Sayfa 2/2 İlkİlk 12
15 sonuçtan 11 ile 15 arası

Konu: İbrahim Fakazlı

  1. #11
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: İbrahim Fakazlı



    Risale-i Nur nasıl telif edilmişse öyle neşrolsun


    Hapishanede Risale-i Nur yazdınız mı?

    Afyon hapsinde El-Hüccetü'z-Zehrâ'yı birkaç defa yazdım. Bir defasında da Kastamonu'ya giden birisiyle gönderdim. Bir tane de babama hatıra olmaka üzere çok itina ile yazmıştım. Bunu Hz. Üstada tashih için gönderdim. Hz. Üstad tashih etmiş ve öyle muazzam bir dua yazmıştı ki, görenler hayran oldular. Ben de hapisten sonra babama takdim ettim. Babam çok memnun oldu, ağladı; fakat şimdi o kitap nerededir, bilmiyorum.

    Ayrıca Afyon hapishanesinde Cevşenü'l-Kebir ve diğer Evradı yazmıştım. Bir tane de Emirdağlı Mustafa Acet yeni öğrendiği o güzel hattı ile bir Cevşenü'l-Kebir, bir de Evrad-ı Kudsiye yazmış, bazı kısımların tashihini yaparak bana hediye etmişti. Daha sonra te berrüken Mehmed Feyzi ve Hasan Feyzi Ağabeylerin yazdıkları Hülâsatü'l-Hülâsa ve sair Evradları ilave ederek Hz. Üstada tashih ettirdim. Hz. Üstad mübarek bir dua yazarak bana iade etti.

    Ahmed Feyzi Ağabeyle 2 ay kadar bir koğuşta yattık. Bir defasında Ahmet Feyzi, Hz. Üstada bir pusula yazarak, "Üstadım ben Gençlik Rehberini bugünkü gençliğin anlayabileceği şekilde lügatsız Türkçe olarak yazıp neşretmek istiyorum, müsaade eder misiniz?" diye sordu.

    Hz. Üstad da "Kardeşim Ahmed Feyzi, sen öyle bir risale yazarsan kendi imzanı at veya lügatlarını haşiyesinde kısaca Türkçeye çevir, yine imzanı at" demişti. Bu ifadeleriyle Üstad Hazretleri, Risale-i Nur nasıl telif edilmişse öyle neşrolunmasını anlatmak istemişti.

    Hz. Üstadın kendi elyazması olan, El-Hüccetü'z-Zehrâ'da yer alan Fatiha'nın tefsir kısmını Hz. Üstad, Ceylan'a vermiş, Ceylan da, "Teberrüken sana getirdim" dedi ve bana verdi. Ben de alıp öptüm, başıma koydum ve itina ile muhafaza ettim. Tahliyeden sonra İstanbul'a gittiğimde o gün için en güzel bir cilt ile ciltlettim ve İnebolu'da onu canımdan kıymetli olarak sakladım.

    Sonra bir mahkeme sebebiyle İnebolu'ya gelip fakirhanemde misafir olan Bekir Berk kardeşimiz onu gördü ve kendi müzesinde muhafaza etme ve "Hizmet-i Nuriyede çok büyük hizmetlere vesile olacak" diye ısrarla benden istedi. Ben de "Hizmete medar olur" niyetiyle hiçbir şeyimi esirgemezdim ve verdim. Seneler geçti; baskınlar, musadereler ve imhalar.... Bekir Berk hapse girince kayboldu. Çok aradım, sordum; bilen olmadı.

    Yıllar sonra Mehmed Emin Birinci ve Mehmed Fırıncı kardeşlerin elinde hakikaten bir hizmete medar olmak için çıkarılmış iken gördüm. Dünyalar benim oldu. Çok sevindim, kayıp olmamış. O kıymetli kardeşlerim onu muhafaza etmişler. Kalbim rahat etti.

    Afyon hapsindeki hapis müddeti ne kadardı?

    Tarihler, hapishanede yazdığım evrak defterinde yazılı. Afyon hapsine girmeden evvel İnebolu'dan ayrıldığım tarih: l7 Ağustos l948 Perşembe. Hapishaneye girdiğim tarih: l0 Eylül l948 Cuma, Afyon hapsinden çıktığım tarih: 9 Mart l949. Bu hesaba göre hapiste 6 ay kalmışım.

    Avukat olarak kimlere vekâlet verdiniz?

