Tevhitçe bu âlem, Allâhü Teâlâ’nın zâtının, sıfâtının, esmâının, ef‘âlinin eseridir.
Tasavvuf ve maneviyatça Allâhü zû’l-Celâl’in zatının sıfatının esmasının ef‘âlinin zıllidir.
İnsan hiç zıll (gölge) ve eser peşinde koşar mı? Dünya maişeti, insanın gölgesi gibidir. Allah’a bağlı olanların peşinden gelmeye mecburdur. Yürürken insanın sırtı Güneşe gelse gölge önüne düşer. Ne kadar koşsa ona yetişemez o koştukça gölge de koşar. Fakat Güneşe karşı gider de gölge arkaya düşerse, Güneş insanı tâkib eder, peşini bırakmaz. İşte Allah’a bağlı olanların rızkı ve dünyası da buna benzer.
Bu yoldan ayrılmayınız. Vahdet-i vücûda sapmayınız. Kerâmet peşinde koşmayınız. Hiçbir zaman ülûm-i müsbeteyi ulûm-i İlâhî üzerine tercih etmeyiniz.
Evlatlarım! Biz bugüne kadar imkân nisbetinde bütün gücümüzü sarf ederek din-i mübîn-i İslâm’a hizmetimizi yapmaya çalıştık. Bu vazifeyi ve bu mes’ûliyeti bundan sonra siz götüreceksiniz. Bizim vazifemiz bitti, artık bu vazifeleri siz devam ettireceksiniz. Buna mecbursunuz, bunu yapmadığınız takdirde, şu on parmağımı mahşerde yakanızda bulacaksınız. En namüsait zamanlarda dahi talebe okutmaya devam edeceksiniz. Dağ başında olsanız, elinize bir kişi geçse ona Kur’ân’ı ve dini öğreteceksiniz. Siz Allah’ın memurusunuz, Kitâbullah’ın memurusunuz, Resûlüllâh’ın memurusunuz, feyz-i Muhammedî’nin tevzi‘ memurusunuz. Memuriyet vazifenizi hakkıyla îfa etmediğiniz takdirde, yarın sizlerden ben dâvâcı olurum. Burada bulunanlar, bulunmayanlara aynen bunları tebliğ etsinler. Bir daha görüşmemiz mümkün değildir. Görüşmemiz İnşâallah rûz-i cezada olur.”
Dışarıya çıktıktan sonra durarak tekrar talebeye dönüyorlar. Bu esnada yanında bulunan Konyalı Mustafa efendi, “Efendim, taksi hazır” dediği zaman, “Dünya gözüyle bir daha göreyim evlatlarımı… Ne yapalım, yer melâikelerinden ayrılıyorum” diyerek veda edip, irtihallerinin yakın olduğuna işaret buyurmuşlardır.
***
Süleyman Efendi kuddise sırruh hazretlerinin –bir ömür boyu devam eden bu çileli ve yorucu mücâdele ve mücâhedesinin nihâyetine doğru– öteden beri muztar bulundukları şeker hastalığı ağırlaşmış ve kanlarında yükselen şeker, bütün gayretlere rağmen bir türlü düşürülememiş…
… Ve 16 Eylül 1959 Çarşamba günü, İstanbul Kısıklı’daki hâne-i şeriflerinde rahmet-i Rahmân’a kavuşmuşlardır.
O büyük zâtın hayatına tahammül edemeyenler, memâtına da tahammül edememiş; cenazesinin, daha önce resmî müsâade alındığı halde, Fatih câmii hazîresine defnine mâni olmuşlardı. “Karacaahmet mezarlığında, polisin kazacağı bir kabre defnedeceksiniz!” denilerek en tabiî hakkı olan Fatih’e defni, gayr-i hukukî, hatta gayr-i kanunî bir şekilde engellenmiş ve cenazenin Üsküdar’dan Avrupa yakasına geçmesine mâni olunmuştu.
Na‘ş-ı şerifleri, Altunizâde camiinin musallâ taşında saatlerce bekletilmiş… Fatih’e defnedilmesi için yapılan teşebbüsler fayda vermemiş… Cenaze namazı orada kılınarak, Karacaahmet mezarlığına defnedilmiştir.
O, vazifesini tamamiyle ve kemaliyle îfa etmenin huzûru içinde Hakk’ın rahmetine kavuşurken, Allah (c.c.) ve Resûlü yolunda, i‘lâ-yı kelimetullah uğrunda canla-başla hizmet etmek üzere, binlerce talebesini bırakarak bu âlemden ayrılıyordu. Bir başka ifadeyle; cehd, çile, iman, ilim-irfan, feyz-i Muhammed ve nûr-i İlâhî ile dolu 72 yıllık dünya hayatına veda ederken, geride; yüce İslâm dâvâsına şartsız-pazarlıksız, sarsılmaz bir iman ve idealle bağlı yetişkin bir kadro bırakıyordu.
O, bu hâli ile Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz’in, “Kişinin (vefatından sonra) geride bıraktıklarının en hayırlısı şu üç şeydir: Kendisine duâ eden sâlih bir evlat, ecri kendisine ulaşan bir sadaka-i câriye, kendinden sonra amel edilen bir ilim” mealindeki müjdelerine hakkıyla mazhar olmuş, pek bahtiyar ve pek muhterem bir zâttır. Çünkü o, az veya çok malik bulunduğu malını-mülkünü talebeleri için harcamış; sahip olduğu ilmini onlara aktarmak için, karakol-karakol dolaşmayı, îdamla muhâkeme olunmayı, tabutluklarda ve zindanlarda çile çekmeyi göze almış, hayatını hiçe sayarak bütün ömrünü Kur’ân dâvâsına hasretmiş, emsâline ender rastlanan âlim, ârif, fâdıl bir mürşid-i kâmil ve mükemmildi. (Kaddesallâhü sırrahül azîz)