnetini çekmezsin! Allah bile onun mihnetini çekmekte. Nasıl olur canımız ona minnettar olmaz! Tanrı bile ona şükretmede, minnet etmede!

    A hasetle dolu mağrur kişi, onun minnetini Allah bile çekiyor! Keşke o yüzme öğrenmeseydi de Nuh’a minnet etse, gemiye girmeye tamah etseydi! Keşke çocuk gibi hilelere cahil olsaydı da çocuklar gibi anasına el atsa, anasına sarılsaydı! Yahut da nakli bilgi ile az dolu olsaydı da gönlü bir veliden vahiy ilmini kapsaydı!

    Böyle bir nur varken kitabı önüne açarsın vahiy ile dinlenen ruhunda seni azarlar! Zamanın kutbunun sözüne karşı nakli ilim, bil ki su varken teyemmüm etmeye benzer! Kendini aptal yerine koy, ona uy da yürü...ancak bu aptallıkla kurtulabilirsin!

    Babam, insanların padişahı, bunun için “cennetliklerin çoğu aptaldır” dedi. Akıl ve zeka sana kibir ve gurur verir... aptal ol da gönlün doğru kalsın! Aptallık dediğim halka iki kat maskara olan adamın ahmaklığı değildir... bu aptallık, ona hayran olan adamın aptallığıdır!

    Kendilerini unutup Yusuf’un yüzünü görenler, o güzelliğe dalıp kalanlar... bu yüzden ellerini doğrayanlar yok mu işte onlar aptaldır! Aklı, dost aşkında kurban et...akılların hepside o taraftandır, odur!Akıllılar akıllarını o tarafa göndermişlerdir. Yalnız sevgili olmayan ahmak, bu tarafta kalmıştır!

    Hayretle şu baştan aklın gitti mi başındaki her saç, bir baş, bir akıl kesilir! O tarafta akla, beyne düşünce zahmeti yoktur...çünkü orada her ova, her bahçe akıl ve beyin bitirir! Bu ovadan geçer, o taraftaki ovaya gelirsen nükteler duyarsın... oradaki bağlara, bahçelere gelirsen hurma fidanın sulanır, yeşerir!

    Bu yoldaki köşkü, sayvanı, şöhreti şanı terk et... kılavuzun hareket etmedikçe hareket etme! Başsız hareket eden, kuyruk olur... böyle adamın hareketi akrebin hareketine benzer! Eğri gider, geceleri görmez, çirkindir, zehirlidir... işi gücü, temiz bedenleri dalamak ,sokmaktır!

    Başını ez onun...huyu hep budur, ahlakı hep bu ...bu huyundan vazgeçmez o! Onun için en iyi şey, başının ezilmesidir...çünkü bu suretle can kırıntısı da o kötü tenden kurtulmuş olur! Delinin elinden silahı al da adalet ve sulh, senden razı olsun! Fakat elinde silahı olur, aklı da bulunmazsa bağla elini... yoksa yüzlerce zarar yapar.

    Kötü yaradılışlı kişiye ilim ve fen öğretmek, yol kesen eşkiyanın eline kılıç vermeye benzer! Sarhoş zencinin eline kılıç vermek, adam olmayana bilgi belletmekten yeğdir. Bilgi, mal, mevki ve hüküm, kötü yaratılışlı kişilerin elinde fitnedir. Savaş delilerin ellerindeki kılıçları alsınlar diye müminlere farz olmuştur.

    Onun canı delidir, teni de elindeki kılıçtır... o çirkin huylunun elindeki kılıcı al! Bilgisizlere, geçtikleri mevkiinin yaptığı fenalığı, yüzlerce aslan bir araya gelse yapamaz! Çünkü ayıbı gizliyken meydan bulur da yılanı, delikten çıkar, sahralara uğrar! Cahil kötü hükümler yürüten bir padişah oldu mu bütün ova yılanla, akreple dolar!

    Adam olmayanın eline bir mal ve mevki geçti mi, herkesten önce kendi rezilliğini dileyen kendisidir. Çünkü o ya hasisliğe kalkışır, az verir... yahut cömertliğe girişir, yersiz ihsanlarda bulunur! Şahı, beydak hanesine kor... ahmak, ihsanda bulundu mu ihsanı, buna benzer işte!

    Hüküm, bir sapığın eline geçti mi onu mevki sanır ama hakikatte kuyuya düşmüş demektir! Yol bilmez ,kılavuzluk etmeye kalkışır... kötü ruhu, cihanı yakar, yandırır!

    Yokluk yolunun çocuğu, pirlik etmeye girişirse ardına düşenler, devletsizlik gulyabanisine çatarlar! Gel de sana ayı göstereyim der ama o nursuz pirsiz, ayı hiç görmemiştir ki! Ömrümde ayın aksini suda bile görmemişken nasıl olurda gösterebilirsin a hamhalat, a bön! Ahmaklar baş oldular da akıllılar başlarını kilime çektiler!

    Peygambere bu yüzden “Ey kilime bürünen, ey ürküp kaçan, kilimden çık! Kilime baş çekme, yüzünü örtme... çünkü alem şaşkın bir beden, sense bu aleme akılsın! Kendine gel de davaya kalkışanlardan arlanıp gizlenme... çünkü sende vahiy mumunun nurları var! Kendine gel de geceleri kalk, çünkü ey Peygamber, mum geceleri ayakta durur!

    Senin nurun olmadıkça aydın gün bile gecedir...sana sığınmadıkça aslan bile Tavşan kesilir! Ey Mustafa, bu nur denizinde kaptanlık et... çünkü sen, ikinci Nuh’sun! Akıllılara bir yol gösterici lazım... Hele yol, deniz yolu olursa! Kalk da yolu vurulmuş kervana bak...her yanda kaptan kesilmiş gül yabanileri gör!

    Sen, vaktin Hızır’ısın, her geminin imdadına yetişen sensin... Ruhullah gibi yalnız yürümeyi adet edinme! Bu topluluğun önünde gökyüzündeki ışık gibisin, güneşe benziyorsun... bunlardan gizlenmeye, halveti bezemeye kalkışma! Halvet zamanı değil topluluğa gel! Ey Peygamber, hidayet, Kaf Dağına benzer, sense Hümasın!

    Dolunay, gökyüzünde geceleri yürür... köpeklerin sesi yüzünden yürüyüşünü bırakmaz. Kınayanlar, senin dolunayına karşı köpeklere benzerler... sana karşı yürüyüp dururlar! Bu köpekler, “ Susun, dinleyin” emrine karşı sağırdırlar... ahmaklıklarından senin dolunayına karşı hav havlayıp durmaktalar!

