Sayfa 1/2 12 SonSon
15 sonuçtan 1 ile 10 arası

Konu: İbrahim Fakazlı

    Share
  1. #1
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart İbrahim Fakazlı

    Son Şahitler 2.Cild s. 175




    İBRAHİM FAKAZLI


    Risale-i Nur'da "Küçük İbrahim" şeklinde bahsedilen İbrahim Fakazlı l328 (l9l2) tarihinde İnebolu'da dünyaya geldi. Hz. Üstadı ilk defa l940'da Kastamonu'da ziyaret etti.


    İbrahim Fakazlı Ağabeyin hâtıralarını mülakat tarzında kaydetmiştik.


    Üstad Bediüzzaman Hazretlerini ilk defa nerede, nasıl ve kiminle beraber ziyaret ettiniz?

    İkinci Cihan Savaşında ihtiyat askeri iken bir gece rüyamda karargâh çadırında oturuyorduk. O sırada askerler bana dediler ki: "Peygamber Efendimiz (a.s.m.) karargâhımıza geldi." Bu haberi duyar duymaz "Neden şimdiye kadar haberim olmadı?" diye çadırların arasından koşarak, hem hüngür hüngür ağlıyor, hemde arıyordum. Birden karşımdan geldiklerini gördüm. Boyu uzuna yakında 30-40 yaşlarında yiğit bir kahraman görüntüsündeydi. Belinde yerlere değen bir kılıç, başında o zamana kadar hiç görmediğim uzun birsarık, ayağında normal bir şalvar, üzerinde göğsü açık bir gömlek, çok nuranî, sakalsız, bıyıklı bir zat. Ağlayarak kendimi ayaklarına attım. Bir taraftan ellerini ve ayaklarını öpüyor, bir taraftan da, "Haberinizi ancak şimdi aldım, bizi af buyurun" diyerek yalvarırken uyandım.[1]

    Yanımda yatan arkadaşım Selahaddin Çelebi ağladığımı anlamıştı. Bu rüyayı arkadaşlara anlattım. Onlarda o günkü şartlar içinde rüyamı terhis müjdesi olarak tabir ettiler.

    Terhis olduktan sonra İnebolu'da Ahmed Nazif merhumun vermiş olduğu Onuncu Söz'ü yazarak Gülcü Hüseyin Efendi ile beraber Kastamonu'ya Üstadımızın ziyaretine gittik. Çaycı Emin Efendi bizi Hz. Üstadın evine götürdü. Fakat eve varmadan evi ve kapısını uzaktan göstererek kendisini geriye döndü.

    Sağı solu iyice kontrolden geçirdik. Çünkü evin tam karşısında polis karakolu bulunuyordu. Kapıya yaklaştık, dışarı sarkan ipi çektik ve kapı açıldı. Ev eski bir yapıydı, yukarıya tahta merdivenle çıkılıyordu. Yukarı çıktık, birkaç adım atarak bir odanın kapısına geldik.Kapı açıktı. Gülcü Hüseyin Usta önden girdi, ben de arkadan girdim. Üstad Hazretleri bizi görür görmez, birkaç tahtadan yapılmış ve üzerine ince bir şilte gibi basit bir yatak konmuş olan divanın üzerinde bir yay gibi fırlayarak ayağa kalktı. Hüseyin Efendinin, Üstadın ellerini ve ayaklarını öptüğünü fark etmedim. Zira ben Üstadımızı görür görmez, askerde gördüğüm rüya gözümün önüne geldi. Rüyada Peygamber Efendimizi aynı sarık, aynı kıyafet ve aynı endam ve nuraniyet içinde görmüştüm. Bunun için şaşkın ve perişan bir halde ağlayarak Üstadın mübarek ayaklarına kapanmışım, "Ancak gelebildim" diyemiyordum. Mübarek elleriyle başımı kaldırdı ve bizi karşısına, yerdeki bir mindere oturttu.

    Rahmetli Mehmet Feyzi Efendi de bir dizini dikmiş bir risaleyi tebyiz ediyormuş, Bize hitaben kapının her zaman ipi içeride çekili olduğu halde, bir tevafuk olarak o anda ipi dışarıya bıraktığını, bizim gelmemizin de bir tevafuk eseri olduğunu, Risale-i Nurun imanları kurtaran bir Nur olduğunu ve Risale-i Nurun şahs-ı mânevîsinin oniki tarikatın temsilcisi olduğunu anlattı.

    Üstadı ziyaret etmek için İnebolu'dan Kastamonu'ya tahminen kaç defa gittiniz?

    Denizli hâdisesi l943'te meydana geldi. O tarihe kadar, o zamanki vasıta ve imkânlar içinde hiçbir fırsatı kaçırmadan Üstadın ziyaretine gidiyorduk. Fakat sayısını bilmiyorum.

    Denizli hapsine nasıl gönderildiniz?

    Denizli hadisesinden evvel Hz. Üstad, hemen her mektubunda veya ziyaretlerimiz esnasında durumun çok sıkı olduğunu, devamlı bir kontrol ve baskı altında tutulduğunu, her an bir hadisenin çıkabileceğini, bunun içinde ihtiyata riayet edilmesinin gerektiğini söylüyordu. Bir tedbir olarak, lâzım olmayan risalelerin ortadan kaldırılıp parça parça saklanmasını tavsiye ediyordu.

    Dersleri, geceleri evlerde yapıyorduk. Ayrı ayrı sokaklardan teker teker giderek biraraya geliyorduk. Gazyağı karaborsa olduğundan zorlukla ele geçirebiliyorduk. Bunun için geceleyin hizmetleri çok zahmetle götürüyorduk. Maddi durumlarımız ise zayıftı.

    Ramazan-ı Şerifin l9'uncu günü bir Pazar sabahı saat 7-8 sıralarında kapının önüne birkaç jandarma, iki polisle birlikte mahalle muhtarı geldiler ve "Evi arayacağız" dediler.

    Biz o zaman yeni ve tamamen acemi olduğumuzdan hiçbir şey sormadan hemen kapıyı açtık. Hep beraber içeri daldılar. Jandarmalar evin etrafını sarmıştı. Ben birkaç aydın dikkatli ve ihtiyatlı hareket ediyordum. Külliyatı takım halinde Isparta'dan getirmiştik. Kendi yazdıklarımızla beraber kitapların çoğunu gizliyorduk. Evin her tarafını didik didik aradılar, dört-beş adetten fazla kitap bulamadılar. Kitapların hepsi bir teneke içinde idi, üzerine de bir hamur tenekesi konmuştu. Kitaplar önlerinde olduğu halde Cenab-ı Hak onlara el sürdürmedi, göstermedi.



    --------------------------------------------------------------------------------

    [1] l939-l940 Alman Harbinde l328 doğumlulardan teşkil edilen ihtiyat alayında Selahaddin Çelebi alay karargâh çavuşu, ben de yazıcısı olarak 9 ay l0 gün ihtiyar askerliği yaptık.

  2. #2
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: İbrahim Fakazlı



    "Evden birşeyler kaçırılıyor"

    Birkaç aylık bir çocuğum vardı. Bu arama sırasında evin altı üstüne getirildiğinden annesinin sinirleri bozulmuştu. Bir pencere kenarına kapanmış duruyordu. Çocuk ise altını kirletmiş ağlıyordu. Kadıncağız şaşkınlık içinde pencereyi açarak çocuğun kirli bezlerini bahçeye atmıştı. Tetikte bekleyen jandarmalar koşuşmuşlar, "Evden birşeyler kaçırılıyor" diye atılan şeyi kapıvermişler. Fakat üstleri başları pislik içinde kalmıştı. Bu hali daha sonra komşular anlattılar.

    Evi aradıktan sonra "Dükkâna gideceğiz" dediler. Giyindim, beni aralarına aldılar, çarşıya geldik. Baktım ki, çarşının her köşesinde bir silâhlı jandarma duruyor. Dükkânı açtım, içeriye doluştular. Her tarafı aradılar. Yazdığım risaleleri, mektupları vesaireyi basit bir şekilde gizlemiş olduğum halde hiçbir şey bulamadılar. Birkaç isim tesbit ettiler, çekmecedeki parayı saydılar. O zaman bin kuruş çok paraydı. Çekmeceyi kırmızı mumla mühürlediler.

    Bu baskının yalnız bana yapıldığını sanıyordum. Sonradan öğrendiğime göre, bütün kardeşlerin evlerini basmışlar. Baskını aynı anda icra edebilmek için Kastamonu'dan polis takviyesi istemişler. Akşama yakın bütün kardeşler polis karakolunda toplanmış olduk.

    O gece sabaha kadar soruşturma devam etti. Kâh dayak, kâh tehdit, kâh hakaret... Haysiyet kırıcı her türlü metodu kullandılar. Meselâ, savcı ve komiser beni ayrı ayrı odalarda sorguya çekmişlerdi. Savcı ağzımdan çıkan herkelimenin altından bizi perişan edecek ince ince mânâlar çıkararak bizden pişmanlık bekliyordu. "Kürt hükümeti kuracakmışız, halifeyi getirecekmişiz" gibi suçlamalar.... Ayrıca çoluk çocuğumuzun sürünerek ayaklar altında kalacağını söyleyerek tehditler ediyordu.

    Oradan komiserin odasına getiriliyor, orada falaka ve sopa ziyafetine çekiliyorduk. O kadar tazyiklere rağmen ne söylesek para etmiyordu: "Yaptığımız bir şey varsa, o da şu kitapları okumak ve yazmaktır. Bütün faaliyetimiz bundan ibaret" deyip susuyoruz. O gece sahur topları atılırken karakola yemekler, gazozlar, çaylar kahveler gelip gidiyordu. Birara komiser elindeki kalın jopu masaya vurarak, "Sizin gizli âletleriniz varmış; telsizleriniz, şifreleriniz nerede?" diyor, üzerime geliyordu. Şöyle bir doğrumdum, "Biz dün gece sahurdan beri bir şey yiyip içmedik. Şimdi yine sahurluk yemeden yarınki oruca niyet edeceğiz, milletinize ve vatandaşınıza bu kadar yabancı mısınız?" demiştim.



    Hücumat-ı Sitte ve altıok

    O gece merhum Dursun ismindeki kardeşimizden Hücümat-ı Sitteyi sormuşlar. Onlar bu kitabı âltıok"a hücum anlamışlar ve sabaha kadar zavallıyı "sitte" diye falakadan geçirmişler. 20 gün, belki bir ay kadar ayağının üzerine basamadı. Koltuk değnekleri ile hükümet doktoruna çıktığı halde, doktor bir bahane bulurak muayene yapmadı ve rapor vermedi.

    Karakolda 24 saat ayrı ayrı oda ve hücrelerde sorguya çekildik. Sonra l5'imizi tevkif ederek bir odaya doldurdular. Ayrıca devamlı sûrette göz altında tuttular. Ne konuşsak, ne yapsak hepsini Ankara'ya bildiriyorlarmış. Ramazan-ı Şerif ayı içinde olduğumuzdan nasıl namaz kılmamızdan, nasıl oruç tutmamıza ve nasıl tesbihat yapışımıza varıncaya kadar hepsi rapor ediliyormuş. Üç ay kadar İnebolu Cezaevinde kaldık.

    Sonra Dahiliye Vekili Hilmi Uran İnebolu'ya geldi. Bu kadar "vatan hâini" inebolu'dan nasıl çıkar diye merak etmiş. Dosyalarımızı incelemiş, bize de uzaktan bakmıştı. Yeni baştan bir komisyon kurdular, azılı bir masonu başkan yaptılar. Yeniden ifadelerimiz aldılar. Kitap yazanları ve kitaplarda ismi geçenleri ayırarak l3 kişi tesbit ettiler. Diğer dosyaları muameleden kaldırdılar.

    Bu arada özel olarak hazırladıkları adamlar ve kadınlar vasıtasıyla kahvelerde, sokaklarda ve evlerde bizim "vatan haini, Kürtçü ve Hû'cu" olduğumuzu, sürgüne gönderileceğimizi, sınırdışı edileceğimizi veya idam olacağımızı halka duyurarak bizimle alâkaları kesmeye çalışmışlar. Çoluk çocuğumuz sokağa çıkamaz olmuş, birçoğu da hastalıklara yakalanmıştı.

    Bir gece geldiler, ellerimizi urganla birbirimize bağlayarak jandarma süngüleri altında bir vapura bindirdiler. İki gün sonra İstanbul'a vardık. Vapurda serbest bırakmışlardı. Bir gece de İstanbul'da rıhtımda yattık. Fakat serbest idik. Camiye ve tanıdıklarımızın yanına kadar gitmemize müsaade ettiler.




  3. #3
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: İbrahim Fakazlı



    "İbrahim kardeşim korkma"

    Ertesi gün İzmir'e hareket eden vapurla İzmir'e vardık. Bir gece otelde yine serbest yattık. Bir gün sonra trenle Denizli'ye gittik. Orada savcılık kanalıyla Denizli Hapishanesine vardık. Hapishane kapısında jandarma ve gardiyanlar bizi tekrar sıkı bir aramadan geçirdiler. Koridor kapısından birer birer içeriye yürümemizi söylediler. Benim önümde giden birkardeş sağ tarafta biraz bekledi. Ben de arkasındaydım. Demir parmaklıklı bir kapı gözüme ilişti. Etraf zifiri karanlık, bir de ne göreyim: Üstad. Hemen demirlerin arasından mübarek ellerine sarıldım ve öpmeye koyuldum: "İbrahim, kardeşim korkma! Hiç merak etme, korkma!" diye teselli ediyordu.

    Ağlayarak ayırılmak mecburiyetinde kaldım. Zira kapı tarafından çalışan düdükle yürümemi istiyorlardı. 20 metre kadar ilerledim, karanlık koridorun sol tarafında önümde giden arkadaş bir kapının önünde durmuştu. Demir parmaklıklı kapının arkasında benzi sararmış bir zat duruyordu. Uzun boylu, başı açık, üzerinde pamuklu, dikişli, açık rengi solmuş uzun bir hırka. Veysel Karani'yi andıran bu zat, o arkadaşa, "Kardaşım, karşımızda küfr-ü mutlak var" diyordu. Bir ara bu zat benim karşımda da aynı cümleyi tekrar etmişti. Tüylerim diken diken oldu. "Karşımızda küfr-ü mutlak var." Birden bana canlılık geldi. O anda kendimi küfr-ü mutlak karşısında lâkayd bir şahıs olarak değil; küfre razı olmamış, ona karşı cephe almış bir mücahid gibi gördüm. Çok sevindim. Parmaklık içinde bize bakan bir kardeşimize "Bu zat kimdir" diye sordum. "Hafız Ali" cevabını verince, senelerden beri gıyabında son derece hüsn-ü zan beslediğimiz, sevip saydığımız müsbarek Hafız Ali Ağabeyimiz olduğunu öğrenip yolumuza devam ettim.

    Daha ileride duran bir gardiyan beni yüksek duvarlarla çevrilmiş bir arsaya, oradan da harebe bir banyo dairesine koydu. Daha sonra gelen kardeşlerle orada bekledik. Akşamleyin o ufacık banyolukta İstanbul ekibi Seyyid Şefik, Gönenli Mehmed Efendi, Şemseddin Yeşil vesaire... Mehmet Migenli, Hilmi, Sadık Beyler, Mehmet Tevfik Yakamercan, Kastamonu mangası da 20 kişiden fazla idik. Üzerimize kapıyı dışarıdan kilitlediler. Üst üste ancak ayakta duruyor bir halde orada kaldık. Sabah olunca her türlü ihtiyacımızı temin ediyorlardı. Gecede bir kaç kere def-i hacet icap eden yaşlı arkadaşlar için boş bir teneke vermişlerdi. Onunla idare ediyorlardı. Böylece bir hafta kadar orada kaldık. Sonra bizi daha büyükçe bir barakaya aldılar. Orada da su ve hela yoktu.

    Bir gün başsavcı ve yardımcısı gelerek bizim barakya girmişlerdi."Şemseddin Yeşil kim?" diye seslendiler. O da, "Benim" dedi ve ayağa kalktı. Şemseddin Hoca o sırada bir yemek hazırlıyordu. Savcı onun önüne vardı, fakat her nedense yemek kabının içine bastı ve yemek devrildi. "Sen misin Şemseddin Yeşil?" dedi. O da "Evet benim" dedi. O akşam Şemseddin Hocayı gayr-ı mevkuf çıkardılar. Meğerse Yeşil soyisimli Reisi cumhur başkâtibi bir akrabası varmış. Onun iltimasıyla gayr-ı mevkuf yapmışlar. Daha sonra mahkemelere dışarıdan iştirak etti.




  4. #4
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: İbrahim Fakazlı



    "Yardım yapamamaktan üzülüyordu"

    Denizli Hapsinden tahliye olduktan sonra nerede kaldınız?

    Denizli'den tahliye olduğumuz gün ikindi namazını Hz. Üstad ile beraber Ahmed Çavuşun hanında kıldık. Üstad bize, "Beklemeyin, hemen gidin" demişti. Benim de fakir ve garip bir köylümüz olan İzzet Turgut Efendiyi memlekete götürmem lâzımdı. Bu kakdeşimizin mutlaka benimle gitmesi lâzımdı. Zira ne paradan anlardı, ne kimseden beş kuruş isterdi. O akşam trene binip gitmemiz gerekiyordu. Fakat İzzet Efendi için bilet parası bulmam gerekiyordu. Bunun için bazı kardeşlere müracaat ettim. Oraya buraya koşarken bir arkadaş bana, "Seni Âtıf Ağabey arıyor, Ahmed Çavuşun kahvesinde" dedi. Ben de Âtıf Ağabeye "Allah'a ısmarladık" diyecektim. Bizler içeride iken kendisine emanet edilen bazı maddi yardımlardan gönderir, ben de bizim koğuştaki fakirlere dağıtırdım.

    Gittim, kahvede bir zat ile oturuyor; selâmdan sonra bana, "Bak, bu ağabey fakir Nur şakirdlerine yardım ediyor. Senin de tanıdığın böyle kimse varsa söyle" "Ben de bizim İzzet Efendi için koşuyorum çok iyi oldu" deyince, bu zat masanın üzerinde kocaman bir mendilin bağlı olan uçlarını çözdü, açtı. Mendilin içi demet demet parayla doluydu. Bir demet aldı, bana uzattı. İçinde kaç lira olduğunu sordum. Yüz adet bir liralık banknot olduğunu söyledi. O zaman bu yüz kuruşla l5 tane somun ekmeği alınıyordu. Demeti saydım, içinden 36 lira aldım, gerisini kendisine uzattım. Fakat almadı. Benim almam için rica etti, yalvardı. Ben de dedim: "Bu parayı ben de emaneten alıyorum. Bakın, benim cebimde 36 liram var, bana İnebolu'ya kadar yol parası ve harçlık olarak kâfidir. Sizden ancak İzzet kardeşimiz için 36 lira alabilirim, yoksa hiçbirisini almam." Çok üzüldü, fakat sonunda razı oldu, "Daha başka fakirler varsa gönder" dedi.

    Ben artık kimseye bakamadım, ancak trene yetişebildik. Tren akşam namazı vakti hareket edecekti. Baktım ki o zat elinde para bohçası, istasyonda dolaşıyor ve istediği gibi bağış yapamadığı için ağlıyordu.

    Kardeşlerim, bu bir evliya menakibi değil; benim bizzat içinde bulunduğum ve Nur şakirtleri içinde cereyan eden bir gınay-ı kalbî hadisesi ve onların ihlâslarının son derece dikkate değer bir nümûnesidir. Zira herbiri fakr-ı hal içindeydi, tren parası olmayanlar o uzak yerlere yürüyerek gittiler.

    ***

    İslâmköylü Hafız Ali Efendi merhumla koğuşlarımız ayrı olduğundan fazla bir bilgim yok. Son derece muttaki bir zattı. Denizli meyvesi olan Meyve Risalesini yirmiye yakın yazmış ve hasta olup hastaneye kaldırılmış ve orada şehid olmuştu. Allah şefaatlarından ayırmasın. Âmin!



    Hasan Feyzi ile beraber

    Hasan Feyzi efendi ile nasıl tanıştınız?

    Denizli hapsinde iken birgün, ambalaj kâğıdı şeklindeki bir mektubu bizim koğuşa dışarıdan getirdiler; Arapça bir mektuptu. Arapça bilen hocalarımızdan Seyyid Şefik Efendiye "Okuyun" diye verdik. Mektubu okumaya başladı:

    "Esselâmü Aleyküm yâ müdriken lizâlikel'z-zamân" ibaresiyle başlamış olması bizim dikkatimizi çekti. Mektubun altında Hasan Feyzi imzası vardı. Bu ismi hiç duymamıştık. Bu saygı ve sevgi ve temennilerle dolu mektubun Üstad Hazretlerine yazıldığına hükmettik. Mektubu Üstad Hazretlerine ulaştırmak için gönderdik.

    Bu zat mahkeme günlerinde yolda, cadde üzerinde bir kenarda durur ve bize selâm verirdi. Her zaman aynı zatı geçerken orada görürdük. Tahliyeden bir sene sonra, temyiz mahkemesi beraat kararını tasdik edip kitaplarımızın iadesine karar verince, İnebolu namına kitapları mahkemeden geri almak için kardeşler beni gönderdiler.

    Denizli'ye geldiğim gün çok şiddetli bir yağmur vardı. Delikli Çınar semtinde bir meydanlığın ortasında şemsiye elinde Mahkeme Reisi Ali Rıza Beyi görerek elini öptüm ve kendisine, "Hz. Üstada gideceğim, bir emriniz varmı?" dedim.

    "Çok selâmlarımı söyleyiniz, bize dua etsin" derken gözlerinden yaşlar akıyordu. O akşam bir arkadaşa rastladım ve beni Hasan Feyzi Ağabeyin evine götürdü. O gece, Üstad Hazretleri için yazmış olduğu "Boyun bâla gözün şehlâ" diye başlayan manzumeyi bir yığın kâğıtlar arasından bulup çıkardığı bir lise defterinden okudu, bana yazdırdı. O gece sabaha kadar onları tesbit ettik ve mahkemeden kitapları alarak postahane vasıtasıyla İnebolu'ya gönderdim.

    Ben de Hasan Feyzi Ağabeyin mektuplarını ve manzumesini alarak Emirdağı'na müteveccihen hareket ettim. Üstad Hazretlerinin huzuruna vardım, emanetleri, Hasan Feyzi Ağabeyin ve Hâkim Ali Rıza Beyin selâmlarıyla beraber teslim ettim.

    Bizim mahkememiz devam ederken, zabıt kâtiplerinden birisi mahkeme riyasetinde bulunan kitapları birer birer Hasan Feyzi Efendi'ye götürerek okuttururmuş. Bu suretle mahrem ve gayr-ı mahrem bütün mahkemedeki eserleri Hasan Feyzi Ağabeyimiz okumuş. O Arapça mektubu da o suretle yazıp hapishaneye sokmuşlar.




  5. #5
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: İbrahim Fakazlı



    "Bir Ermeni Üstadı zehirlemişti"

    Üstad Hazretlerini Emirdağ, Isparta ve İstanbul'da ziyaret etmiş miydiniz?

    Ben Hz. Üstadı müteaddit defalar Emirdağ'ında ziyaret ettiğim gibi, bir defasında Üstad, bendenizi lütfederek bir gece evinde misafir etmişti. O gece Zübeyir kardeşimle beraberdik. Üstad dolabından ekmek çıkardı, kesti, kavanozdan da bir miktar bal çıkardı. Balı ekmeğe sürerek ağzıma koydu. O geceyi ve o ziyafeti hayatımın en büyük ve unutulmaz mes'ud bir ânı olarak biliyorum.

    Üstad, bendenizi birgün Isparta'daki evinde de misafir etmişti. Orada Ceylan ve Zübeyir ve diğer iki kardeşimle beraber bulunmuştuk.

    İstanbul'da Sirkeci'de Akşehir Palas Otelinin en üst katında Üstadın odasının karşısında bir hafta kadar kalmış ve hizmetinde bulunmuştum. Hatta bir gece yarısı Zübeyir, Muhsin, Ziya kardeşleri Süleymaniye'ye istirahat etmeleri için göndermiş, nöbeti devralmıştım. O gece saat l veya 2 raddelerinde kapım açıldı. Baktım ki Üstad Hazretleri, Çok şiddetli bir halde, "Çabuk, otel müdürünü bana çağır" dedi. Ben hemen aşağıya koştum, nöbetçiyi uyandırdım. Birkaç sandalyeyi birleştirip üstünde uyuyan Ziya kardeşi gördüm, o da uyandı ve yukarı çıktık.

    Hz. Üstadın yemek kapı pencerenin dışında imiş, içine zehir atmışlar. Üstad yemekten yemiş, zehirli olduğunu anlamıştı. Komşu odalarda yatanların tahkikatını yaptırıyordu. Otelci işin içinden çıkamamıştı. Fakat Hz. Üstad, iki yan odalarda yatan yolcuların ifadelerini alarak içlerinden Ermeni Taşnak militanını bizzat tesbit etmişti. Bu adamın su-i kasdı yapmak üzere Edirne'den geldiğini, gece yarısı otele gelip yandaki odanın penceresinden Üstadın tabağına zehir attığını, Hz. Üstada itiraf edip af dilediğini gözümüzle gördük.



    "Üstad beni yolcu etti"

    Üstadı en son nerede ziyaret ettiniz?

    En son ziyaretim Emirdağ'ında olmuştu. Bizim bu ziyaretlerimiz mutlaka bir hizmet ve bir vazife vesilesi ile olurdu. Kitap alır, kitap verirdik. Ondan sonra bir daha yüzyüze gelemedik. Bu sefer Üstad beni yanından ayırmadan "Seni Eskişehir'e kadar ben götüreceğim, selâmetleyeceğim" dedi ve Eskişehir'e giden arabadan Ceylan'a yer ayırttırdı. Üstad, zübeyir ve Ceylan beraberce Eskişehir'e gittik. Yıldız Otelinin üst katında bir odaya çıktık. Orada Üstada pekçok misafir geldi. Üstad, benimle musafaha ederek ve pek çok müjde ve dualarda bulunarak salavatladı. Ben ise ellerini, ayaklarını öperek ve nasıl ayrılacağımın perişanlığı içinde hıçkırıklarla ağlıyordum. Şimdi anlıyorum ki, elveda için beni Eskişehir'e kadar götürmüş ve bir daha görüşmeye muvaffak olamamıştım.

    Risale-i Nuru tanıdıktan sonra kaç adet Risaleyi el yazısı ile yazarak çoğalttınız?

    Benim yazım o kadar güzel değildi. Birçok Risale yazmıştım. Meselâ Birinci Söz'den Dokuzuncu Söz'e kadar olan kısmı beş yüz nüsha yazmışımdır. Fakat bu yazdıklarımın adedini ve neler olduğunu bilmiyorum, yanımda da yoklar. Zira biz o sıralarda yazdıklarımızı Üstad Hazretlerine gönderiyor yahut götürüyorduk. Meselâ, Asâ-yı Musa ve Zülfikar'ı yazdık, Üstad Hazretlerine verdik. Üstaddan mektuplar, lâhika ve zeyiller geliyordu. Biz de yazıp çoğaltarak halka dağıtıyorduk. Şimdi elimde ancak Denizli ve Afyon hapsinin Nurlarından bir kısmı mevcud ve Yirmiyedinci Mektup ve lâhika ve zeyilleri..

    Üstad Hazretleri İnebolu'ya niçin, ne zaman, nasıl "Küçük Isparta" demişti?

    Üstad Hazretleri neşriyata çok ehemmiyet verirdi. İnebolu'da el ile risalelerin yazılması ve pekçok neşriyata vesile olması ve hiçbir yerde yokken ilk defa teksir makinesinin inebolu'da olması Üstadı çok memnun etmişti. Isparta kelimesi Risale-i Nurun neşriyatında bir alem, yani Risale-i Nur neşriyatının özü ve çekirdeği olduğundan bu faaliyeti "Küçük Isparta" diye mübarek Üstad taltif etmiştir telakki ediyorum.

    Kastamonu kazaları içinde Risale-i Nur neden en çok İnebolu'da yayıldı?

    Bu sualin zahir cevabını Ahmet Nazif Ağabeyimizin İnebolulu olması ve İnebolu'da bulunması olarak söyleyebilirm. Mânen de-Allahu âlem-İnebolu Risale-i Nura heryerden daha çok muhtaç olduğundan lütf-ü Hakla buna mazhar olmuş. Ahmet Nazif Ağabeyimizde kitabet, bağlılık tarif edilecek gibi değildi. Cenab-ı Erhamürrahimin ona âlem-i saadette ecir ve hasenatını ihsan buyursun. Sevgili Üstadımızın şefaatine nail eylesin.




  6. #6
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: İbrahim Fakazlı



    "Zalimler için yaşasın cehennem!"

    Afyon hâdisesi nasıl meydana geldi?

    l950'den evvel uzun seneler süregelen buhranlı bir devirde Risale-i Nur neşriyatı gerek el yazması ve gerekse teksir makinası ile son derece sür'atli devam ediyordu. Bu arada memlekette bir de yeni yeni dalgalanmaya başlayan Demokrat Parti hâdisesi vardı. İktidar bu muhalefeti önleme bahanesi altında türlü türlü baskılar icat ediyordu. O günkü idarecilerin evhamlarını tahrik ederek anarşiyi teşvik ile ortalığı bulandırmak isteyen gizli din düşmanları, Nur talabeleri ve muhterem Üstadımızın aleyhine jurnaller tertipliyor ve zulümler sahneliyorlardı.

    Bu korkunç yaşantılar içinde meselâ, bir Başvekil l63'üncü maddenin daha şümûllü ve daha çok cezalı şekle sokulması müzakerelerinde bu kanun ve maddelerin şiddetlendirilmesini muhalefet aleyhine değil, doğrudan doğruya Said Nursî ve talebelerinin hakkında tatbik edilmesini Millet Meclisi kürsüsünde söylüyordu.

    İşte böyle karanlık, boğucu ve maddî-manevî ıztıraplı günlerde bir haber aldık ki, Haz. Üstad ve Nur talebelerini tevkif etmişler ve Afyon hapsine koymuşlar. Ve yine haberaldık ki, Kastamonu'dan Mehmed Feyzi Efendiyi de tevkif edip hapse koymuşlar. Bu acı haberleri aldıkça son derece müteessir oluyorduk;

    İnebolu'da aynı baskı ve kâbuslu hava hergün dozunu arttırıyor, baskılar yapılıyor, işleri ve evlerimiz aranıyor ve olanca şiddetiyle tedhişler sürdürülüyordu. Asıl hedef, İslâmiyet ve hizmet-i Kur'âniyenin durdurulması ve söndürülmesiydi. Neden ezân-ı Muhammedî okutulmuyordu, neden Kur'ân yasaktı, neden hac yasaktı?

    O günlerde Afyon'dan aldığımız bir haberde yüze yakın din kardeşmizin nâhak yere birtakım bahanelerle hapse atıldığını, evlad u iyallerinin perişan olduğunu, ocaklarının söndürüldüğünü ve çeşitli işkencelere maruz bırakıldıklarını düşünerek yemekten, içmekten ve uyumaktan kesilmiştim. O heyecan içinde 5-l0 sayfalık mektuplar yazarak hapisteki kardeşlerimize ve ağabeylerimize teselliler yazıyor ve onların kırılmış kalblerini tamir ve bu zulümlere uğramalarına sebep olan Risale-i Nur neşriyatının kudsiyetini, bu asırda yapılan cihadın en makbul bir cihat olduğunu; madem ki siyasî bir faaliyetimiz yoktur, Risale-i Nur lâik idareye ilişmiyor ve Risale-i Nur Kur'ân'ın mânevî ve tefsiridir. Binaenaleyh idareciler de Risale-i Nur talebelirine ilişmemelidir; eğer ilişirlerse bu bir zulümdür. Öyleyse "Zalimler için yaşasın Cehennem deriz" meâlinde yazıp gönderdiğim mektupların tamamı hapishane kapısında ele geçmiş.

    Ayrıca İnebolu'dan Afyon'a giderek hapishane kapı ve pencerelerinden görüşüp ordakilere yardıma çalışırken beni tesbit etmişler. Dinleyici olarak bulunduğum bir mahkeme, gizli celsede tevkifime karar vermiş ve bu kararı telgrafla İnebolu'ya bildirmişti. İşte bu mahkeme celsesi l7 Ağustos l948 Perşembe günü olmuştu.




  7. #7
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: İbrahim Fakazlı



    Yeni Camide esrarlı görüşme

    İlk defa nerede ve nasıl tevkif edilmiştiniz?

    l948 senesinin Eylül ayının ilk haftalarında idi. Afyon'da, o günlerdeki Risale-i Nur mahkemelerinin bir celsesinde dinleyici olarak bulunup bir hafta kadarda Afyon'da kardeşlerin hizmetlerini ifadan sonra İnebolu'ya avdet etmek üzere İstanbul'a gelmiştim. Merhum Hüseyin Gülcü kardeşimizle karşılaştım ve tevkif edildiğimi öğrendim.

    Derhal yatmış olduğum otelden ayrıldım. Zira eşkâlimi bildirerek veya inebolu'dan beni tanıyan taharriler İstanbul'a gelebilir düşüncesiyle oteli terk ettim. Ve Afyon'a gelip teslim olmaya karar verdim. O sırada İstanbul'da bulunan İnebolu'lu Salih Uğurtan ve Gülcü Hüseyin kardeşimizle son bir defa daha görüşmek üzere Eminönü'nde Yeni Cami'de ikindi namazını müezzin mahfilinin altında kılarak oradan ayrılacağız diye randevulaşmıştık. İkindi namazında orada buluştuk.

    Bir de İstanbul'lu Emin isminde bir kardeşimiz vardı. Dört kişi olmuştuk. Cemaat dağıldı, biz dört kişi müezzin mahfilinin altında oturup sohbet ediyorduk. Durumu değerlendiriyorduk. Salih Efendi İstanbul'da kalıyordu. Rahmetli Hüseyin Efendi inebolu'ya dönecekti. inebolu'da en büyüğü 6-7 yaşlarında 4 çocuğum ve hastalıklı ailem ve ihtiyar babam vardı. Onların durumlarını konuşuyorduk. Zaten Gülcü Hüseyin Efendinin evinde kiracı idim. Ailem, çocuklarım ve babam üzelmesinler diye tevkifimin duyurulmamasını konuşuyorduk.

    Camide kimse yoktu. Bazen bir-iki kişi gelerek arkada vakit namazını kılıp gidiyorlardı. Bu sırada camiin Eminönü kapı perdesi ses çıkararak açılıp kapandı. Benim yüzüm biraz o tarafa dönüktü. O günlerde yanımdan geçen herkese bir şüpheyle bakıyordum. Sivil polislerden çok şeyler çekmiştim. Sair zamanlarda dahi bizi takip ederler, gittiğimiz yerlere giderler, yoktan bahanelerle arama yaparlar, karakola kaldırırlardı. Onun için bende böyle bir alışkanlık olmuştu.

    Bu kapı perdesinin sesi camide yankı yapınca biz hepimiz kapıya doğru baktık. İçeriye, elinde pabucu, bir kolunun altında siyah bir çanta, başı açık, 35-40 yaşlarında esmerce, uzun boylu, sakalsız, bıyıklı, hâki renkli elbiseli, nuranî bir zat girdi. Üç adım kadar yaklaştı ve durdu. Hatırımda kaldığına göre şöyle selâm verdi: "Esselâmü aleyküm ey bu kâinatın tedbirinde irade sahibi olan ve benim o zatın kapısında köpeği olduğum üç büyük kutbundan ferdiyet makamı kendisine verilen o zat-ı akdesin mensupları" diyerek yüksek sesle bizlere hitâp etti. Biz gayr-ı ihtiyarî bir halde, "Ve aleykümüsselâm ve rahmetüllahi ve berekatühü" dedik ve birbirimize bakıştık. Gözlerimizle bu "Kim acaba?" der gibiydik, fakat kimsede bir yakınlık alâmeti yoktu.

    Bu zat biradım daha yaklaştı, daha beliğ ve uzunca bir tarifle tekrar selâm verdi. Biz yine aynen cevapladık. Fakat benim kafam karışıktı. Evvela, "Bir taharri olabir" dedim. Çünkü o sıralar her gittiğimiz yerde emniyet mensupları bizi tanırdı. Zaman zaman bu çeşit tartışmalar da olurdu. Ama bu ikinci selâmda değişik bir hava esti, kafam da karıştı. Bu defa geldi, müezzin mahfilinin mermerlerine dayandı. Üçüncü defa aynı selâmın daha beliğini ifade etti. Bizim hayret bakışlarımız altında kemâl-i edep ve ciddiyetle şöyle söyledi:

    "Suriye, Arabistan ve Mısır'ı gezdim. Mısır'ın Kölemenleri dahi o benim kapısında köpeği olduğum ve kâinatın tedbirinde kendilerine kudret ve vazife verilen üç büyük kutb-u âzamdan me'muriyet-i kübra ve ferdiyet makamının sahibi olan o zat-ı akdesin adı anılırken ayağa kalkıp feryad ediyorlar" diyerek yüksek sesle bir hatip gibi konuştu, sonra "Hepimiz benim gözüme bakınız" dedi.

    Tabii biz susuyor ve neticenin nereye varacağını bekliyorduk; donmuş kalmıştık, kımıldamıyorduk. Dördümüz de bu zatın gözüne bakmaya başladık. Hatırımda kaldığı kadarıyla baş tarafta Gülcü Hüseyin, onun yanında Salih Efendi ben vardım, en sonda da Emin kardeş vardı.

    Bu zat başta Hüseyin Efendiye doğru parmağıyla işaret ederek "Sen değil" dedi. Üçüncü şahıs bendim. Sonra bana parmağıyla işaret ederek "sen" dedi, "o benim kapısında köpeği olduğum... Sen, o zatın yanına gideceksin" diyerek çantasını açtı ve içinde bir gazoz şişesi kadar büyüklükte beyaz ve içi dolu bir şiyeyi çıkararak bana uzattı, "Bunu iç" dedi.




  8. #8
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: İbrahim Fakazlı



    "Bu adam bizi nasıl teşhis etti?"

    Bu hâdise karşısında hepimiz hayrete düştük. "Bu adam kimdi ve bizi nasıl teşhis etti, beni nereden bildi? Bu şişede ne vardı?" Bu meçhuller benim kafamdan yıldırım hızıyla geçerken, "Bu zatı teşhis hususunda bu anda ne yapabiliriz?" diye bir çare arıyorduk. Bu arada kendisine teslim olmaktan başka da yapılabilecek bir şey kalmadığını anlamıştım. Ama yine de bir fikre sahip olmak için onu konuşturmak maksadıyla şöyle konuşmaya başladım:

    "Efendim, mesele anlaşılmıştır. Biz her hal ü kârda ihtiyat içindeyiz. Ama şimdi bu ihtiyatın hiçbir lüzumu kalmadı. Ve biz size tamamen teslim olduk. Lütfen buyurun aramıza gelin, sohbet edelim, oturalım."

    "Şimdi hemen gitmeliyim. Çok mühim vazifelerim var. Siz hemen bu suyu için" diyerek şişeyi bana verdi. Ben şişeyi aldım. Ama yine de onun bir ifadesini anlamak için, "Kabul hepimiz içeceğiz" dedim.

    "Olmaz, sen içeceksin. Zira sen o benim kapısında köpeği bulunduğum zatı göreceksin ve yanına gideceksin" diye ısrar etti.

    "Peki, ama bir meseleyi öğrenmek istiyorum. Siz bizi teşhis ettiniz; tamam. Ancak, biliyorsunuz, bzim derslerimizde ve hayatımızda uhuvvet esastır. Madem ki makam ve mertebe yoktur, öyle ise bana verdiğiniz bu hediye, o zat-ı mübarekin huzuruna gideceğim ve onu göreceğim için bana bahşedilen bir mübarek ikramdır. Ben ise bu ikrama onun sebebiyle mazhar oluyorum. Öyle ise bu mübarek zat bizleri kardeş eylemiş. o uhuvvetin hukukuna riayet ederek bu ikramı hepimiz paylaşmalıyız" dedim.

    "Peki, öyle ise olsun" diye müsaade etti. Ben de "Bismillah" dedim, şiyenin mantar kapağını açarak bir kısmını içtim. Yanımda hepimiz bu sudan içtik. Bu bir zemzem-i şerifdi. Teşekkür ettik. Sonunda şişeyi iade ettim.

    Bu defa bana hitaben, "Sen beni yarın öğle namazını müteakip şu ilerideki direğin dibinde bekle. Sana otuz senedir kendisine verilmek üzere yanımda emanet olarak duran o kapısında köpeği olduğum zata göndereceğim" dedi.

    Ben de "Efendim, ben halen mevkuf bulunuyorum. Beni arıyorlar, ben bu akşam derhal 8.00 treniyle hareket edeceğim" dedim.

    Bu defa bir Besmele-i Şerif çekerek bir âyet-i kerime okudu ve şöyle dedi: "Kâinatta hiçbir hadise yoktur ki, Onun izin ve iradesiyle olmasın. Sen Kur'ân-ı Hakimin himayesi altındasın, korkma, sana hiçbir şey yapamazlar"deyince, "Peki" dedim.

    Derhal geldiği yerden çıktı, gitti. Sonra kardeşlerle birbirimize sarıldık. Hayretler içinde kalarak biraz daha oturduk ve akşam hareket etmekten vazgeçip rahmetli Hüseyin Efendinin Üsküdar'daki fakir ve ihtiyar ablasının evine gidip geceyi orada geçirmeyi ihtiyata muvafık bulduk. Aziz Mahmud Hüdai Hazretlerinin komşusu olan o fakirhanede sabaha kadar misafir olduk. Okuduk, sahbet ettik. Sabah herkes işine gitti, Hüseyin Efendi de İnebolu'ya dönmek üzere hep beraber oradan ayrıldık.

    Ben öğle namazında Eminönü Yeni Cami'ye gittim. Namazdan sonra o zatın tarif ettiği sütunun dibine oturdum. Biraz sonra tekrar çıkageldi. Bana bir Hicaz tesbihi ile bir misvak verdi. Bir de o anda kaydedemediğim Arapça isimli bir şey söyledi "Onu vereceğim, zira elinden alacaklar" dedi ve bana çok dualar etti. Aynı kelâmları söyleyerek Hz. Üstada selâmlar gönderdi, sonra da ayrıldı gitti. Ben de o gün akşam treniyle Afyon'a hareket ettim. Bir kuş gibiydim, nereye bastığımı, nasıl gittiğimi bilmiyorum.



    "Savcı ile yüzyüze gelince"

    Ne İnebolu, ne çoluk çocuk, ne para hiçbir şey hatırıma gelmiyordu. Ayağımda yamalı bir pantolon, sırtımda eski bir çeket, başım açık, sepet elimde, lal ve hayran gidiyorum. Trende yer bulmak, oturmak şöyle dursun, ayakta duracak yer bile yok. Fakat Afyon'a nasıl vardığımı bilmiyorum. Acaip hâdiseler ve rüyalar peşpeşe, ayazlı bir şafak vakti Afyon'a vardım.

    Atlı arabayla sabah namazına erişirim diye şehirdeki ber-mutad bir hana indim. Namazdan sonra hemen hapishaneye gittim. Kardeşlere bir pusula yazarak "Birşey istiyorsanız kapıda bekliyorum" dedim. Böylece üç gün Afyon'da dışarıda yapılacak hizmetleri gördüm. l0 Eylül Cuma günüsabahı sepetimi elime alarak savcının kapısına vardım, kapıyı vurdum. İçeriden daktilo sesleri geliyordu. Bir ses "Gir!" dedi ve girdim.

    "Efendim benim ismim İbrahim Fakazlı."

    "Neee!" dedi.

    "İbrahim Fakazlı."

    "Hani evrak, hani jandarma" diye çıkıştı.

    "Efendim, kapınızda jandarma ve polis yok."

    "Be adam," dedi. "Ben sana kapıdaki polisi, jandarmayı sormuyorum: seni İnebolu'dan getiren zabıtayı soruyorum"

    Zile bastı, bir jandarma ile kapıcı geldi. Onlara bağırıp çağırdı: "Nereye gitmişler, bu sanığı bırakıp da" diye.

    Baktım zavallılar fena oluyor.

    O sırada yere atılmış vaziyette duran Risale-i Nurları göstererek, "Âlim ve hâfızmışsın, bu Kur'ân tefsirleri olan Risale-i Nurları böyle nasıl yerlere attın, Allah'tan korkmadın mı?" dedim.

    Birden "Sus!" diye bağırdı: "Arayın şu herifi!" dedi.




  9. #9
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: İbrahim Fakazlı



    "Bir kasketin başına gelenler"

    Oradakiler üzerimi aramaya koyuldular, ceketimin düğmesini açtılar, koltuğumun altında bir kasket vardı, hemen yere düştü. Memur yerden aldı, gösterdi: "Efendim, bu hiç giyilmemiş bir kasket" dedi.

    Ben bu kasketi savcılığa gelmeden önce l00 kuruş vererek çarşıdan yeni almıştım. Zira mevkuf kardeşlerimizden dinlemiştim. Bazı kardeşleri, "Siz neden şapka giymiyorsunuz? Bunlar şapka düşmanı, falanın düşmanı" diye çok dövmüşler, zulmetmişler. Ben de Denizli'de Hz. Üstadın elinde böyle bir kasketi görüyordum. Mahkemeye giderken eline alır ve mahkemede tahtasıranın üzerine koyarak üzerine otururdu. Ben de onu hatırladım ve lüzumsuz zulme uğramayayım diye alıp kolduğumun altına koyarak ceketimi iliklemiştim.

    "Bak, bu da kurnaz, hem kasketi var, hem de giymiyor" dedi ve beni bir perdenin arkasına çekerek "Gel buraya" dedi. Baktım ki, yüzlerce havlu, beyaz bez, âbani, sarık yığın halinde duruyor. Bunlar, Isparta, Barla ve civarlarından gelen o mübarek ihtiyar kardeşlerimizin başlarını soğuktan korumak için taktıkları çeşitli atkı ve sargılardı. Bu bana çok dokundu: "Mustantık Bey" dedim, "Siz, hem âlim, hem de hâfız olduğunuzu söylediniz. Bu Kur'ân tefsirlerini ve bu kaşkolları vesile yaparak zavallılara zulmettiniz."

    O esnada jandarmayı kelepçeye göndermişti. O da geldi, kelepçe elinde, bekliyordu. "Gerek devletime, gerekse kıymetli Mehmetçiğime eziyet olmasın ve lüzumsuz masraflar olmasın diye o kadar uzak mesafeden buraya kendi kendime geldim. Şurada yüz yüzelli metre mesafedeki hapishaneye kadar iki jandarma nezaretinde ve kelepçe takarak göndermeniz ayrıca çok büyük bir zulümdür. Bunu bildiğiniz halde yapıyorsunuz. Elbette sizden Mahkeme-i Kübrâda bunlar sorulacak" dememle birlikte, "Kâtib, yaz. Bütün dediklerini zapta geçir" dedi. Kâtip hepsini yazdı. Bana da "Şurayı, şurayı imza et" dedi. Ben de gülerek imzamı attım.

    Akabinde ellerimi arkama kelepçelediler. Sepeti de aradılar: "Bir parça ekmek, peynir, üzüm, bir tane çorap, bir de tesbih ve misvak, Bunlarda bir şey yok" dediler. Sepeti jandarma aldı ve beni hapishaneye gönderdiler.



    "Ben zaten bekliyordum"

    Hapse girerken yine aradılar, küçük bir çakım vardı. "Bu adam öldürür, alın" dediler, aldılar ve beni misafirhane dediğimiz altıncı koğuşa koydular. 5-l0 dakika sonra Ceylan'ların bulunduğu koğuş teneffüse çıktı. Kapının zincirli aralığından dışarıda gezenleri görüyordum. Ceylan benim geldiğimi haber almıştı. Geldi ve arkasını kapıya dayadı. O şekilde konuşmaya başladık. "Ben zaten bekliyordum" dedi.

    Ceylan, "Merhaba Ağabey, hoşgeldin" diye mukabele etti. Ceylan'ın yüzü bahçeye dönüktü. Benim en büyük arzum emanetleri Hz. Üstada ulaştırmaktı. İstanbul'da Yeni Cami'de geçen hâdiseyi bir kâğıda tamamen yazdım ve kapı aralığından Ceylan'ın arkadan bağladığı eline birer birer verdim. Arkasından hafifçe kulağına anlattım. O da bana yüzünü dönmeden içerideki durumu anlattı, emanetleri Hz. Üstada ulaştıracağını söyledi.

    Bizim koğuşta zavallı bir ihtiyar vardı. Çok fakirdi. Bir gece baktım, başına bir çul sarmış. Sebebini sordum. "Başım çok üşüyor" dedi. Savcılığa gelirken aldığım kasketi bu ihtiyar adama vermeyi düşündüm. Gece olunca kasketin önündeki siperi çıkardım. götürüp verdim. Adam sevindi, dua etti. Siperi de götürüp helanın deliğine tıktım.

    O gece bir rüya gördüm. Rüyamda, elimde kalın bir kitap var, kapağın üzerinde de sülüs bir hatla "küfr-ü mutlak" yazılmış.

    Önümde de bir soba var. O kitabı ötürüp sobaya attım. sonra uyandım, "Allah hayırlara tebdil etsin" dedim. Bu rüyayı da unutamam. Hâlâ düşünüyorum. O ihtiyar adam, kasket, soba ve küfr-ü mutlak arasında nasıl bir irtibat var?

    Ben oradan gün ışığını beklerdim. Havanın sükünetli ve gecenin karanlığında Hz. Üstadın inleyen sesiyle evradını okuduğunu duyabiliyordum. Bu hazin sese öyle alışmıştım ki, duymazsam üzülürdüm. Üstad, bazan da pencerenin kenarındaki duvar çıkıntısı üzerine seccadesini serer, oraya otururdu. Ben de kimsenin dikkatini çekmeden onu seyretmeye çalışırdım. o mübarek de bizi bahçede teneffüste dolaşırken seyreder, bize iltifatlar ederdi.

    Bazan nöbetçinin gafletinden istifade ederek gizlice Üstadın bulunduğu koğuşa çıkar, elini öper, bazı hizmetlerini görürdüm. Fakat bazan da yakalanır, falakaya yatırılır, cezalandırılırdım. Üstadla en rahat görüşme mahkemeye giderken olurdu. Mahkeme salonunda etrafına halka olur, kendisini dinlerdik.




  10. #10
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: İbrahim Fakazlı



    "Üstad sırtıma basarak çıktı"

    Bir defasında öğleden sonra bir celse için bizi mahkemeye sevketmişlerdi. Nedense, "Hâkim henüz gelmemiş" diye bizi boş bir odaya kilitlediler. Oda büyüktü, fakat öyle pisti ki, yerlere basmak dahi mümkün değildi. Yalnız bir kişinin namaz kılabileceği genişlikte çok tozlu bir pencere kenarı vardı. Kardeşler temizlediler. Tahirî Ağabey de boynundaki uzun ve geniş kaşkolunu oraya serdi. Böylece Hz. Üstada namaz kılacak kadar bir yer hazırlandı. Hz. Üstad pencerenin kenarına geldi, fakat pencere yerden 60-70 santim yükseklikteydi. Üstadın üzerine basıp oraya çıkabilmesi için sandalye ve sandık gibi bir şey arandı, fakat yoktu. Ben hemen sırtıma basarak oraya çıkması için Üstadın önüne yattım. Herkesin şaşkın bakışları arasında Hz. Üstad gülümseyerek enseme "keçeli, keçeli" diyerek vurdu ve sırtıma basarak çıktı. Namazını orada kıldı. Sonra da başkaları kılacaktı. Fakat mahkemeden çağırdılar. Sonra namazı kaza ettik. O günkü heyecanımı hâlâ hissediyorum ve unutamıyorum. Cenab-ı Hakka hadsiz şükolsun diyorum.

    Orada tahminen 20 kişi vardık. Hatırımda kalan isimler: Tahirî Ağabey, Hüsrev Ağabey, Ceylan, Hıfzı, Bayram, Mehmed Feyzi, Ahmed Fevyzi, Zübeyir Gündüzalp, Nazif Çelebi ve Selâhaddin.

    Çok soğuk bir kış günüydü. Öyle ki, çamlar l5-20 gün buzdan tül perde haline gelmişti. Hz. Üstadın koğuşuna gidip bir teneffüs miktarı orada kalmayı istemiştim. Bunun için şöyle bir çare düşün "Ya erhammerahimîn! Bu salavatı okuyanı Şefiül'l-Müznibîn-in şefaatine mazhar eyle. Âmin, âmin."

    "Ya erhammerahimin! Bahâî'deki hakaik-i kudsiyenin hürmetine bu nüshanın sahibi İbrahim'i ve Kâtibi Mustafa'yı Cennette mes'ut eyle. Âmin, âmin, âmin."

    "Yâ erhamerrahimin! İsm-i Âzamın hürmetine ve bu defterdeki isimlerini ve hakikatların hakkına bunu yazan Mustafa'yı ve okuyan İbrahim'i Cennetü'l Firdevste saâdet-i ebediyeye mazhar eyle. Âmin, âmin, âmin."

    "Ya erhamerrâhimîn! İsm-i Âzamın hürmetine ve ism-i Hafîz hakkına bu nüshayı yazan İbrahim'i Zalİmlerin ve Şeytanlarin Şerlerinden muhafaza eyle. Âmin, Âmin, Âmin..."

    "Allah'ım! Ya erhamerrahimîn! Cevşen'deki isimlerin ve İsm-i Âzamın hürmetine bu mûnacatı yazanı ve yazdıranı ve okuyan ve İbrahim'i ve Mustafa'yı Cennetü'l-Firdevste saadet-i ebediyeye mazhar eyle. Âmin, âmin, âmin." düm. Koğuşa teneffüse çıkıp saati doldurduktan sonra içeri girerken bun umumî helâya girecektim. Teneffüs sırası diğer koğuşa gelince Üstadın kapısı açılacak, oradaki mahpuslar teneffüse çıkacak, ben de helâdan çıkıp o koğuşa geçecektim. Böylece bir saat kadar Üstadın yanında durabilirdim. Tekrar bizim koğuş teneffüse çıkıncaya kadar yine helada kalıp bizim koğuşa geçecektim. Bunu ne pahasına olursa olsun bazan yapardık.

    Yine böyle yapmak istemiştim. Bizim koğuş içeri girerken ben helaya girdim. Bu esnada Üstadın koğuşu da açılmış, mahpuslar dışarı çıkıyordu. Ben helanın kapısına geldim. Fakat soğuktan her taraf dona kesmişti. Helanın kapısı kapanmıyordu. Ayak üzerinde durmak bile mümkün değildi. Kapının aralığından bir el gördüm. Kapıyı tutuyor ve dışarıya çıkmaya çalışıyordu. Bu el Hz. Üstadın eliydi. Ben, "Efendim, efendim ben tutayım elinizi, ibriğinizi bana verin" diye seslendim.

    Üstad, "İbrahim sen misin?" dedi ve tebessüm ederek elimden tuttu, dışarı çıktık, beraber koğuşa gittik. O günkü heyecanımı da unutamıyorum.




Sayfa 1/2 12 SonSon

Benzer Konular

  1. İsmail Fakazlı
    By BaRLa in forum Bediüzzaman Talebeleri
    Cevaplar: 3
    Son Mesaj: 10.06.09, 11:59
  2. İbrahim Han
    By Konyevi Nisa in forum Osmanlı tarihi
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 14.10.08, 10:02
  3. İbrahim Han
    By Konyevi Nisa in forum Osmanlı tarihi
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 13.10.08, 12:43
  4. İbrahim
    By BaRLa in forum İslami Şiirler
    Cevaplar: 3
    Son Mesaj: 28.06.08, 21:31
  5. 14- İbrahim
    By BaRLa in forum Kuran-ı Kerim meali
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 21.06.08, 20:24

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •