Lügatte: Mal evi, hazine, hassaten devlet hazinesi ve maliye dairesi demektir.
Istılahta: İslam devletinin elinde toplanan malların bütününü ihtiva eden hazinedir.
Müslümanların hak sahibi olduğu ve fakat maliki belli olmayan her mal hazine hakkıdır. İster hazinenin hırzına (kasa ve ambar) girsin,ister girmesin, bu türlü mallar kabzedilince hazine hakkı olarak kabzedilmiş olur. Çünkü beytülmal bir mekan değil cihetden ibarettir. Âmme menfaatine harcanması gereken her hak hazineye ait bir haktır. Bu hak ister hazinenin hırzından çıksın ister çıkmasın gerekli yerine harcanınca hazineden çıkan bir harç(sarf mahallinde yapılan gider) hükmünde olarak çıkmış olur.
Beytülmal ilk zamanlar mücerret bir mefhum iken, Hz. Ömer (R.A) devrinde müşahhas bir mahiyet almıştır. Bu devirde varidat memba’ları artarak Medine’ye pek çok paralar gelmeye başladığından, emvâlin vaz ve hıfzına mahsus bir hazine tesis edilerek buna “beytülmal” adı verildi. Vakıa Hz. Ebu Bekr (R.A.) zamanında dahi beytülmal tabiri mevcuttu. Fakat o devirde gelen emvalden saklamak üzere bir şey kalmadığından, fiilen beytülmal mevcut değildi. Hatta bunun için bir kayıt ve hesap tutulmazdı, gelen emval vürûduyla beraber müstahaklarına tevzi’ olunmaktan başka bir şey yapılmazdı. Bu itibarlabeytülmal Hz. Ömer ( R.A) zamanında vücut bulmuştur.
Beytülmalın vâridât membağları(gelir kaynakları ):
1) Sadaka: Zekat demektir. Bununda dört membaı vardır. Mevaşi zekatı, altın ve gümüş zekatı, meyveler zekatı, mezruat zekatı.
2) Ganaim: Müslümanların muharebede ele geçirdikleri emvâle, Istılah-ı Şer’i de ganâim denilir. Buda dört türlüdür. Harb esirleri; düşman askerinden muharebede esir düşenlerdir. Adi esirler; muharebede Müslümanların eline geçen kadınlarla, çocuklardır. Arazi; üç suretle ele geçerdi. 1- Harben zabt olunan arazi. 2- Ashab-ı Kiramın hibe etmiş olduğu arazidir. 3- Bir takım şeraitle sulhen Müslümanların hakimiyeti altına geçen arazi. Menkul emval; nakli mümkün olan şeyler olup, bunlarda askere tevzi’ olunurdu.
3) Fey : Zekat ve ganaim haricinde kalan sair emvale fey namı verilir. Düşmanlardan harbsiz olarak alınan, mal ve arazi hakkında kullanılan bir tabirdir.
Beytülmâlin sarf mahalli ise Cenab-ı Hakk’ın Kur’an-ı Keriminde beyan buyurduğu sekiz sınıfadır.
إنما الصدقات للفقراء والمساكين والعاملين عليها والمؤلفة قلوبهم وفى الرقاب والغارمين وفى سبيل الله وابن السبيل. فريضة من الله والله عليم حكيم.
“Sadakalar (zekatlar ), Allah tarafından farz olarak ancak fakirlere, miskinlere, zekat me’murlarına, kalpleri Müslümanlığa ısındırılmak istenenlere,(mükâtep) kölelere, borçlulara, Allah yolundaki gazilere ve yolda kalmışlara mahsustur. Allah her şeyi iyi bilendir; hikmet sahibidir.
Bunların dışında müslimînin maslahatı ammesine menut olan mahalde tasarruf olunur. İmam-ı Gazali (R.h) İhya-ü Ulumda der ki: “Kendisinde maslahatı amme bulunmayan ganiye beytülmalin malını sarf etmek caiz olmaz.” Ulema bu babta ihtilaf etmişlerse de sahih olan budur. Hz. Ömer her müslimin cem’iyyet-i islamiyyeyi teksir eden bir müslim olmak itibarıyla beytülmal malında hakkı bulunduğuna hükmeder. Lakin bununla beraber kendisi o malı müsliminin kaffesine taksim etmiyordu. Belki bir takım sıfatı mahsuse ile muttasıf olanlara taksim ediyordu. Bu sabit olunca o halde her kim maslahatı Müslümanlara taalluk eden bir işe me’mur olur da kesb ile iştigal ettiği takdirde o iş muattal kalacak olur ise onun beytülmalde kifâyet miktarı bir hakkı vardır.
Ve bunda bütün ulema dahil olur. Yani fıkıh, hadis, tefsir, kıraat gibi dini maslahatlara taalluk eden ulum ashabı, hatta muallimler, müezzinler ve hatta bu ilimlerin talebesi dahil olurlar. Çünkü bunların kifayetlerine bakılmazsa talepte bulunamazlar. Bütün amillerde dahil olur ki bunlar dünya mesâlihi amellerine merbut olanlardır. Bunlar memleketi silah ile düşmandan, ehli bâğiden, islam düşmanlarından muhafaza eden cünüdi mürtekizadır (ulufe sahipleri). Çünkü bu mal mesâlih içindir, maslahat da ya dine taalluk eder yahut dünyaya, ulema ile din korunur, diğer cünüd ve amilin ile dünya korunur. Din ile mülk tev’em(ikiz)dir, biri diğerinden müstağni olmaz, tabibin ilmine bir emri dini taalluk etmese bile cesedin sıhhati taalluk eder de din de ona tabii olur.
Onun için gerek tabibe ve gerekse maslahatı ebdân yahut maslahatı biladda ihtiyaç bulunan ilimlerde tabib mecrasına cari olan kimselere bu emvalden maaş vermek caiz olur ki, ücretsiz olarak Müslümanları tedavi etmek için vakit ve imkan bulabilsinler ve bütün şu sayılanlar hakkında hacet de şart değildir. Zengin oldukları halde de verilmek caiz olur. Çünkü Hulefa-i Raşidin, Muhacirin ve Ensarın ihtiyaç ile maruf olmayanlarına da verirlerdi. Kezalik muayyen bir miktar ile meşrut da değildir. Belki imamın ictihadına muhavveldir. Halin iktizasına ve malın vus’atına göre iğna etmek veya kifayet miktarına kasr eylemek de ona aittir..
Beytülmal hususunda Peygamber Efendimiz; mal sahibi olarak değil bir vazifeli, bir devlet reisi olarak tasarruf etmiştir. Hz. Ömer Efendimiz kendisini beytülmal karşısındaki durumunu, vasiîn, yetimin malları karşısındaki durumuna benzetmiştir. Yine Endülüs Emevi devleti hükümdarı II.Abdurrahman bir sanatkara devlet hazinesinden otuz bin dinar vermek istediğinde, beytülmal vazifelisi devlet hazinesinden böyle bir yardımda bulunamayacağını kendisine hatırlatmış ve hükümdar otuz bin dinarı şahsi hazinesinden ödemiştir.
İşte bundan da anlaşılıyor ki hoca ve talebe kendisinin de içerisinde bulunduğu, kullanmaları ve istifadeleri için kendilerine tahsis edilen varlıkları (bina ve içerisindeki her türlü malzeme) kullanmak ve muhafaza cihetinden kendi mallarından, hatta gözlerinden daha fazla hassasiyet ve i’tina göstermelidir.
Süleyman (A.S.), kendisine postalık yapan Hüdhüd kuşunu gücendirdiği bir gün; Hüdhüd Süleyman (A.S.)’ı tehdit makamında: “Vakıf tarladan toprak alır, mülküne serper ve saltanatını yıkarım.”, dediği rivayet olunmuştur.
Bu hususta Ashab-ı Kiram bizlere ne güzel numûnedir. Sıddık-ı Ekber ( R.A) Efendimiz ölüm döşeğinde kızı Hz. Aişe’ye beytülmalden maaş almak istemediğini, Müslümanların hazinesini genişletmeye karşı büyük arzu duyduğunu ve o zamana kadar hazineden aldığı toplam miktar karşılığında filan yerdeki tarlasının hazineye verilmesini, kendisine tahsis edilen köle, deve veelbisenin de öldüğü zaman Hz. Ömer’e teslim edilmesini vasiyet etti ve bu vasiyet yerine getirildi.
Hz. Ömer Efendimiz beytülmalden ne aldığını merak edenlere; kendisinin ve ailesinin nafakasının Kureyş’ten orta halli bir ailenin geçimi seviyesinde olacağını, ancak bunu helal gördüğünü ve ayrıca Müslümanlardan herhangi biri gibi, (divanlardan) kendi payına düşecek olan maaşı alacağını bildiriyordu.
Bir hoca da beytülmalden kendisine verilen maaşı küçümsememeli ve aldığı maaşı okuttuğu ilmi mukabilinde değil de, nafakasını temin için ilim okutmaktan zaman ayıramadığından dolayı aldığı inancında olmalıdır. Zaten âlimin ilmini ücret mukabilinde okutması caiz değildir.
Bu hususta Davut ( A.S.) bizlere ne güzel numunedir.
“Davut (A.S) İsrâiloğullarına melik olduğu zaman tebdil-i kıyafet eder, insanların arasında dolaşır, kendisinden sorardı. İnsanlarda ona sena ederlerdi. Cenab-ı Hakk Ona (Davut A.S) insan suretinde bir melek gönderdi. Davut (A.S) o zata sordu, O zat da; bir hasleti olmasa ne güzel racüldür( insan) dedi.
Davut (A.S) yine o hasleti sordu, o zat kendisi ve ıyâli beytülmalden yiyor, bir de kendi eliyle kazandığını yese fazileti tamam olur. İşte bu sırada Davut (A.S) kendisini, beytülmale muhtaç bırakmayacak bir şeyle sebeplenmeyi Cenab-ı Hakk’ tan istedi. Cenab-ı Hakk’ ta Ona zırh sanatını öğretti. Her gün bir zırh yapıyor, dört bin veya altı bin dirheme satıyor, iki bin dirhemi kendisine ve ıyaline harcıyor, geriye kalanı da Beni İsrailin fakirlerine infak ediyordu.
Hadis-i Şerifte Peygamber Efendimiz:
ما أكل أحد طعاما قط خيرا من أن يأكل من عمل يده فإن نبي الله داود عليه الصلاة والسلام كان يأكل من عمل يده.
“Kişinin emek ve alın terini akıtarak elde ettiği kazançtan daha hayırlısı asla yoktur. Allah’ın peygamberi Davud aleyhisselam da kendi emeğinin ekmeğini yerdi.” , buyurmaktadır.
Vakfedilen mala, Malik-i Hakiki Cenab-ı Hakk, malik-i mecazi insandır. Vakfeden: Bu malı hakiki malikine teslim ettim, bıraktım demek istiyor. Vakıfta davacı: Varis-i Rasülullah, dava vekili: Fahri Alem, Hakim: Cenab-ı Hakk. Vakfa musallat olanların hali perişan olur.
İbadet noktasından Cenab-ı Hakk’a kurbiyetin husulü için, evâmir-i İlahiye ne kadar dikkat etmeye çalışıyorsak, kurbiyetin husulüne münafî ef’al ve ahvalden de o kadar uzak ve beri durmalıyız. Kişi beytülmaldeki tasarrufuyla iğneden deveye, zerreden kürreye, habbeden kubbeye her birinden hesaba çekileceğini unutmamalıdır. Hocalar bu hususta numune teşkil ederlerse avam da bu hususa riayet eder.