    Ey şifa, hastayı terk etme... Ey şifa hastayı terk etme... sağıra kızıp körün sopasını bırakma! Sen demedin mi ki “Körü, yolda tutup yeden Tanrı’dan yüzlerce ecir alır, yüzlerce sevaba girer! Kim bir kötü kırk adım yederse günahları bağışlanır, doğru yolu bulur!”

    Doğru yolu gösterenin işi budur; sen de doğru yolu gösterensin... ahir zamanın yasına neşesin sen! Ey takva sahiplerinin imamı, bu hayallere kapılanları, yakın makamına kadar götür! Kim gönlünden sana karşı bir hile, bir düzen düşünürse onun boynunu ben vururum, sen tasalanma, neşelen, neşeli neşeli yürü!

    Onun körlüğüne körlükler katarım... o, şeker sanır ama ben ona zehir veririm! Akıllar benim nurumla parlar, aydınlanır... hileler, benim hilemden öğrenilir! Alemdeki erkek fillerin ayaklarına göre Türkmenin kara çadırı nedir ki?

    Ey benim en ulu Peygamberim, onun mumu, kasırgama karşı nedir? Derhal korkunç sur sesiyle kalk da binlerce ölü, topraktan çıksın! Sen vaktin israfilisin; doğruca kalk da kıyametten önce bir kıyamet kopar! Ey mihnetlere düşmüş de soru soran kişi, dikkat et, bak da gör. Bu kıyametten yüzlerce alem kopmada!

    Bu zikir ve kunut ehli olmasa ahmağın sorusuna verilecek cevap sükuttan ibarettir padişahım! Duamız kabul edilmeyince Tanrı göğünden isteğimize sükutla cevap verilir canım! Harman devşirme zamanı geldi ama yazıklar olsun... gün bahtımız yüzünden geçti gitti! Gün dar... halbuki bu söz, o kadar geniş ki bütün bir ömür bile ona az gelir!

    Bu daracık çukurlarda mızrak oyununa girişmek, bu oyunu oynayanları utandırır! Vakit dar... fakat oğul, halkın hatırı ve anlayışı da vakitten yüz kere daha dar! Ahmağın cevabı, mademki sukuttur... ne diye sözü uzatıp durursun? Tanrı rahmetinin yüceliği ve kerem denizinin dalgalanması yüzünden her çorak yere yağmur yağdırıp ıslatmada!


    Mesnevi'den Hikayeler



  5. #15
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Mesneviden Hikayeler 3. Cilt




    AHMAĞA VERİLECEK CEVAP SUSMAKTIR



    Bir padişahın aklı ölmüş, şehveti diri bir kölesi vardı. Padişahın ince hizmetlerini bırakır, kötü düşüncelere dalar, fakat yaptığını iyi sanırdı! Padişah nafakasını azaltın... söylenir dırlanırsa adını kullar arasından silin dedi. Kölenin aklı azdı, hırsı çok... nafakasını az görünce kızdı, serkeşleşti.
    Aklı olsaydı kendi kendinin etrafında döner dolaşır, düşünür taşınır da suçunu görür, kendisini affettirirdi. Eşekliği yüzünden bir ayağı bağlanmış eşek serkeşliğe kalkıştı mı iki ayağı da boynuna bağlanır! Eşek, bana bir bağ kafidir derse aldırış etme! Çünkü bu iki bağ, o bayağı hayvanın hareketi yüzünden bağlanmıştır!

    Hadiste gelmiştir: Ulu Tanrı, halkı üç çeşit yarattı. Bir bölüğü, tamamı ile akıldan, bilgiden ve cömertlikten ibaret... bunlar meleklerdir, secdeden başka bir iş bilmezler! Yaradılışlarında hırs ve heva yoktur... mutlak nurdur onlar, Tanrı aşkıyla dirilmişlerdir. Bir bölüğü ise bilgisizliktir... hayvan gibi ot otlamakla semirirler.

    Onlar, ahırdan, ottan başka bir şey görmezler... kötülükten de gafildirler, yücelikten, iyilikten de! Üçüncü bölükse Ademoğullarıdır, insanlardır. Bunları yarı yaradılışları bakımından melektirler, yarı yaradılışları bakımından eşek! Eşek olan yarıları, aşağılığa meyleder, öbür yarıları da akla meyleder!

    İlk iki bölük savaştan, çekişten anlamaz, istirahat ve huzur içindedir. Fakat bu bölük, yani insan ikisine de aykırıdır ve azap içindedir. Bu insanda sınanma yönünden bölüklere ayrılmıştır... hepsi insan şeklindedir ama üç kısımdır: Bir kısmı, mutlak varlık olan Tanrı’ya dalmış, kendini kaybetmiş olanlardır... bunlar İsa gibi meleklere katılmışlardır.

    Surette insandır bunlar, fakat hakikatte cebrail... kızgınlıktan heva ve hevesten, dedikodudan kurtulmuşlardır. Riyazattan da kurtulmuşlardır, zahitlikten ve savaştan da... sanki onlar, insanoğlundan doğmamışlardır! İkinci kısmı eşeklere katılmış olanlardır. Bunlar kızgınlığın ta kendisi olmuşlar, tepeden tırnağa kadar şehvet kesilmişlerdir.

    Bunlardaki cebrail’lik meleklik sıfatı gitmiştir... çünkü o ev dardı, o sıfat da büyük, sığamadı, geçip gitti! Canı olmayan adam ölür... canında bu sıfat bulunmayan kişi de eşek olur. Çünkü bu sıfatta olmayan can bayağıdır, aşağıdır... bu sözü sofi söylemiştir, doğrudur! O hayvanlardan da fazla can çekişir... alemde ince işlere girişir!

    Onun örüp dokuduğu hile ve şeytanlık, başka bir hayvandan zuhur edemez! Altın sırmalı elbiseler dokur, denizin dibinden inciler çıkarır... Hendese bilgilerinin en ince noktalarını bilir, yahut nücum, tıp ve felsefe bilgilerini elde eder! Çünkü onun, ancak bu dünya ile alakası vardır... yedinci kat göğe çıkmaya yolu yoktur.

    Bütün bu bilgiler, ahır yapısına yarar... ahır da öküzle devenin varlığına destektir! Hayvanların birkaç gün yaşamalarına yarayan bu bilgilerin adını, şu ahmaklar remizler, ince şeyler kodular. Tanrı yolunun, Tanrı durağının bilgisini ancak gönül sahibi, yahut da gönül sahibinin gönlü bilir! İşte Tanrı bu terkiple latif bir hayvan olan insanı yarattı, onu bilgilere eş etti.

    O bölüğe “hayvanlar gibi” dedi... çünkü uyanıklığın uykuyla ne münasebeti var? Hayvani ruhta ancak uyku bulunur... bu çeşit insanlarda aksine duygular vardır. Fakat uyanıklık gelmedi de hayvani uyku kalmadı mı duygusunun aksi ve aykırı olduğunu levhten okur anlar! Uykuya dalan kişinin uyandığı zaman, rüyada gördüklerinin aksini görmesi gibi! Hülasa o aşağılık kişi, aşağılık alemdendir ... onu bırak, “ Ben batanları sevmem, de!”

    çünkü hayvani ruha sahip olan kişinin, huylarını değiştirmeye, nefsiyle savaşa girişmeye, aşağılıktan kurtulmaya istidadı vardı ama o istidadı fevt etti! Halbuki hayvanda istidat yoktur... hayvanlıktaki özrü apaçıktır! İnsandan yol gösteren bu istidat gitti mi ne yerse yesin eşek beynidir!

    Aklı arttıran bir ilaç olan beladür yese afyon kesilir... kalp illeti ve akılsızlığı artar! Gece gündüz savaşta, çekiştedir bunlar... sonu yani insanlığı, önüyle yani hayvanlığıyla savaşır durur.

    Bu, Mecnun’la devesine benzer... o, ileriye gitmeye savaşır, bu geriye gitmeye! Mecnun’un sevdası, önde bulunan Leyla’ya kavuşmak, devenin sevdası ardına dönüp yavrusuna ulaşmak! Mecnun, bir an bile kendisinden geçti mi deve, hemencecik geri döner, geriye giderdi.

    Mecnun, tamamı ile aşkla, sevda ile dolu olduğundan kendisinden geçmemesine imkan yoktu. Kendisini gözetleyen akıldı... fakat aklını, Leyla’nın sevdası kapmıştı! Deveye gelince o, çevikti, fırsat gözleyip durmaktaydı... yularını gevşek hissetti mi, anlardı ki Mecnun daldı gitti... hemen geriye yüz tutar, yavrusunun bulunduğu tarafa doğru gitmeye başlardı.

    Mecnun kendisine gelir, evvelce bulundukları yerden fersahlarca geriye gittiğini anlardı. Üç gün böyle yol aldılar... Mecnun, adeta yıllarca tereddüt içinde kaldı. Nihayet dedi ki: A deve, ikimizde aşığız ama birbirimize aykırıyız... arkadaşlığa layık değiliz! Senin sevgin de bana uygun değil, yuların da senden ayrılmak gerek!

    Bu iki arkadaş da, birbirinin yolunu vurmada...tenden aşağı inip ayrılmayan can, yol azıtır gider! Senin canın da arşın ayrılığı ile yoksulluğa düşmüş... teninse diken aşkıyla deveye dönmüş! Can, yücelere kanatlar açmada...ten, tırnaklarıyla yere sarılmada! Ey vatan aşkıyla ölmüş deve, sen benimle oldukça canım, Leyla’dan uzak kaldı gitti!

    Adeta Musa kavminin yıllarca çölde kalışı gibi bende seninle bu hallere düştüm... ömrüm geldi geçti! Bu yol, vuslata erişmek için iki adımdan ibaret... halbuki ben, senin hilenle tam altmış yıldır, bu iki adımlık yolda kalakaldım!

    Yol yakın... fakat ben pek geç kaldım. Bu binicilikten adamakıllı usandım artık! Bu sözleri söyleyip kendisini deveden fırlattı attı, niceye bir dertten yanıp yakılacağım, yandım artık, dedi! Ona o geniş ova daracık bir hale geldi... kendisini bir taşlığa atıverdi! Hem de öyle bir attı ki o yiğidin bedeni ezildi...

    Kendisini yere öyle bir fırlattı ki kazara ayağı da kırıldı! Ayağını bağladı, top olurum de dedi, onun çevganının önüne düşer, yuvarlanarak giderim! İşte güzel sözlü hakim, tenden inmeyen atlıya bu yüzden lanet etmiştir.

    Tanrı aşkı, hiç Leyla’nın aşkından az değersiz olur mu? Ona top olmak elbette daha doğru, daha yerinde! Top ol da doğruluk yanına yat, aşk çevganiyle yuvarlanarak git! Çünkü bu yolculuk, binekten indikten sonra Tanrı çekişiyle olur... halbuki önceki gidişimiz, deveyle idi!

    Bu çeşit gidiş, gidişlerden apayrıdır... bu gidiş cinlerin gidişiyle de olmaz, insanların çalışmasıyla da! Bu çekilip gitme, alelade çekilip gitme değildir... bunu, Ahmed’in lutfu meydana getirdi vesselam!


    Mesnevi'den Hikayeler



  6. #16
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Mesneviden Hikayeler 3. Cilt




    KÖLENİN ŞİKAYETİ



    Sözü kısa kes de padişaha mektup yazıp gönderen köleyi anlat! O köle, nazenin padişaha savaşla, varlıkla, kinle dolu bir mektup yazıp gönderir. Kalıbın, cesedin mektuptur, ona dikkat et, padişaha layık mı, değil mi? Bir anla da sonra gönder!
    Bir bucağa git, mektubu aç, oku... bak bakalım, içindeki sözler,padişahlara layık olan sözler? Layık değilse o mektubu yırt, çaresine bak, başka bir mektup yaz! Fakat ten mektubunu açmayı kolay sanma. Yoksa herkes gönül sırrını apaçık görürdü! Bu mektubu açmak ne güçtür, ne sarptır! Erlerin işidir bu, çocuk işi değil! Hepimiz, fihriste kani olmuş kalmışız... çünkü heva ve hevese, hırsa bulaşmışız!

    Halbuki o fihrist, ona baksınlar da metni de öyle sansınlar diye halka bir tuzaktır. Mektubu aç, bu sözden baş çevirme! Tanrı, doğruyu daha iyi bilir! Mektubun fihristi, dille ikrar etmeye benzer... halbuki sen gönül mektubunun metnini sına! Bak bakalım, ikrarınla muvafık mı? Buna bak da işin, münafıkların işine dönmesin!

    Ağır bir çuval yüklenip götürmeye koyulsan onun dışına bakmakla yükü hafiflemez ki! Asıl içine bak...çuvalda acı, tatlı ne var, bir gör de taşımaya değerse taşı! Yoksa çuvalındaki taşları boşalt... kendini bu saçma işten, bu ar olan yükten kurtar gitsin! Çuvala aklı erer padişahlara, sultanlara götürülebilecek şeyleri doldur!

    Bir fakih, bez parçaları toplamış, sarığın içine ezip büzerek yerleştirmişti. Bu suretle kavuğunun büyük ve iri görünmesini, halkın kendisine ehemmiyet vermesini ve mescide gelince baş köşeye geçirilmesini istiyordu. Elbiselerden parçalar almış, onlarla sarığını büyütmüştü. Sarığının dışı, cennet elbiselerine benzemekteydi... fakat içi, münafık gönlü gibi rezil, çirkin bir şeydi.

    Parça parça bezler, yünler, deriler... hep o sarığın içine gömülmüştü. Bir sabah çağı, bu şatafatla bir şeyler elde etmek üzere medreseye giderken, hırsızın biri de dar bir yolda her türlü hilelere başvurup bir şeyler yapmak üzere bekliyordu.

    Fakih, o yola sapınca hemen başından kavuğunu kaptı, işini başarmak için koşup gitmeye başladı. Fakih arkasından bağırdı: oğul, sarığı çöz de öyle götür! Böyle dört kanatla uçar gibi gidiyorsun ama götürdüğün hediyeyi bir aç da gör! Onu, elceğinizle bir aç, ovala da sonra götür, sana helal ettim! Hırsız, kaçarken sarığı çözer çözmez içinden yola yüz binlerce bez parçası dökülüverdi!...

    O bir şeye yaramaz, o olmayasıca sarığından kala kala hırsızın elinde ancak bir arşın doğru düzen bezceğiz kaldı! Hırsız, elindekini yere vurup “A aşağılık adam, bu hileyle beni işimden gücümden ettin” dedi.

    Fakih dedi ki: “ Hileyle seni yolundan alıkoydum ama nasihat yollu işi de anlattım! Dünya da böyledir işte... bir hoşça açılır saçılır ama vefasızlığını da bağıra bağıra söyler! Bu oluş ve bozuluş aleminde o hile, oluştur, nasihat da bozulmuş üstadım!

    Oluş der ki: İzim kutludur... ardımdan gel! Bozuluş da git der, ben hiçbir şey değilim! Ey baharların güzelliğine şaşırarak dudağını dişleyip duran, güzün sapsarı benzine ve mevsimin soğukluğuna bak! Gündüzün güneşin yüzünü güzel görmektesin ama onun bir de batma zamanında ölümünü düşün!

    Dolunayı şu güzelim çardakta bir hoşça seyredersin ama ay sonunda bir de hasretine bak onun! Bir oğlan, güzellikle halkın efendisi olur... olur ama yarın da bunar, halka rezil rüsvay olur! Gümüş bedenli güzellerin vücudu, seni avladıysa ihtiyarlıktan sonra bir de pamuk tarlasına dönen bedene bak!

    Ey yağlı, ballı yemekleri gören, yiyen, onların fazlasını git de helada seyret! Pisliğe nerede senin o güzelliğin... nerede senin tabaklarda o hoş görünüşün, yerken senden duyulan o zevk, o lezzet, de! O sana der ki: o taneydi... ben de onun tuzağıydım... sen avlanınca o tane gizlendi!

    Nice parmaklar vardır ki üstatlar bile onları kıskanır ama sonunda iş işlerken tir tir titrer! Can gibi güzel baygın gözler, nihayet görmez olur, onlardan su damlamaya başlar! Aslanların safında giden aslan gibi yiğit er, sonunda bir fareye mağlup olur! Sanat sahibi ve çevik istidatlı kişiye sonunda bak! İhtiyar eşeğe döner, bunar gider!

    Akıllılar alan siyah ve miskler saçan kıvırcık saçlar, nihayet boz eşeğin çirkin kuyruğuna döner! Önce açıla saçıla oluşuna güzelce bir gör, sonunda da bozuluşunu, rüsvay oluşunu seyret! Önce sana tuzağını apaçık gösteren şey, sonunda ona kapılan hamların bıyığını, sakalını yoldu!

    Artık dünya, beni hileleriyle aldattı...yoksa aklım, onun tuzağından kaçardı elbet deme! Altın gerdanlığı, hamaili bir gör de bak...hakikatte nasıl bir tomruktur, bir zincirdir o! Böylece bütün alem cüzlerini say dök... hepsini önünden ve sonundan bir gör! Kim daha ziyade sonu görürse o, daha kutludur... fakat kim ahırı görürse o daha fazla kovulmuş, sürülmüştür!

    Her şeyin yüzünü güzel ve parlak ay gibi gör...fakat evvelini gördükten sonra sonunu da seyret! Seyret de kör iblise dönme... o, noksan olduğundan noksan görür, bir yanı görür de bir yanı görmez! Adem’in toprağını gördü de dinini görmedi... bu alemi gören maneviyatını görmedi.

    Ey, yiğit er, erkeklerin kadınlara üstünlüğü kuvvet, kazanç ve mal mülk bakımından değildir. Öyle olsaydı aslan ve fil, daha kuvvetli olduğu için insandan yüce, daha üstün olurdu a kör! Ey yalnız bu anı gören, erkeklerin kadınlardan üstün olması erkeğin kadına nazaran daha ziyade sonu görür olmasındandır!

    Erkek, işin sonunu göremezse işin sonunu görenlere nazaran kadın gibi noksan sayılır! Alemden iki zıt ses gelmektedir... bakalım sen hangisine istidatlısın? Bir tanesi, iyi kişilere hayattır... öbürü kötü kişilere hile! Bir ses, ey güzel ve bana düşkün olan kişi, ben diken çiçeğiyim... çiçek dökülür, ben kalırım; diken dalından ibaretim ben der.

    Çiçeği, ey gül satan, gel bu yana der... dikenin sesiyse bizim yanımıza gelmeye kalkışma der! Bu seslerden birini kabul ettin mi öbürünü duymazsın bile... çünkü seven kişi, sevgiliye aykırı olan kişilerin sözlerine sağır olur! O seslerin biri işte ben buracıktayım, hazırım der. Öbür ses de, sen benim sonuma bak der.

    Cihanın bozuluşu, “benim şimdiki halim biledir, pusudur... sonumu, bir aynaya benzeyen önüme bak da gör!” der. Bu iki çuvaldan birine girdin mi öbürüne zıt olur, artık ona layık olmazsın! Ne mutlu ona ki erlerin akıllarının duyduğu bu sesi, önceden işitti! Gönül evini hangi ses boş bulursa o gelir, tutar... artık sahibine ondan başkası ya eğri görünür, yahut acayip! Yeni testi sidiği emerse artık su, ondan o pisliği gideremez!

    Alemde her şey, bir şeyi çekmektedir... küfür, kafiri, doğruluk, doğru yola götüreni! Kehlibar da vardır, mıknatıs da... sen demir de olsan, saman çöpü de olsan elbette bir tuzağa düşersin! Demirsen seni bir mıknatıs kapar... yok saman çöpüysen kehlibara tutulur, ona gidersin!

    İyi kişilerle dost olmayan, elbette kötülerin yanında yer alır, onlara komşu olur! Musa, Kıpti’ye göre pek kötüdür ama Haman da İsrailoğullarına göre taşlanmış melunun biridir. Haman’ın canı Kıpti’ye çeker, Adem’in midesi buğdayla suyu! Karanlık yüzünden birisini tanıyamadın mı, kendisine kimi imam edinmiş, kime uymuş... bak, ne olduğunu anlarsın!


    Mesnevi'den Hikayeler



  7. #17
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Mesneviden Hikayeler 3. Cilt




    ARİFİN GIDASI



    Her yavru, anasının ardından gider... bununla da cinsiyet anlaşılır. Adem oğluna süt, göğüsten gelir, eşeğin sütü de bedeninin yarısından, aşağılık tarafından akar. Adalet taksimcidir, bölüşülecek şeyleri o bölüştürür... fakat şaşılacak şey şu ki bunda ne cebir vardır ne de zulüm! Cebir olsaydı pişmanlık olur muydu? Zulüm olsaydı Tanrı’nın koruması olur muydu?
    Gün geçti, ders yarına kaldı... sırrımız hiç güne sığar mı ki? Ey kötü kişinin yaltaklanmasına inanan, sözleri doğru sayan, sen su habbelerinden bir kubbe yapmışsın ama o öyle bir çadır ki ipleri pek kuvvetsiz, hile yıldırıma benzer... onun ışığıyla yolcuların, yolu görmelerine imkan yok! Bu alemde de bir şey yok, bu alemdekilerde de! Her ikisi de vefasızlıkta aynı gönüle sahip!

    Dünyanın oğlu dünya gibi vefasız... sana yüz tutar ama o, yüz değildir, arkadır! Fakat o cihanın ehli, o cihan gibi ebedi olarak ihsan ve keremdeki ahitlerinde, peymanlarında dururlar! Hiç iki peygamberin birbirine zıt olduğunu, birbirlerinin mucizesini kapıp aldığını gördün mü? O alemin meyvesi solar, bozulur mu? Akla mensup neşe kederlenmez ki!

    Nefis, ahdinde durmaz; o yüzden gebertilecek bir şeydir ya! Kendisi de alçaktır, kıblegahı da alçaktır. Nefislere de bu alçaklar topluluğu layıktır... ölüye mezarın, kefenin layık olduğu gibi! Zekidir, ince şeyleri bilir... bilir ama değil mi ki kıblesi dünyadır, onu ölü bil sen!

    Tanrı’nın vahiy suyu bu ölüye ispat etti de ölü topraktan bir diri zuhur etti. Fakat sen vahiy gelmedikçe sakın o yüzüne sürdüğün ömrü uzun olasıca kırmızılığa güvenip aldanma, gururlanma ha! Nazardan düşücü olmayan bir ses, bir şöhret... batmayan bir güneşe mensup parlaklık ara! O ince hünerler, o dedikodular, Firavun’un kavmine benzer, ecel Nil nehrine!

    Onları parlaklığı kemerleri, sayvanları ve büyüleri, halkı boyunlarından zorla çeker ama, Hepsini de büyücülerin büyüsü bil... Ölümse ejderha haline gelen o sopadır. Bütün büyüleri bir lokma yaptı da yuttu... geceyle dolu olan bir alemi sabahın yalayıp yutması gibi hani!

    Fakat o yutmakla sabahın nuru artmadı ki... evvelce nasılsa yine de öyle! Çokluk, fazlalık eserdedir, zatta değil... zata ne artma vardır, ne eksilme! Tanrı alemi yaratmakla çoğalmadı, artmadı... zaten önce olmayan şimdi olmuş değildir ki! Fakat halkın yaratılmasıyla eser çoğaldı, arttı. Yalnız bu iki artmanın arasında hayli fark var! Eserin artması onun zuhurudur... bu suretle sanatları ve işi zahir olur, görünür. Zatın artmasına gelince bu, o zatın sebeplere bağlı ve sonradan meydana gelmiş olduğuna delildir.

    Musa, büyü de insanı şaşırtır... ben ne yapayım ne işleyeyim? Halk, mucizeyle büyüyü ayırt edemez ki dedi. Tanrı dedi ki: O fark edişi ben onlarda izhar eder, doğruyu eğriyi ayırt edemeyen aklı görür, bilir bir hale getiririm. Onlar deniz gibi köpürdüler ama korkma ya Musa, sen üstün olacaksın!

    Sihir, zamanında övünülecek bir şeydi... fakat asa ejderha olunca bütün sihirler utanılır bir şey oluverdi! Herkes güzellik şirinlik davasındadır ama şirinliklere mihenk taşı ölümdür! Büyü de geçti gitti, Musa’nın mucizesi de... her ikisinin de varlık damından leğenleri düştü! Büyü leğeninin sesinden yalnız lanet kaldı; din leğeninin sesinden de yalnız yücelik!

    Mihenk taşı, erkekte de yok, kadında da... o gizli kalmış; artık ey kalp, gel, safa karış da laf et, tam sırası! Lafın tam zamanı şimdi... çünkü mihenk yok ortada, artık seni yüce tutarlar, elden ele gezersin ey kalp! Kalp her an gururlanır da der ki ben daima senin gibiyim a altın... ne vakit senden aşağıyım ki?

    Altında evet ey kapı yoldaşı, der...fakat mihenk geliyor hazırlan hele! Bedenin ölümü, sır ehli için bir hediyedir...halis altına makastan ne noksan gelir ki? Kalp, eğer sonuna baksaydı sonradan kararacağına önceden kararırdı: önceden kararınca da nifaktan, kötülükten uzak kalırdı.

    Fazilet ve ihsan kimyasını isteseydi aklı, hilesinden üstün olurdu. Gönlü kırık bir hale gelince de kendisini anlar, kırıkları düzelten Tanrı’yı önünde görürdü. Davacı, sonunu görünce kırık, sınık bir hale gelir de derhal bağlanır, sarılır, kırıklığı geçiverir!

    Tanrı ihsanı, bakırları iksire doğru sürer götürür... fakat o altın yaldızlı, bu ihsandan mahrum kalır. Ey altın yaldızlı, davaya kalkışma da sana müşteri olan hep böyle kör kalmaz, sen onu gör! Mahşer nuru, onların gözlerini açar... onların gözlerini sen bağlıyordun ya... bu yüzden rüsvay olursun sen!

    İşin sonunu gören, canların ve gözlerin hasedini çeken kişileri gör! Bir de bu günkü gören kişileri seyret! Bunlar, içleri bozuk kişilerdir... asıldan baş çekmişler, ayrılmışlardır! Bugünü görenlere, bu yüzden bilgisizlikte ve şüphede kalanlara göre suphu sadıkla suphu kazibin ikisi de birdir.

    Suphu kazip, yüz binlerce kervanı helak yeliyle süpürmüş, gitmiştir civanım! Cihanda hiçbir nakit yoktur ki o, isteklileri yanıltmasın... vay o kişinin canına ki mihengi makası yoktur!

    Ebu Süleyman dedi ki: ben de Ahmet’im... Ahmet’in dinini hileyle vurup kıracağım! Ebu Süleyman’a de ki: Pek kibirlenme, işin önüne bakıp böbürlenme, sonuna bak! Başına adam toplama hırsıyla kılavuzluğa kalkışma... kılavuza uy, ardından git de önünde mum gidedursun, sen de yolunu gör!

    Mum, ay gibi maksadını gösterir... bu tarafta tane var, yahut burası tuzak der! Elinde bir ışık oldu mu istesen de istemesen de doğan iziyle karga izini görür, ayırt edersin! Fakat mumun yoksa buna imkan yoktur. Çünkü bu kargalar hilekardır... akdoğanların seslerini öğrenmişlerdir.

    Yiğit, hüthüdün sesini öğrense de nerede hüthüdün sesi, Seba’nın haberi? Arızi sesi, asıl sesten bil...padişahların taçları, hüthütlerin taçlarından alınmadır! Dervişlerin sözleriyle ariflerin nüktelerini şu hayasızlar, dillerine dolamışlardır. Eski ümmetlerin helak olması, hep katı taşı öd ağacı sanmalarındandır!

    Onu anlayacak, meydana çıkaracak temyiz kabiliyetleri vardı ama hırs ve tamah, insanı kör ve sağır eder! Körlerin körlüğü rahmetten uzak değildir, onlara acınır. Fakat hırs körlüğüne özür yoktur! Padişahın çarmıha gerdiği adama acınır, fakat haset çarmıhına gerilen bağışlanmaz!

    A balık, sonuna bak işin, oltaya değil! Fakat pis boğazlığın, senin işin sonunu gören gözünü kapattı! İki gözle evveli sonu gör... kendine gel, iblis gibi tek gözlü olma! Tek gözlü ona derler ki yalnız içinde bulunduğu hali görür... hayvanlar gibi başka şeyden haberi yoktur.

    Öküzün iki gözünü çıkarmanın cezası bir gözü çıkarma cezasıdır... çünkü onda şeref yoktur ki! Öküzün iki gözü, değerinin yarısıdır... çünkü onun iki gözle yapacağı şeyi, sen ona yaptırabilirsin! Fakat bir insanın tek gözünü çıkarsan değerinin yarısını vermek gerek! Zira insan gözü, başlı başına başka birinin yardımı olmaksızın bir iş görebilir!

    Eşeğin gözü, işin sonunu görmediğinden eşek, çift gözlü olsa da tek gözlü hükmündedir. Bu sözün sonu yoktur... o hafif akıllı, ekmek tamahı ile padişaha mektup yazmaya koyuldu.

    Mektubu yazmadan mutfak eminine gitti... ey cömert padişahın mutfağındaki hasis adam, dedi... nafakamdan bu kadar şey kesmek padişahtan, padişahın himmetinden uzaktır! Mutfak emini dedi ki: öyle iktiza etmiştir de ondan kesmiştir... ne hasisliktendir bu, ne de darlığından!

    Köle, hayır dedi... vallahi bu söz, bu emir, padişahın değildir... padişahın yanında eski altın bile topraktır adeta! Mutfak emini, ona on türlü delil getirdi... fakat o hırsından hepsini reddetti. Kuşluk vakti nafakası az gelince bir hayli söylendi, kötü sözler söyledi, fakat hiçbir faydası olmadı.

    Dedi ki: siz bunu kasten yapıyorsunuz. Mutfak emini “ hayır biz emir kuluyuz!” bunu feri’den sanma, asıldandır bu... yaya pek kabahat bulma, oku atan koldur. “Attığın vakit sen atmadın” ayeti bir iptiladır... fakat Peygambere de pek günah bulma; bu iş Tanrı’dandır!

    “A gözü kamaşmış adam, su baştan bulanıktır... gözünü bir iyice aç da işin önüne bak!” dedi. Köle kızgınlıkla, dertle bir bucağa çekildi, padişaha kızgınlığını bildirir bir mektup yazdı. Mektupta padişahı övdü... onun cömertlik incilerini deldi!

    “Ey avucu, hacetler isteyeni hacetini vermede denizden de cömert olan, buluttan da cömert olan! çünkü bulut verir ama ağlaya ağlaya verir... halbuki senin elin, gülerek biteviye sofralar yayar” dedi. Mektubun zahiri medihti ama o medihlerden kızgınlığının kokusu duyuluyordu.

    Senin işin de tıpkı onun işi gibi nursuz ve çirkin... çünkü sen, yaradılış nurundan uzaksın, uzak! Bayağı kişilerin işi kesatlıdır... taze meyve gibi o, çabucak bozulur, çürür! Dünyanın parlaklığı ve revacı da ondan kesat bulur... çünkü o, oluş ve bozulmuş alemindendir. Methedende kin oldu mu onun karihasından doğan medihler, insana hoş gelmez! Gönül, kinden, pislikten arın da sonra çevikçe hamd suresini oku! Ağzınla hamd ediyorsun ama için bunu reddetmede... dilindeki hamd, ya şeytanlıktır, ya efsun!
    İşte onun için Tanrı “Ben dışa bakmam, içe bakarım” dedi.

    Bu ovanın ne başı var zaten, ne sonu... o köle de mektubuna cevap gelmediğinden sıkılıp duruyor! Ne şaşılacak şey, padişah neden bana cevap yazmadı... yoksa kızgınlığından mektubu götüren bir hıyanetlikte mi bulundu? Mektubu mu gizledi, yoksa padişaha vermedi mi? Acaba bir münafık mıydı, saman altından su mu yürüttü?

    Tecrübe için başka bir mektup yazar, hünerli, terbiyeli bir başka elçi arar bulurum demekte, Cahilliğinden o bihaber, padişahı, mutfak eminini, mektup götüreni ayıplamaktaydı. Hiç ben din yolunda eğri gittim, gavurluk ettim diye kendisine gelmiyor, kusuru kendinde bulmuyordu

    O kötü zanda bulunan köle kınamalarla, feryadu figanlarla dolu bir mektup daha yazdı. “ Bundan önce padişaha bir mektup daha yazdım... fakat bilmem eline değdi mi?” dedi. Güzel yüzlü padişah o mektubu da okudu; ona da cevap vermedi, seslenmedi.

    Padişah ona aldırmamaktaydı... o da tam beş kere padişaha mektup yazdı. Nihayet perdeci başı “ o da sizin kulunuz... bir cevap verseniz değer. Cevap verirseniz, bir kula, bir köleye lutuf ile bakarsanız padişahlığınızdan ne eksilir ki?” dedi.

    Padişah dedi ki: bu kolay... fakat köle sersem... ahmak adam çirkindir, Tanrı merdududur. Suçunu, kabahatini affederim ama illeti bana da sirayet eder sonra! Bir uyuz, yüz kişiyi uyuz eder... hele bu hareketi beğenilmez habis uyuz , büsbütün beterdi!

    Kafir bile akılsızlık uyuzuna tutulmasın... yoksa şumluğu, bulutta bile yağmur bırakmaz! Şumluğu yüzünden buluttan bir katra yağmur yağmaz... şehir, onun baykuşluğu yüzünden viraneye döner! O ahmakların uyuzluğu yüzünden Nuh tufanı, koca bir alemi kötülüklerle yıktı gitti!

    Peygamber “ Kim ahmaksa düşmanımızdır... yol kesen gulyabanidir... akıllıysa canımızdır; ondan gelen serin esinti ondan gelen rüzgar bize fesleğendir. Akıl, bana sövse razıyım... çünkü benim feyiz vericiliğimden bir feyze sahiptir. Onun sövmesi faydasız değildir... boş elle kalkıp konukluğa gelmez.

    Ahmak, ağzımı helva tıksa onun helvasından hastalanır, ateşlenirim! dedi. Latifsen. Gönlün aydınsa şunu iyice bil: eşek götünü öpmede bir lezzet yoktur! Faydasız yere bıyığını pis pis kokutur... yemek yemeksizin elbise, onun tenceresiyle kararır! Yemek dediğim akıldır, ekmek ve kebap değil... oğul, cana gıda akıl nurudur.

    İnsana nurdan başka bir yiyecek yoktur... o candan başka bir şeyle beslenip yetişmez insan. Bu yiyecekleri yavaş yavaş azalt... çünkü bunlar, eşek gıdasıdır, hür adamın gıdası değil! Bunları azalt da asıl gıdayı almaya kabiliyetin olsun, nur lokmalarını yiyesin!

    Bu ekmeğin ekmek oluşu, o nurun aksiyledir... bu canın can oluşu, o canın feyziyledir. Bir kerecik nur yemeğini yedin mi ekmeğin başına da toprak saçarsın, tandırın başına da! Akıl, iki akıldır: Birincisi kazanılan akıldır... sen onu mektepte çocuk nasıl öğrenirse öyle öğrenirsin.

    Kitaptan, üstattan, düşünceden, anıştan, manalardan, güzel ve dokunulmadık bilgilerden. Aklın artar, başkalarından daha fazla akıllı olursun... fakat bu ezberlemekle de ağırlaşır, sıkılırsın! Geze dolaşa adeta bir ezberleme levhası kesilirsin... halbuki bunlardan geçen Levhimahfuz olur!

    Öbür akıl, Tanrı vergisidir... onun kaynağı candadır. Gönülden bilgi ırmağı coştu mu ne kokar, ne eskir, ne de sararır! Kaynağın yolu bağlı ise ne gam! Çünkü o anbean ev içinden çoşup durmaktadır!tahsil ile elde edilen akıl, ırmaklara benzer... o, şuradan buradan çıkar, evlere gider. Yolu kapandı mı çaresiz kalır, akmaz! Sen, çeşmeyi gönlünde ara.


    Mesnevi'den Hikayeler



  8. #18
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Mesneviden Hikayeler 3. Cilt




    DERT VE ELEM KOKUSU



    Birisi, Irak’tan bir hırkayla çıkageldi. Dostları, ayrılığını sordular; Dedi ki: doğru, ayrılık vardı ama yolculuk bana pek kutluydu, adeta beni muştulamaktaydı. Halife, bana tam on kat elbise verdi... yüzlerce methüsena, ona yakın olsun! Onu bir hayli övdü, şükürlerde, hamitlerde bulundu... nihayet şükür, haddini aştı.
    Dediler ki: senin perişan halin, yalanına şahadet etmekte. Bedenin çıplak, başın kabak, için yanmış... bu şükürleri, bir yerden mi çaldın, yoksa birisinden mi öğrendin? Nerede methettiğin emirin şükür ve hamd nişaneleri? Onların, şu şerefsiz başında, ayağında görünmesi gerekti.

    Dilin, o padişahı methetmede ama yedi azan da şikayet edip duruyor. O cömertlik padişahını, o kerem sultanını övüyorsun ama bu övüşe karşılık ayağında bir ayakkabı, bacağında bir şalvar olmalıydı bari! Ben, dedi... bütün verdiklerini dağıttım;emir ihsanda kusur etmedi hiç!

    Bütün ihsanlarını aldım, fakat hepsini yetimlere, yoksullara bağışladım. Mal verdim, karşılığında uzun bir ömür aldım... çünkü içim pek temizdir benim!

    Bunun üzerine dediler ki: o kutlu mal gittiyse içindeki bu duman, bu hararet nedir ya? İçinde diken gibi yüzlerce pislik var...hiç keder, muştulanma nişanesi olur mu? Söylediğin o geçmiş şeyler doğruysa nerede aşk, bağışlama ve razı olma nişanesi? Hadi tutalım mal kayboldu gitti, meyil nerede? Sel geçip gittiyse geçtiği yer hani?

    Gözün evvelce cana canlar katan siyah bir göz idiyse hadi diyelim o güzellik geçti... fakat neden şimdi gözün gök? A ekşi suratlı, temizlik nişanesi nerede? Senden eğri lafların kokusu gelmekte, sus! Mal bağışlamanın gönülde yüz türlü nişanesi olur... iyi işin yüzlerce alameti görünür!

    Malını dağıtıp bağışlayan kişinin gönlüne o mal yerine yüzlerce dirilik gelir!tanrı tarlasına temiz tohumlar ekilsin de sonra temiz mahsul vermesin... imkanı yok! Tanrı bahçeleri de mahsul vermezse artık Tanrı yeri geniştir denebilir mi? Söyle!

    Bu yokluk yeri bile mahsul vermemezlikte bulunmaz... artık bundan çok geniş olan Tanrı yeri nasıl olur da mahsul vermez? Bu yerin bile sayısız mahsul verme kabiliyeti vardır, en aşağı bir tohuma yedi yüz verir! Hamd ediyorsun, hani hamd edenlerin nişanesi? Bu nişaneler ne içinde var, ne dışında!

    Arifin Tanrı’ya hamd etmesi doğrudur... çünkü o hamdın şahidi eldir, ayaktır! Hamd ediş, arifi karanlık cisim kuyusundan çekip çıkarır... dünya zindanından kurtarır! Sırtındaki takva atlasıyla ülfet nuru, hamd etmesinin nişanesidir. Bu eğreti alemden kurtulmuş, gül bahçelerinde, akarsu kenarlarında yurt tutmuştur.

    Oturduğu yer, yurt, vasıl olduğu makam ve rütbe, yüce himmetinin sır sedirinin üstüdür! Orası öyle bir doğruluk makamıdır ki doğruların hepsi de orada latif, neşeli ve sevinçli yüzlerinden belli olarak yurt tutmuşlardır! Onların hamd etmeleri, gül bahçesinin bahara hamd etmesi gibidir... yüzlerce nişanesi, yüzlerce alameti ve eseri vardır!

    Baharın geldiğine kaynak, fidan, çimen... o gül bahçesi, o elvan çiçekler şahittir. Güzelin her tarafta binlerce şahidi vardır... sedefteki incinin oluşuna şahadet edenler gibi. Halbuki senin nefesinden kötü sırrın kokusu gelmede... ey lafazan, derdin başından, yüzünden parlayıp görünmede!

    Alem meydanında kokudan anlayan maharet sahipleri var... öyle ataklık edip pek hayhuy etmeye kalkışma! Misten bahsetme... ağzından soğan kokusu gelmede, sırrını açığa vurmada! Sen daima gülbeşeker yedim diyorsun ama nefesinden gelip duran sarımsak kokusu, yavelenme be demekte!

    Gönül, büyük ve geniş bir eve benzer... gönül evinin gizli komşuları vardır. Pencereden, duvardaki delikten görüp gözetir, sırları anlarlar! Ev sahibinin sezinlemediği, hiç bilmediği bir yarıktan, bir delikten onlar, her şeyi görürler.

    Kuran’ı okusan a... Şeytan ve kavmi, gizlice insanların halinden koku alırlar. İnsanın bilmediği bir yoldan insanın sırrını anlarlar... bu yol, duyguyla duyulur, yahut buna benzer bir şeyle bilinir yol değildir. Görenlerin ortasında hileye kalkışma... mihenk ortadayken lafa girişme ey kalp!

    Mihengin, halisi de anlamaya kabiliyeti vardır, kalpı da... Tanrı, onu beden ve kalp emiri yapmıştır! Şeytanlar bile o kabalıklarıyla, o kötülükleriyle sırrımızı, fikrimizi, gittiğimiz yolu biliyorlar... onların bile içimize hırsızlama bir yolu var... biz, onların hırsızlıklarından baş aşağı gelmedeyiz...

    Her an, bize büyük ziyanlar veriyorlar... delikleri var, yarıkları var; bizi gözetliyorlar... E artık alemdeki aydın canlar, neden gizli hallerden bihaber olsunlar? Gökyüzüne çadır kurmuş canlar, insanın vücuduna girmede şeytanlardan aşağı olurlar? Şeytan, hırsızlama olarak göğe çıkmaya kalkışır da yakıcı şahapla kovulur, sürülür.

    Kötü kafir, savaşta mızrakla nasıl beyni üstüne düşerse o da gökten baş aşağı öyle düşer! Şeytanları, o gönüllerin beğendikleri ruhları kıskandıklarından gökten böyle baş aşağı atarlar...Artık çolak, topal, kör ve sağır değilsen ulu ve yüce ruhlara karşı bu zanda bulunma... utan, az söylen, can çekişme... cismi gözeten, sırlarını anlayan nice casus var!

    Bu beden doktorları pek bilgilidirler... senin hastalıklarını senden daha iyi bilirler! İdrara bakıp ahvalini anlar... fakat sen; hastalığını o tarzda bilemez, teşhis edemezsin. Sonra nabızdan benizden, kandan da her türlü hastalığın kokusunu alırlar. Alemdeki Tanrı doktorları, artık sen söylemeden nasıl olur da halini anlamazlar senin?

    Nabzından da gözünden de, benzinin renginden de, sende derhal yüzlerce hastalık bulur, anlarlar. Beden doktorları, doktorluğu yeni öğrenmişlerdir zaten... onlar, hastalığı teşhis için idrara vesaireye muhtaçtır. Fakat kamil, Tanrı doktorları, uzaktan adını duydular mı varlığının ta derinlerine kadar girerler! Hatta sen doğmadan yıllarca evvelki hallerini bile görürler!


    Mesnevi'den Hikayeler



Sayfa 2/2 İlkİlk 12

Benzer Konular

  1. Mesneviden Hikayeler 3. Cilt
    By BaRLa in forum Hz Mevlana
    Cevaplar: 21
    Son Mesaj: 11.02.11, 18:53
  2. Mesneviden Hikayaler 2. Cilt
    By BaRLa in forum Hz Mevlana
    Cevaplar: 29
    Son Mesaj: 15.06.09, 20:23
  3. Mesneviden Hikayeler 1. Cilt
    By BaRLa in forum Hz Mevlana
    Cevaplar: 23
    Son Mesaj: 15.06.09, 20:05
  4. Osmanlıdan hikayeler
    By Konyevi Nisa in forum Osmanlı tarihi
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 23.08.08, 13:49

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •