Malumdur ki nefs-i emmâre Allah’a kulluk yolunda çok sinsi ve âdi bir düşmandır. Allah’ın merhamet ve muhafaza ettiği has kulları müstesna, herkesi kandırabilecek yaratılıştadır. Onun her yaşta ve vasıfta olan insanlara göre çeşit çeşit hile ve desiseleri vardır. Alimler de nefsin tuzaklarına düşmekten emin değildir.
Huccetü’l-İslam İmam Gazali hazretleri El-Keşfü ve’t-Tebyîn fi Gururi’l-Halkı Ecmaîn” isimli risalesinde, insanların nefislerine nasıl aldandıklarını anlatırken ilim ehline de bir bölüm ayırmış ve alimlerin aldanışlarından misaller vermiştir. Ehemmiyetine binaen hulasa ederek arzedelim.
Alimlerin Aldanışları:
a) Bazı alimler şer’i ve aklî ilimleri güzelce öğrenip inceler ve hayatlarını o ilimlerle geçirirler. Ancak azalarını günahlardan muhâfaza edip ibadet ve taata yönelmeyi ihmal ederler. İlimleri ile mağrur olup, bu ilimleri sebebiyle Allah katında çok yüce makamlara sahip olduklarını, kendilerini kurtardıkları gibi başkalarına da şefaatçi olacaklarını düşünürler.
Halbuki Mevlamız Kur’an-ı Keriminde:
(قد أفلح من زكاها )[2
Buyurmuştur. Burada “nefsini tezkiye eden kurtuldu.”, buyurmuştur. Yoksa “tezkiye etmeyi bilen ve bunu insanlara öğreten” buyurmamıştır.
b) Bazı alimler, zahiri ilim ve ameli güzelce tahsil ve ifâ ederler. Zahiri masiyetleri de terk ederler. Ancak kalplerinden gafil olurlar. Kibir, riya, hased, makam ve yücelik sevgisi, ortaklarına ve arkadaşlarına kötülük yapma ve meşhur olma arzusu gibi sıfatları kalblerinden söküp atmazlar.
Mevlamız Kur’an-ı Keriminde:
يوم لا ينفع مال ولا بنون إلا من أتى الله بقلب سليم
O gün ki ne mal fayda verir, ne oğullar, ancak Allah’a selim bir kalp ile varan başka!”
Peygamberimiz (S.A.V)’de hadis-i şeriflerinde:
“Hased ateşin odunu yaktığı gibi iyilikleri yakıp yok eder.”
“Mal ve şeref sevgisi suyun bitkileri yeşerttiği gibi kalpte nifak yeşertir.”,
“Sizin üzerinize gelmesinden korktuğum şeylerin en korkunç olanı, küçük şirktir.” Ashab: “Ya Rasülellah! Küçük şirk nedir?”, dediler. Rasülüllah (S.A.V): “Riyakarlıktır.”, buyurdu.
Bu kimseler kalplerine dikkat etmeyip sadece dışlarını düzeltmeye ve bu kötü huyların tezahürlerini izale etmeye çalışırlar. Halbuki bu kötülükler kalpten sökülüp atılmadıkça ne kadar gizlense de mutlaka açığa çıkarlar.
c) Bazı alimler ise bu kötü huyların kötülüğünü ve bunlardan temizlenmenin lüzumunu kabul eder. Ancak kendisindeki halin bu kötü huyların eseri olduğunu kabul etmez. Kendini o kadar beğenmiştir ki, kendisinde kibir gibi görünen şey güya dinin ve ilmin izzet ve şerefini korumak için gösterdiği gayret-i diniyyedir. Sözlerini kabul etmeyen veya kendini kenkit eden birini duyduğu zaman ona düşman kesilir de bunu hakkı savunmak ve batıla karşı koymak olarak düşünür. Halbuki, akranından başkaları kendi yanında kötülenince hiç kızmaz, ses çıkarmaz. Dışından kızmış görünse bile için için sevinir. İcabetmediği halde şöhret için ilmini izhar eder, fakat bunu insanların faydalanması için yaptığını söyler. Halbuki yanında başka bir akranı övülse bundan rahatsız olur. Bu tür alimler nüfûz sahibi kimselere yağcılık yaparlar da bunu müslümanların faydalanması ve zarar görmemesi için yaptıklarını söylerler. Halbuki o kimselerin yanında başka bir alimi görseler rahatsız olurlar. Makam ve mal sahibi kimselerin verdiği malları almakta mahzur görmezler. Kendilerinin dinde imam olduklarını, aslında bundan daha fazlasına layık olduklarını, çünkü herşeylerinin, dinin kıyamı için olduğunu düşünürler.
d) Bazı alimler, ilimlerini güzelce tahsil ederler, azalarını günahlardan temizleyip itaatla süslerler. Zahiri günahlardan ictinab ettikleri gibi nefsin evsâf-ı rezîlesinden kurtulmak için mücadele ve mücahede ederler. Kalplerinden kötü huyları büyük ölçüde söküp atarlar. Ancak bakıyyelere ehemmiyet vermeyip kendilerinin selamete ulaştığını düşünürler de nefislerinden emin olarak gaflete düşerler. Bu gafleti fırsat bilen bakıyyeler derinde kalan ayrık kökleri gibi bir müddet sonra otaya çıkar. Kötü huylar başgösterir.
Bu kimselerin hatalarını görmeleri ve düzeltmeleri çok zordur. Çünkü bunlar kendilerini iyi ve üstün görmeye alışmışlardır. İnsanları beğenmezler ve onların arasına karışmazlar. İkaz edilecek olsalar çok zorlarına gider ve kabul etmezler.
e) Bazı alimler ilimlerden mühim olanları terkedip sadece, idarî meseleler, münakaşa mevzuları ve dünyevî muameleler gibi menfaate yakın mevzularla alakadar olup kendilerini '‘dinde fakih” olarak tanıtmaya çalışırlar.
f) Bazı alimler tasavvuf ilimleri ile meşgul olurlar. Ancak tasavvufu yaşamadıkları halde sırf bu ilimlerle meşgul olmakla kendilerinin abid, zâhid, müttaki, muhlis ve muhlas olduklarını zannederler. Halbuki kalpleri dünya ve mâsiva sevgisi ile doludur. Nefisleri besili ve rahattır.
g) Aldanan alimlerden bazıları da vaizlerdendir ki onlar dinde mühim olan hususları anlatmak yerine insanları hislendirip ağlatacak mevzuları süslü ve tesirli bir üslup ile irad edip onları ağlatmaya çalışırlar. Böylece kendilerinin çok üstün insanlar olduklarını, Allah aşkı ile dolup taştıklarını, insanları da bu aşk ile doldurduklarını düşünürler.
h) Bazı alimler ise âlet ilimlerinde lüzumundan fazla derine dalıp, sarf, nahiv, belagat ve mantık gibi ilimlerin incelikleri ile uğraşırken âlî ilimlerden istifadeye imkân bulamazlar. Bununla birlikte kendilerinin dinde büyük alim olduklarını zannederler. Halbuki bu ilimlerden kitap ve sünneti iyi bir şekilde anlayacak kadarı kâfidir. Fazlası mâ lâ yânîdir.
İmam-ı Gazali hazretlerinin mezkur eserinden hulasa ettiğimiz yukarıdaki maddeler, ta’dâdî değil, temsîlîdir. Yani alimlerin yanıldıkları tüm maddeleri saymış değiliz. Sadece bazı misaller vermiş bulunuyoruz. Şüphesiz alimler için daha nice tuzaklar vardır.
Bu tuzaklardan ve hilelerden selâmete erebilmek ancak nefsi, “mutmainne” haline getirmekle mümkündür. Bu olmadan tahsil edilen ilim tehlike demektir. Nitekim Hz. Üstazımız Süleyman Hilmi Silistrevi (K.S) hazretleri bu husuta şöyle buyurur:
“Kable’l-fenâ ve’z-zekâ yapılan her hareket ve fiil ve amel, tâlîlât-ı nefsâniyye levsiyle mülevvestir. Neticesi yok gibidir. İlk iş, ayn-ı zenb ve cehl ve hatie olan nefsin ıslahıdır. Bu salah ve zekâyı hasıl eyledikten sonra her fi’l-ü amel kabule şayandır ve pâktır. Mütalaalar kable’z-zeka vücud-ı ilmi-i gayr-i sahih vereceğinden ve enâniyyet ve bilgiçlikten yakayı kurtarmayı çok müşkil kılacağındın, bunları terk etmek ilm-i sahîh ve nâfi tâlibleri için elzemdir.
Üstazımızın bu ifadelerinden anlaşılacağı gibi tâlib-i ilmin “tezkiye ve tasfiye-i nefs” vazifesini birinci derecede görmesi, bu tahakkuk etmeden öğrendiği ve öğreneceği ilimlere itimat etmemesi icap eder.