    İlk defa Ahmed Bey isminde bir avukat fahri olarak vekâletimi almıştı. Sonra bir baro reisi-ismini Halil zannediyorum-almıştı. Başka hatırlamıyorum.



    Hapishanede günlük hayat


    Afyon hapishanesinde Üstad ve Nur talebeleri günlük zaruri ihtiyaçlarını nasıl karşılardı?

    Hapishaneye birkaç çamaşırdan başka bir eşya ile girmemiştim. Rahmetli Hüsrev Ağabey bana bir minder göndermişti. O minderin üzerinde yatardım. Bir de üstüme örtecek bir şey vardı. Daima elbisemle yatar kalkardım. Banyo için bir teneke suyu bulabilirsem onunla banyo yapardım. Bazen dışarıdan yardım yaparlardı. Kimler yapardı bilmiyorum, o yardımlar para, yiyecek gibi şeyler olurdu ve onları teberrük diyerek almamız için Üstad Hazretleri gönderirdi.

    Bizim koğuş, ikinci koğuş zemin kat idi, tabanı taş idi. İçi 20-25 metre uzunluğunda ve 8-l0/ metre genişlikte idi. Koğuşta, kapıları içeride 3 adet hela vardı. Banyomuzu da o helalarda yapardık. Bizim koğuşun mevcudu bazen 70-80 kadar kişi olurdu. Koğuş başkanı olan ağır cezalı mahkum Hasan Ağa, aynı zamanda berberlik yapardı ve Üstadı da o traş ederdi. Benden para almazdı. Akşamları birer tayın dağıtırlardı ve parasını alırlardı. Fakirlik mazbatası verenlerden almazlardı. Benim param yoktu. Bana "fakirlik mazbatası getir" dediler. Ben de İnebolu'ya yazdım, fakat gelmedi. Hapisten çıktıktan sonra inebolu'da benden tahsil ettiler.

    Mübarek Kandil Gecelerinde, bayramlarda ve Muharrem ayında hapishaneye aşure ve tatlı gibi yiyecekler gelirdi. Hz. Üstad onları teberrük diyerek alıp yememizi tavsiye ederdi. Dışarıdan nohut, börülce, fasulye ve bulgur gibi şeyler az gelirdi.

    Hapishane içinde boş gaz tenekelerinden ufak mangal yaparlar ve satarlardı. Beş kuruş verip bir tane de ben almıştım. Onda kömürle çorba pişirirdim. Bir defasında teneffüs esnasında mangalı bahçede unutmuştum. Beni kapı altı dedikleri başgardiyanın dairesine çağırdılar. O dairenin üstünde Hz. Üstadın bulunduğu koğuş vardı. Üstadı tek başına bıraktıkları 70 kişilik bu koğuşun 40 kadar camgöz penceresi vardı. Bunların ancak l5 tanesinde cam takılıydı, diğer pencerelerin camı hep kırıktı.




  2. #12
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: İbrahim Fakazlı



    "Projektör gibi iki göz bana bakıyor"

    Orada bana mangalımı gösterdiler. Bu mangal "Senin mi?" dediler. Mangal benimdi. Zalim bir gardiyan vardı. Beni döğmek için elini kaldırdı. O gün bir şenlik günü idi. Kalbimden diyordum ki: "Bugün bunların şenlik günü, çalgılar çalıp horon tepip oynuyorlar, şarkılar söylüyorlar. Eğer bende zerre kadar bir iman varsa bugün benim de bu zalimlerin zulmüne uğramamam lâzımdır ve hakkımdır; bakalım bana nasıl azap edecekler?" diye düşünerek oraya gitmiştim. O gardiyan bana takadını şiddetlice vuracak diye bekliyordum. Ve iyi vursun diyerek boynumu bir tarafa eğmiştim. O anda gözüm üst katın sarmaşıklı penceresine denk geldi. Birde ne göreyim, sarmaşıkların arkasından projektör gibi iki göz bana bakıyor, ben de ona bakıyordum. Ben tokadı unutmuştum. Zira bu göz Hz. Üstadın gözleriydi. Birden başgardiyanın sesi gürledi: "Vurma, bırak." Zalim gardiyanın uzun kolu aşağı indi. Ve bana "Al mangalı git" dediler. Bu hadise beni günlerce yatağımda ağlattı. Ve nurlu bakış o zalim gardiyanın kolunu döndürmüş hareketsiz bırakmıştı.



    "İbrahim, hasta mısın?"

    Hz. Üstad bizi teneffüste ortabahçe dedikleri yerde gezerken de seyrederdi. Bir defa ben Üstadın penceresi karşısında güneşleniyordum. Yakam açıktı, boynumdan da fanilamın yakası görünüyordu. Hz. Üstad pencereye geldi, bir pusula attı. Oradakiler pusulayı aldılar, bana verdiler. Üstad, pusulada şöyle diyordu: "İbrahim sen hasta mısın, boynunda ne var? Seni üzgün görüyorum."

    Bir defasında yine bahçede Ceylan, Halil ve bir kardeşimizle beraberdik. Üstad üçümüze bir pusula attı. Pusulada şunlar yazılıydı: "Kardeşlerim, gezin dolaşın, neşeli olun. " Bana öyle gelirdi ki, sanki annemin yanındayım ve bana şefkatle sahip oluyor ve beni hiç gözünden ayırmıyor.



    "Üstadı zehirlediler"

    Biz Hz. Üstadı pencerede görmezsek, "Neden görmüyoruz?" diye çok üzülürdük. Ne pahasına olursa olsun, bir fırsatını bulun yanına çıkmayı gözlerdik. Kışın son derece soğuk bir gününde Üstadın yanına gizlice çıkmıştım. Hz. Üstad çok hasta idi. Bana elini uzattı, "Tut" dedi. Ben de tuttum ve öptüm. Ateşler içindeydi, elim sıcağına tahammül edemiyordu. "İbrahim çok hastayım. Artık öleceğim, siz varsınız diye teselli buluyorum" derken Ceylan da geldi. Aynı şeyleri ona da tekrarladı. Biz şaşkın bir halde ağlıyorduk. Üstad Hazretleri de ağlıyordu. "Ne yapalım?" diye çaresizlik içinde Ceylan'la birbirimize sarıldık, ağlaştık, helalleştik. Üstad bize çok dua etti ve sonra bizi gönderdi. Dönüşte kardeşlere meseleyi anlattık, çok dualar ettik. Cevşenler okuduk. Sonradan anladık ki, Üstadı zehirlemişler.

    Kış mevsimi.Her taraf donmuş Afyon'un çevreyle irtibatı kesilmiş demiryolu kapanmıştı. l5-20 gün şehre yiyecek, yakacak gelmemiş, sular akmıyordu. Hz. Üstadın pencereleri kırık dökük, döşeme tahtaları aralıklı, ısınmak mümkün değil. O gün Hz. Üstadı önünde bir gaz tanesi,. içinde bir miktar mangal kömürü, bir çaydanlık, çift battaniye altında iki kat olmuş halde gördüm.

    Üstadın koğuşunun karşısında bir koğuş daha vardı ki, o koğuştaki pencerenin camları yeniden takılmış, kapıları tamir ettirilmişti. Koğuşun içinde dökme soba, sıcak hamam gibi banyo suları akıyor. Bu koğuşta komünizmden müebbet hapse mahkûm bir genç ve bir kadına tecavüz etmiş bir doktor, bir de siyasî mahkûm vardı. Bunlar imtiyazlı mahkûmlardı. Dışarıdan yardımları gelir; hatta komünist gecelerinde dışarıda gezdiklerini söylerlerdi.




  3. #13
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: İbrahim Fakazlı



    "Soğuktan donuyorduk"

    Altı kadar koğuş vardı. Her koğuşta Nur talebeleri bulunuyordu. İdareye, savcılığa "Soğuktan donuyoruz, Üstadımız artık dayanamıyor, kömür, yakacak, soba..." şeklinde yazılar yazıldı. Fakat hiçbir netice vermedi. Bu meseleden halk da haberdar olmuştu. Halk "mahpuslar donuyor" diye duymuşlar ve ileri gelenler zorlamışlar. Sonunda istasyonda kalmış olan bir kamyon kadar maden kömürü jandarmaların nezareti altında torbalarla ağır cezalı mahkûmlara taşıttırılıp hapishane bahçesine getirildi. Herkese birer teneke verdiler. Ama bu defa o kömürü yakacak ne soba vardı, ne de mangal. Bunun için kömür hiçbir işe yaramadı. Sonunda Mustafa Osman kardeş bir kağıt üzerine saçtan yapılmış ızgaralı bir kömür sobasının krokisini çizerek kendisi adına aldırttı. O sırada Üstadı o geniş ve camları kırık koğuştan aldılar, 5. koğuşa verdiler. Güya Üstada acıdılar. Halbuki bu koğuş yankesicilik ve hırsızlık suçlarından mahkûm olan serserilerin bulunduğu kalabalık bir koğuştu. Ta ki, Hz. Üstad, alışık olmadığı bu gürültülü yerde daha çok inlesin.



    "Mahkûmların Üstada saygısı"


    Bizim koğuşla ikinci koğuşa aynı kapıdan girilirdi. Biz kendi hissemize düşen kömürleri Hz. Üstada hediye ediyorduk. Mustafa Osman da yaptırdığı sobayı Üstada hediye etmişti. Üstadı aldıkları 5. koğuşta Nadir Hoca diye bir mahkûm vardı. Oraya bakıyordu. Hemen koğuşun bir kısmını battaniyelerle bölerek Üstad Hazretleri için bir oda yapmış, içine de sobayı kurmuş. Üstadı oraya almış ve sobayı yakmışlar. Mahkûmlar Üstadı rahatsız etmemek için hiç ses seda çıkarmıyorlarmış. Diğer koğuşlar, gardiyan ve müdür odaları soğuktan donmuş bir halde iken, Üstadın bulunduğu koğuş hamam gibi sıcık olmuş bir cennete dönmüştü. Mahkûmlar Üstada hizmet için yarışa girmişler ve namaz kılmaya başlamışlardı.

    İşte el-Hüccetü'z-Zehrâ böyle bir hava içinde yazılmaya başlandı.



    Gaz tenekesinden mangal

    Yiyecek ve içeceğinizi nasıl temin ediyordunuz?

    Hapishanede Üstadımızın yemeğinin altıncı koğuştan geldiğini görürdüm. Bu hususta hatırımda kalan birşey yok. Bizim koğuştan Taşköprülü Sadık Bey bu hizmeti üzerine almıştı. 6. koğuşta Mehmed Feyzi, Ceylan, Halil ve Hüsrev Beyler vardı. Onlar gönderirlerdi. Hz. Üstadın bu gibi hizmetlerini yapacak bir talebesini yanına müsaade etmiyorlardı. Bir gardiyan tayin etmişlerdi. Hz. Üstad ona pek itimat etmezdi. Ekmek her zaman idare tarafından dağıtılırdı. Bu ekmek askeriyenin tayını gibiydi. Fakat Hz. Üstad bu tayını yemezdi. Bu tedbire rağmen yine de Üstadı zehirlendiği çok olurdu.

    Bizler da gaz tenekesinden yapılmış mangallarla ısınırdık. Benim ufak bir tencerem vardı. Dışarıdan tarhana, bulgur geldiğinde o tencerede pişirirdim. Bir gazoz şişem vardı. Onunla da yağ getirtirdim. O yağı evvela tencerede yakar, dumanı çıkınca tarhanayı koyar, su ile karıştırır ve pişirirdim. Zira o yağ yanmadan yenmezdi. Afyon yağı imiş. Zeytinyağı yok derlerdi. Bu ameliye koğuş içinde olduğundan 70-80 kişinin yemeği hep böyle pişerdi. İlk defa o koğuşa beni koydular. ilk günü, hele ilk saatler boğuluyorum sandım. Buna helaların da kokusu karışınca dayanılmaz oluyordu. "Bu gece muhakkak ölürüm" demiştim. Bu pis havayı koklaya koklaya iki-üç gün içinde alıştım ve bir daha böyle koku ve bunaltı duymadım.

    Koğuşun bir tane penceresi vardı. Onu da açtırmazlardı. Zaten bu hapishane Ortaçağdan kalma bir zindandı. Bazen dışarıdan teberrük yufka ve kuru yiyecekler de gelirdi. Diğer mahkûmlar Afyon'lu olduklarından her zaman yiyecek ve temiz çamaşırları gelirdi. Lâkin bizim kardeşler uzak yerlerden geldiklerinden ayda bir ziyaretçileri ya olur, ya olmazdı. Onlar da hep fakir köylülerdi. Getirdikleri şeyler nohut, fasülye, bulgur, tarhana gibi kuru yiyeceklerdi.




  4. #14
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: İbrahim Fakazlı



    "Tahiri Ağabey'in başına gelenler"

    Bir hâdiseyi de anlatayım: Bir kış günü sabahı 7.30'da bizi mahkemeye götürmek için kapı önüne çıkardılar. Tahiri Ağabeyin başı, yüzü sarılı idi. O sırada Hz. Üstadı da çıkardılar. Üstad, Tahiri Ağabeyle kelepçelenmek istedi. Tahiri Ağabeyi çağırdılar. Tahiri Ağabey Üstadın yanına gelince Üstad ona birşey söyledi. O da başını yüzünü açtı. Hepimiz ona bakıyorduk. Bir de ne görelim: Tahiri Ağabeyin yüzüne felç gelmiş, ağız ve gözler bir tarafa kaymış. Gözlerinin içi kıp kırmızı kan. Korkunç bir hal almıştı. Ona Üstad "Geçmiş olsun" dedi ve eliyle Tahiri Ağabeyin yüzünü okşadı, "Geçecek" dedi. Tahiri Ağabey yine yüzünü sardı ve mahkemeye öyle gittik.

    Bir ara fırsatını bularak kendisi ile aynı koğuşta yatan Mustafa Osman'a Tahiri Ağabeyin bu hale nasıl geldiğini sordum.

    Şöyle anlattı: "Tahiri Ağabey kendisine verilen yeşil sebze vesaireyi yemiyor. Kendi mıntıkasından gelen teberrük kuru şeyleri yiyor ve her zaman da oruçludur. Vücudunda kan dolaşımı olmuyor. Bu hadise bu gece oldu" dedi. Lakin l5 gün sonra biz, mahkemeye giderken yine merakla Tahiri Ağabeyin halini hatırını sordum, bana yüzünü açtı; baktım ki tamamen iyi olmuş. Gözleri ve ağzı yerine gelerek normal bir hale gelmişti. Bu arada şunu da zikretmek lâzım ki, en ziyade yoğurt gibi taze şeyler Çalışkanlara getirilirdi. Çalışkanlar kalabalıktı. Osman, Mehmed, Hasan, Ceylan, Halil Çalışkanlar... Bu kardeşlerin yoğur ve ayranını çok içmiştik. Ruhları şâd olsun.



    "Ben Nurcu değilim"

    Afyon Hapishanesinde kaç Nur talebesi vardı?

    Ben hapishaneye Eylül ayında girdim. Benden evvelki bir dönemde hapisten l5-20 kişi tahliye edilmişti. Benim bulunduğum zaman 30-35 kadar Nur talebesi olduğunu tahmin ediyorum. Ben hapiste iken bazı Nur talebeleri yine tahliye edildi. Bu arada yeni gelenler oldu. Mesela Ahmed Nazif, Selahattin Çelebi, Hüseyin Tabancalı geldiler.

    Bu arada şunu da söylemeliyim: Benim yanıma Ahmed Feyzi Efendi'yi verdiler. Bu sırada Fevzi Halıcı, Mustafa Ramazan ve isimlerini hatırlayamadığım 5-6 genç üniversiteliler de geldiler. Bunlar az kaldılar. Bu sırada aramıza öyle fikirler yaydılarki, kim "Ben Nurcu değilim" diye savcılığa bir dilekçe verse tahliyesi mümkündü. Bu üniversiteli kardeşlerin de o sene imtihanlarına az bir zaman kalmıştı. İmtihana giremezlerse tahsilleri yanacaktı. Bunlar böyle bir dilekçe yazarak tahliye oldular.

    "Ben Nurcu değilim" diye dilekçe yazanları serbest bırakmalarının asıl sebebi, üstad tarafından onların kandırıldığını etrafa yaymaktı. Bunu yayıyorlardı ki, herkes böyle yapsın.




  5. #15
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: İbrahim Fakazlı



    "Üstadı son ziyaretim"


    Üstadı son olarak nerede gördünüz?

    Ben Hz. Üstadı son olarak bir yaz günü Emirdağ'da gördüm. Yine bir hizmet vesilesiyle ziyaretine gitmiştim. Yanında rahmetli Zübeyir kardeş ve Ceylan vardı. Beni o akşam evine misafir ettiler ve sabah kahvaltısı ettirdi. Kendi mübarek eliyle ağzıma siyah ekmekle dolaptan kavanozdan çıkardığı bal yedirdi ve o gün sabah postası arabasından 3 kişilik yer ayırttı. Parasını kendi verdi ve "Seni uğurlayacağım" dedi. Ve posta minibüsünde beraber Eskişehir'e uğurlayacağım" dedi. Ve posta minibüsünde beraber Eskişehir'e kadar geldik. Yıldız Otelinde odasına çıktık. Beni oradan salavatladı.

    O gün sanki ruhum cesedimden ayrılmıştı. Nereye bastığımı, ne yaptığımı bilmiyordum. Annemden, babamdan görmediğim bir şefkat, bir samimiyet, bir arkadaşlık; tarifi mümkün olmayan bir zevk ve lezzet havası içinde idim. Gözlerim yaşlı, ruhum sevinçli idi.

    Ondan sonra ne kadar zaman geçtiğini hatırlayamıyorum. Hz. Üstadın Urfa'ya hareket ettiğini duyduk. Bir sabah 7.30 ajansında Menderes'in radyodan Hz. Üstad'ın vefat haberini verdiğini duyduk. İnebolu'da bir minibüs kiraladık. Başta Ahmet Nazif Ağabey olarak rahmetli Hacı Dursun Efendiyi de alarak Ankara üzerinden Urfa'ya Cuma gecesi ulaşabildik. Hz. Üstad defnedilmişti. Biz yolda Üstadın geçtiği yerlerde Üstaddan haberlersoruyor ve son hızla devam ediyorduk. Urfa'ya yaklaşırken tank birliklerine rastladık. Bu tanklar herhangi bir hâdise olur diye Urfa'yı kuşatmışlardı. Urfa'da bütün dükkânlar kapanmış, halk sokaklara dökülmüştü. Cenaze namazını l50 bin kişi kılmış. Yalnız o gece mezar başında masım 7-8 yaşlarında yavrular 500 hatim indirmiş. Bütün Urfalılar gelen misafirleri evlerine taşıyorlardı. Halilürrahman hınca hınç dolup taşıyordu.

    ***

    Hz. Üstad bir Chaırollet araba ile gidiyormuş. Arkasından ona en hızlı arabalar bile yetişemiyormuş. Urfa'da Mehmet Bey isminde bir otel sahibi Hz. Üstadı otelinin bir odasında misafir etmiş. Fakat zâbitler, Üstadı otelden almak istemişler, fakat otelci vermemiş. İçişleri Bakanlığı ise, "Ölüsünü veya dirisini geldiği yere götürün!" diye sıkı emir vermiş. Ancak binlerce Urfalı Başvekile telgraf çekerek, "Biz Hz. Üstadı vermeyiz" demişler ve sabaha kadar otelin etrafını doldurmuşlar. Ankara'dan emir bekliyorlarmış. Sabahleyin Adnan Menderes, Üstadın vefat haberini kendi ağzından duyurmuş.

    ***



    "İhlâs ve meşveretle bu hizmet yürüyecek"


    Cuma günü Abdullah Yeğin'in kaldığı medresede çeşitli vilayetlerden gelen Ağabeyler toplandılar, "Bir meşveret yapalım" dediler. "Vefat neticesi olarak ne yapmak lazım?"

    Bir kısmı "Bir başkan seçelim. Aynen Üstad gibi mektupları ile irşad etsin, yönetsin" dedi. Bir kısmı, "Vazife taksimi yapılsın" teklifinde bulundu. Bu hal bir saat kadar devam etti. Başta Tahiri Ağabey, Ahmet Nazif Mustafa Sungur, Mustafa Osman ve Zübeyir olmak üzere şu fikri ortaya koydular: "Risale-i Nur umum İslâmın malıdır. Hz. Üstad nasıl neşretmişse, aynen her Nur talebesi gayr-ı siyasî, ihlâsla ve meşveretle bu hizmeti yürütecektir. Risale-i Nur müvacehesinde, ihlâs, uhuvvet, meşveret dairesinde hareket edilecektir. Böyle dernek başkanı, aza yoktur. Bu iş bitti" denildi.

    Herkes bunu kabul etti. Civardaki büyük camide Mustafa Sungur, Risale-i Nurun ve Hz. Üstadın beyanlarını herkese mükemmel birşekilde açıkladı ve mesele aydınlandı. Biz de o akşam oradan avdet için hareket ettik. Ankara üzerinden İnebolu'ya geldik.



Sayfa 2/2 İlkİlk 12

Benzer Konular

  1. İsmail Fakazlı
    By BaRLa in forum Bediüzzaman Talebeleri
    Cevaplar: 3
    Son Mesaj: 10.06.09, 11:59
  2. İbrahim Han
    By Konyevi Nisa in forum Osmanlı tarihi
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 14.10.08, 10:02
  3. İbrahim Han
    By Konyevi Nisa in forum Osmanlı tarihi
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 13.10.08, 12:43
  4. İbrahim
    By BaRLa in forum İslami Şiirler
    Cevaplar: 3
    Son Mesaj: 28.06.08, 21:31
  5. 14- İbrahim
    By BaRLa in forum Kuran-ı Kerim meali
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 21.06.08, 20:24

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •