İstiğna: Cenab-ı Hakk’tan başka kimsenin minneti altına girmemek, gönül tokluğu, elindekini kâfî bulmak, nazlanmak, azamet ve tekebbür etmek ve kendini ihtiyaçtan vareste göstererek, nâsa arz-ı iftikardan vikaye-i nefs gibi manalara gelir.
Dünyevî ihtiyaçlar için insanlara karşı gösterilen istiğnâ-tekebbür derecesine varmadıkça- bir meziyettir ki, buna “tokgözlülük” de denir. Ancak, Allah-ü Teala’ya, O’nun Rasülüne, din büyüklerine ve uhrevî nimetlere karşı gösterilen istiğnâ, Allah’a karşı isyan ve azgınlıktır. Nitekim Mevlamız şöyle buyurur:
(كلا إن الإنسان ليطغي أن رآه استغنى إن إلى ربك الرجعى)
“Sakın okumamazlık etme ya Muhammed! Çünkü insan kendini müstağnî görmekle, muhakkak tuğyan eder-azar, haddini aşar, hakka karşı gelir, halka ziyan eder. Haberin olsun ki nihayet rucû Rabbına’dır.”
وأما من بخل واستغنى وكذب بالحسنى فسنيسره للعسرى
“Ve ammâ her kim bahillik eder ve istiğnâ gösterir ve husnâyı tekzib eylerse, onu da usrâya (cehennem yoluna) kolaylayacağız.”
( اما من استغنى فأنت له تصدى وما عليك الا يزكى)
“Amma istiğna edene gelince, sen onun sadasına özeniyorsun. Onun temizlenmemesinden sana ne!
“Senden ve Kur’an’dan istifâde etmek istemeyen müstağnînin temizlenmemesinden, İslam’a girmemesinden sana bir mes’ûliyet teveccüh etmez.”
İstiğnânın mergûb ve makbul olanı, dünyevî ihtiyaçlar ve menfaatler için insanlara arz-ı iftikâr etmemektir. Ulum-u diniyye uğrunda dünyevî meşgalelerden sarf-ı nazar eden talebe ve hocanın dünyaya rağbet etmeyip müstağnî davranması ne güzel bir meziyettir. Bu meziyet Eshab-ı Suffe’nin hâlidir ki, Mevlamız onları Kur’an-ı Kerim’de şöyle senâ buyurmuştur:
للفقراء الذين احصروا فى سبيل الله لا يستطيعون ضربا فى الأرض يحسبهم الجاهل أغنياء من التعفف تعرفهم بسيماهم لا يسألون الناس الحافاً
Verin o fakirlere ki, Allah yolunda kapanmışlar, şuraya, buraya dolaşamazlar, istemekten çekindikleri için, bilmeyen onları zengin zanneder, onları sîmâlarından tanırsın, halkı bîzar etmezler.”
Demek ki Allah yolunda hizmet için ziraat, ticaret ve sanaat gibi dünyevî kazanç yollarına iltifat etmeyip, muhtaç oldukları zaman bile, istemekten çekinen müstüğnî ve tokgözlü kimseler, Allah katında öyle bir dereceye sahiptir ki, onlara infakta bulunmak, Allah’ın rızasına vesîledir. Allah o has kulları için diğer müminlerin sadaka vermelerini istemektedir. İşte, Eshab-ı Suffenin mezkür meziyetleri, kıyamete kadar onların yolunu takip edecek ulum-u diniyye erbabı için bir numûnedir.
Bu sebeple hoca ve talebeler, mümkün olduğu kadar eldeki imkanlarla iktifâ etmeye çalışmalı, kendileri için başkalarından bir şey istememelidir. Eğer çok mecbur kalmışsa halden anlayacak, takva sahibi kimselerden ihtiyacı kadar istemelidir. Menfaat mülahazasıyla varlıklı kemselere yakınlık gösterip, onlara hususî muâmele ve yağcılık yapmamalıdır. Peygamber Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurur:
من تواضع الغنى لغناه ذهب ثلثا دينه)
“Kim zengine karşı zenginliğinden dolayı tevazu gösterirse dininin üçte ikisini kaybeder.”
Din hizmetleri adına insanların yardımlarına müracaat eden hizmet erbâbı da bu vazîfeyi, dînin izzet ve şerefine münasib bir tarzda yapmalıdır. Yardım alabilmek için, haddinden fazla fakr ve tezellül izhar edip, muhatabı, kendisinin de inanmayacağı vasıflarla göklere çıkararak, hizmetlerin vakar ve îtibarını zedelememelidir. Bir taraftan ihtiyaçları karşılamak, diğer taraftan da insanların yardım yapmasına vesîle olmak maksadıyla ve münâsib bir lisanla, edây-ı vazîfe yapmalıdır. Muhatabı zorlayıp mahcup etmekten ve nefretine sebep olmaktan uzak durmalıdır.
Aç gözlü ve haris insanlar, ilim sahibi olsalar bile şeref ve izzet sahibi olamazlar. Müstağnî meşreb olmayanlar, zillet ve hakaretten kurtulamaz, dinin izzet ve şerefini koruyamazlar. Ulvî olan ilmi, basit menfaatlere alet ederler.
Müstağnî ve tokgözlü olmanın îcablarından biri de, paylaşmasını bilmek ve bundan zevk almaktır. Cemiyet halinde yaşayan insanlar, bilhassa talebe ve hocalar, umumun ihtiyacı için elde bulunan imkânları, insaf ve adaletle paylaşmalı, hakkına düşene râzı olup, fazlasına ve başkalarının hakkına tenezzül etmemelidir. “Elimdeki imkan ve nimeti benden alacaklar veya ona ortak olacaklar”, kaygısıyla maiyyetindeki kardeşlerinden rahatsız olup, huysuzluk ve huzursuzluk yapmak din ve dâvâ şuuruna sahip olamamanın alametidir. Kendini o nimete ehak ve elyak görüp, başkalarını hakir görmenin neticesidir.
Elinde bulunan imkân ve nimetleri, din ve dava kardeşleri ile paylaşabilmek, hatta kardeşlerinin menfaatini, kendi menfaatine tercih etmek ise, yüksek bir ahlaka sahip olmanın ve nefsin şuhhundan korunmuş olmanın alâmetidir. Fenâ fil-ihvan ancak böyle tahakkuk eder.
Allah ve Rasülünün sevgisi ve dîn-i celil-i islâm uğrunda herşeylerini bırakarak, Medineye hicret eden müminlere, kucak açıp ellerindeki bütün imkanları onlarla paylaşan, hatta onları kendilerine tercih eden Ensar-ı Kirâm hazaratının halini, Yüce Mevlamız Haşr süresinde şöyle beyan buyurur:
والذين تبوؤا الدار والإيمان من قبلهم يحبون من هاجر إليهم ولا يجدون فى صدورهم حاجة مما أوتوا ويؤثرون على أنفسهم ولو كان بهم خصاصة ومن يوق شح نفسه فأولئك هم المفلحون
“Ve şunlar ki (ensar) onlar (muhacirun)dan önce yurdu hazırlayıp îmana sahip oldular, kendilerine hicret edenlere muhabbet beslerler ve onlara verilenden nefislerinde bir kaygı duymazlar, kendilerinde ihtiyaç bile olsa îsâr ile nefislerine tercih ederler, her kim de nefsinin hırsından korunursa işte onlardır o felah bulanlar.”
İbn-i Ömer (R.A) hazretlerinden rivayet edildiğine göre Eshab’dan bir zata bir koyun başı (kelle) hediye edilmişti. O, “falanca kardeşim ve çocukları buna bizden daha muhtaçtır”, diyerek komşusuna, o da aynı düşünceyle diğer komşusuna göndermişti. Böylece koyun başı, yedi evi dolaşıp ilk zâta geri geldi. Bu hadise üzerine
ويؤثرون على أنفسهم ولو كان بهم خصاصة
kavl-i celîli nâzil oldu. Bu ayetin sebeb-i nüzûlünde benzer rivayetler zikredilmiştir. Zaten Eshab-ı Kiramın hayatı böyle îsar hadiseleri ile doludur. Yermük muharebesinde son nefeslerini vermek üzere olan mücâhidlerin suyu birbirlerine ikram etmeleri çok ibretlidir.
Görülüyor ki istiğnâ ve tokgözlülüğün mertebe-i âlâsı olan îsar-ı ihvan şuhh-u nefisten vikaye ile alakalıdır. Nitekim, diğer evsâf-ı rezîleden olduğu gibi bu vasıftan tezkiye ve tasfiyesi de, rabıta ve zikr-i kalbî ile mümkündür. Pîrânın himmeti ile bu hususta muvaffak olanlar şüphesiz felah bulacaklardır.