Tebuk Seferinden kaçacaktım
Onların hayatlarında bize büyük ibretler, örnekler ve çıkartacağımız dersler vardır. Müminler eğer, ashabı kiram–ı gerçek manada, olması gerektiği şekilde anlayabilmiş olsalardı, bugün İslam alemi çok farklı olurdu. Resulullah'ın ve O'nun ashabının hayatını bize anlatanlar, şekle takılıp kaldılar. Şekilden kurtulup da öze bir türlü inemediler. Cemiyet hayatı açısından İslam aleminin, fert açısından müminlerin tek kurtuluş noktası, Resulullah'ı ve O'nun ashabını gerçek manada anlamak, ve anladığını nefsinde yaşamaktan geçmektedir. Bu sayımızda asrı saadet de yaşanmış çok enteresan bir hadiseyi sizlerle paylaşacağız. Bu hadise Medine devrinde, Tebük seferi sırasında cereyan etmektedir. Hadiseyi, hadisenin direk muhatabı olan Ka'b İbni Malik'ın oğlu Abdullah, anlatmaktadır. Hadisenin nakline gelince, beş büyük hadis kitabı bu hâdiseyi yazmıştır. (Buhârî, Müslim, Tirmizi, Ebu Davud, Nesâî) Şimdi sözü Ka'b İbni Malik'e bırakalım:
Ben Tebük gazvesi hariç Resûlullah'ın çıkardığı gazvelerden hiçbirine katılmamazlık etmemiştim. Sadece Bedir gazvesine iştirak etmedim ancak Bedir gazvesine katılmayanların hiç birini Resûlullah kınamadı.
Fakat Tebük seferi çok farklı idi, öncelikle sefer yapılan yer çok uzaktı, uzaklığının yanında düşmanda çok güçlü ve sayıca fazlaydı. Resulullah; müslümanlara gazve hazırlıklarını tam yapsınlar diye durumu bütün ciddiyetiyle açıklamış, gidecekleri istikameti açıkça bildirmişti. Resûlullah ile birlikte sefere katılacak Müslümanlar pek çoktu. O kadar kalabalık bir ordu oluşturuldu ki; askerlerin künyelerini kayıt defteri almıyordu. Kayıt defterinden maksat künyelerin yazıldığı divandı.
Pek az kimse gözden kaybolmayı (katılmamayı) arzu ediyordu. Bunlar da vahiy gelmedikçe, gizlendikleri, Resûlullah tarafından bulunamayacağını zanneden kimselerdi. Bu gazve, tam meyvelerin erdiği, gölgelerin iyice tatlılaştığı bir zamana rastlamıştı. Ben de meyve ve gölgeye düşkün bir kimseydim. Resûlullah ve Müslümanlar yol hazırlığı yaptılar. Ben de onlarla yol hazırlığı yapmak üzere sabahleyin evden çıkar (kararsızlık içinde) hiçbir şey yapmadan geri dönerdim. Kendi kendime:
"Bu da bir şey mi, dilersem hazırlığı çabucak yapabilirim" diye kendimi teselli eder, avunurdum. Bu hâl böylece devam etti. Öyle ki, başkaları ciddi ciddi hazırlığını tamamlamıştı.
Kasem olsun hiç bir özrüm yoktu
Resûlullah'ın gelmesi yaklaştı dendiği zaman benden yanlış düşünceler zâil oldu. İyice anladım ki, hiçbir yalan asla beni kurtaramaz. Doğruyu söylemeye karar verdim. Derken Resûlullah bir sabah Medine'ye geldi. O, bir seferden dönünce ilk iş olarak mescide uğrar, iki rek'at namaz kılar, ondan sonra halka görünürdü. Bu gelişinde de namazını kılıp halkı kabul etmeye başlayınca sefere katılmayıp geride kalanlar gelip özür dilemeye, özürleri hususunda inandırıcı olmak için yeminler etmeye başladılar. Bunlar seksen kadar erkekti. Resûlullah onların özürlerini kabul ediyor, onlardan beyat alıyor, onlara istiğfarda bulunuyor, işlerini Allah'a havale ediyordu.
Ben de geldim. Selam verdim. Selâmımı işitince öfkeli öfkeli tebessüm etti ve "Gel" dedi. Yaklaştım ve önüne oturdum.
"– Niye geride kaldın, sen Akabe'de biat edip itaati sırtına almış değil miydin?" dedi. Ben şu cevabı verdim:
"– Evet ey Allah'ın Resulü! Ben senin değil de dünya ehlinden bir başkasının yanında oturmuş olsaydım, inandırıcı bir özür söyleyip, mutlaka öfkesini gidererek yanından ayrılırdım. Çünkü, Allah bana yeterli bir ifade gücü vermiş bulunmaktadır. Ancak, Allah'a kasem olsun kesinlikle inanıyorum ki, bugün sizi, benden razı kılacak bir yalan söylesem çok geçmeden Allah sizi bana öfkelendirecektir. Size doğruyu söylesem bana kızacaksınız. Ama ben de o hususta Allah'tan af dilerim. Gerçeği söylüyorum, kasem olsun hiç bir özrüm yoktu. Vallahi başka hiç bir vakit, sizden geri kaldığım zamanki kadar güçlü ve zengin değildim."
Benim bu itirafım üzerine Resûlullah:
"İşte bu doğru konuştu" dedi ve bana da:
"Kalk, Allah senin hakkında hükmedinceye kadar bekle!" buyurdu. Ben de kalktım. Benû Seleme'den bir kısım insanlar da koşarak beni tâkip ettiler ve bana:
"–Allah'a kasem olsun bundan önce herhangi bir günah işlediğini bilmiyoruz. Savaştan geri kalan diğerlerinin yaptığı gibi Resûlullah'ın senin için yapacağı istiğfar bu günâhını affettirmeye yeterdi" dediler."
Mâlik devam ederek şunları anlattı:
"Sonra: Benim vaziyetime düşen başka biri var mı? diye sordum.
"Evet iki kişi daha tıpkı senin gibi itirafta bulundular. Onlara da sana söylenen söylendi" dediler.
– "Mürâre İbnu'r–Rebî el–Âmirî ile Hilâl İbnu Ümeyye el–Vâkıfî." Bana çok sâlih iki kişi zikretmiş oldular. Bunlar Bedir gazvesinde bulunmuş, nümune–i imtisâl kişilerdi. Bunların ismini duyunca, geri gidip özür beyan etme fikrinden vazgeçtim.
Bizimle konuşmak yasaklandı
Derken Resûlullah, Müslümanlara gazve'ye katılmayanlardan sadece üçümüzle konuşmayı yasakladı. Bunun üzerine halk bizden çekindi ve yüz çevirdi. Öyle ki yeryüzü bana yabancılaştı. Dünya, önceden bilip tanıdığım dünya olmaktan çıktı.
Bu durum üzerine elli gece geçirdik. Diğer iki arkadaşım, halktan uzaklaşıp evlerinde oturup ağlayarak vakit geçirdiler. Onlardan daha genç, daha güçlü olan ben dışarı çıkıyor, namazlara katılıyor, çarşı pazar dolaşıyordum. Ama kimse benimle konuşmuyordu. Bazen namazdan sonra, ashabıyla oturmakta olan Resûlullah'a uğrayıp selam veriyordum. İçimden, "Acaba, benim selamımı alarak dudaklarını kıpırdatır mı?" diye kendi kendime sorardım. Sonra yakınına durup namaz kılar, göz ucuyla da ona bakardım. Namaza durunca bana baktığını da görürdüm. Ama ben ona yönelecek olsam derhal benden yüzünü çevirirdi.
Müslümanların cefasından çektiğim bu ızdıraplı hal uzayınca bir gün dayanamayıp gittim. Ebû Katâde'nin bahçe duvarını aştım. O amcam'ın oğlu idi ve herkesten çok severdim. Yanına varınca selâm verdim. Hayret! Vallahi selâmımı almadı. Kendisine:
"Ey Ebû Katâde Allah aşkına söyle. Allah ve Resulü'nü sevdiğimi bilmiyor musun?" dedim. Sustu, cevap vermedi. Tekrar Allah aşkına diye yemin verdim, yine konuşmadı. Üçüncü sefer Allah adına yemin verdim. Bu defa:
"– Allah ve Resulü daha iyi bilir!" dedi. Bunun üzerine gözlerimden yaş boşandı. Geri döndüm, duvarı aştım.
Resulullah, hanımını terk etmeni emrediyor
Ka'b hikâyesine devam ederek der ki:
"Bir gün Medine çarşısında yürürken Medine'ye buğday satmaya gelmiş, Şam ahalisinden Nabâtî bir fellâh:
"Ka'b İbnu Mâlik'i bana kim gösterecek?" diyordu. Halk beni ona gösterdi. Adam bana yaklaştı. Gassân Kralı'ndan bir mektup getirdi. Ben okuma yazma bilirdim, hemen okudum. Mektupta şöyle diyordu:
"Bana gelen habere göre arkadaşın sana sıkıntı veriyormuş. Allah seni hakâret görmek, sıkıntı çekmek için yaratmadı. Bize gel, sana iyi davranalım." mektubu okur okumaz:
"Bu da bir başka belâ" dedim. Tandıra götürüp attım ve yaktım. Nihayet bu boğucu elli günden kırkı geçmiş, hakkımızda vahiy de gecikmişti. Âniden Resûlullah'ın elçisi geldi.
Bana:
"Resulullah, hanımını terk etmeni emrediyor" dedi. Ben:
"Boşayacak mıyım, yoksa başka şekilde bir terk mi?" diye sordum.
"Hayır, boşamayacaksın, ondan ayrıl, sakın yaklaşma!" dedi.
Resûlullah aynı haberi diğer iki arkadaşıma da göndermişti. Hanımıma yönelerek:
"Ailene dön, onların yanında kal, Allah bu meselede bir hüküm bildirinceye kadar da orada bekle" dedim.
Hilâl İbnu Ümeyye'nin hanımı Resûlullah'a müracaat ederek:
"Ey Allah'ın Resulü, Ümeyye İbnu Hilâl kendini kaybetmiş bir ihtiyardır, hizmetçisi de yoktur. Ona hizmetini yapıversem bir mahzuru var mı?" diye izin istemiş. Ve:
"Hayır, hizmet edebilirsin, ancak sakın yakınlaşmada bulunma" cevabını almış. Kadın da:
"Hayır ya Resulallah! Vallahi, zâten onda kımıldayacak mecal kalmadı. Vallahi cezalandığı günden şu âna kadar hiç ara vermeden habire ağlıyor" dedi.
Ailemden bazısı bana:
"Resûlullah'a gidip hanımın, hizmetlerini yapıvermesi için izin istesen iyi olur. Nitekim o, Hilâl'in hanımına hizmet etmesi için müsaade etti" diye tavsiyede bulundu.
"Hayır, dedim, böyle bir talepte bulunmayacağım. Bana ne diyeceğini nasıl bilebilirim, ben genç bir kimseyim."
Ey Kâ’b İbnu Mâlik müjde
Böylece sıkıntısı daha da artan on gece daha geçirdim. Konuşmaktan yasaklandığımızın üzerinden tam elli gece geçti. Ellinci gecenin sabah namazını evlerimizden birinin damında kılmıştım. Ben Allah–u Teâlâ'nın hakkımızda belirttiği o dehşetli hâl içinde oturmuş duruyordum. Ruhum sıkılmış, bütün genişliğine rağmen dünya daralmıştı. Sanki bir cendere içerisindeydim. Bir ses işittim. Bu, Sel dağı üzerine çıkmış yüksek sesle bağıran birinin sesiydi. Dikkat kesildim: bana sesleniyor ve:
"Ey Kâ'b İbnu Mâlik müjde!" diyordu. Hemen secdeye kapandım. Hakkımızda bir kurtuluşun geldiğini anlamıştım.
Meğer Resûlullah, Cenab–ı Hakk'ın bizi affettiğine dair müjdeli haberi o gün sabah namazında halka duyurmuş, halk da bize müjdelemek üzere koşuşmuş, bâzıları da diğer iki arkadaşıma gitmişmiş. Bir zat bana at koşmuştu, Eslemli biri de yaya olarak seğirtip dağa çıkmış... Tabi-i ki ses, attan daha hızlı yol aldı.
Müjdeci sesini duyduğum kimse bir müddet sonra bizzat yanıma gelince, derhal iki parça elbisemi çıkarıp müjde bedeli olarak kendisine giydirdim. Yemin olsun o gün için başka bir şeyim yoktu. Emanet iki giyecek te'min ettim, onları giyip, Resûlullah'ı görmek arzusuyla dışarı fırladım. Yolda halk grup grup beni karşılıyor. Cenâb–ı Hakk'ın affı sebebiyle tebrik ediyordu. Bu minval üzere Mescid'e geldim. Resûlullah etrafını saran ashabının ortasında oturuyordu.
Beni görünce Talha İbnu Ubeydillah kalktı, bana doğru koşup musafaha yaptı ve beni tebrik etti. Yemin olsun, onun dışında muhacirlerden başka kalkan olmadı.
Ka'b onun bu samimî davranışını ömrü boyu unutmayacaktır. Kâ'b, sözlerine devam ederek şunları söyledi:
"Resûlullah'a selam verince memnuniyetten ışıl ışıl, mütebbessim bir yüzle:
"Müjdeler olsun! Annenden doğalıdan beri yaşadığın en hayırlı gününü tebrik ederim" dedi. Ben hemen sordum:
"Ey Allah'ın Resulü, bu sizin bağışladığınız bir lütuf mu, Cenâb–ı Hak'tan gelen bir lütuf mu?"
"Hayır, Allah'tan gelen bir lütuf!" dedi.
KÂ’B İBN MÂLİK NEREDE?
Derken Resûlullah ve Müslümanlar yola çıktılar. Ben hâlâ hiçbir hazırlık yapmamıştım. Yine hazırlık için gittim geldim ama bir şey yapmaya bir türlü elim varmıyordu. Bu hal de sürdü gitti. Askerler sür'atle yol aldılar. Gazve elimden kaçtı. Yine de yola çıkıp onlara kavuşmayı düşündüm. Keşke bunu yapsaydım. Bana bu da nasip olmadı.
Resûlullah Medine'den ayrıldıktan sonra halkın arasına çıkınca gördüğüm bir husus beni üzmeye başladı: Çarşı pazarda benim gibi geri kalanlar, ya münafıklık damgasını yemiş olanlar veya zayıflıkları sebebiyle Cenâb–ı Hakk'ın mazur addettiği kimselerdi.
Öte yandan Resûlullah da beni Tebük'e varıncaya kadar hiç anmamış. Orada kalabalığın arasında otururken:
"Kâ'b İbnu Mâlik ne yaptı, ondan ne haber var?" diye sormuş. Benû Seleme'den birisi:
"Ey Allah'ın Resulü, onu, yakışıklı iki elbisesi ve çalımla iki tarafına bakması, Medine'de hapsetti" demiş. Muaz da ona şu cevabı vermiş:
"Ne kötü konuşuyorsun. Ey Allah'ın Resulü Allah'a kasem olsun Mâlik hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyoruz" demiş. Resûlullah sükût buyurmuşlar. Resûlullah bu durumda iken, uzaktan beyazlara bürünmüş bir adamın siluetini görür ve:
"Bu gelen Ebu Heyseme olmasın!" der. Gerçektende o Ebu Heyseme el–Sari'dir. Yani, sefer hazırlığı sırasında bir sâ'lık hurma verdi diye münafıkların birbirlerine kaş göz ederek istihzâ ettikleri zât. Kâ'b sözlerine devam ederek der ki:
"Resûlullah'ın Tebük'ten ayrılıp yola çıktığı haberi bana ulaşınca, keder ve üzüntüm tekrar arttı. Bir yalan hazırlamaya başladım. "Yarın, Resûlullah'ın öfkesinden, ne söyleyerek kurtulabilirim?" diyordum. Bu hususta âilemde aklı başında herkesin fikrine müracaat ediyordum.
Onlar adam gibi adamlardı
Asrı Saadette yaşanan bu hadise; o insanların niçin gökteki yıldızlar olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Bu hadiseden aldığımız ilk ders; sahabelerinde insan olduğu, hata yapabilecekleridir. Kâ'b; nefsine uyarak zafiyet gösterdi, Tebük seferine katılmadı. Sonra çok pişman oldu, Resulullah'tan af diledi. Diğer katılmayan seksen kişi affa uğrarken, Kâ'b ve iki arkadaşı affedilmedi. Çünkü Kâ'b ve arkadaşlarının özellikleri vardı, Kâ'b Akabe'de biat etmiş ve söz vermişti. Resulullah şimdi ondan bu sözünün bedelini soruyordu.
Kâ'b, şartlar ne olursa olsun yalana baş vurmamıştı, o biliyordu ki yalanda kurtuluş yoktur. Yalana kesinlikle yanaşmadı. İnsanların onunla konuşması yasaklandı. Toplumdan dışlandı. Kâ'b tam bir dışlanmışlık içinde bulunduğu sırada; Kral'dan davet alır, sana yapılan bu muameleyi hakketmedin denir. O bu teklifi düşünmeden red eder. Bütün dünya bir yana Allah ve Resulünün rızası bir yanadır. Bir yasak daha gelir, hanımından uzaklaş, eyvallah der, emrin başım üstüne. İşte imtihan…
Beklenen haber bir sabah namazından sonra gelir. Sorar bizi kim affetti, cevap "ALLAH" Özel ayet indi Kâ'b'ın affı için. Bakın imtihana, Rabbim ki benim affımla ilgili ayet indirdi; bende bütün malımı mülkümü Allah ve Resulü için veriyorum. Hayır diyor, Resulullah, daha azını ver…
Onlar gökteki yıldızlardır, onlar bir gelmiştir, bir daha gelmeyecektir. Sonsuz salat ve selam O'nun ve güzel arkadaşlarının üzerine olsun…
ALLAH BENİ DOĞRU SÖZLÜLÜĞÜMDEN DOLAYI KURTARDI
Kâ'b, ilâveten dedi ki:
"Resûlullah'ın mübarek yüzleri, sürurlu anlarında, bir ay parçası gibi nurlandı ve parlardı. Biz, bunu derhal anlardık. Ben önüne oturunca:
"Ey Allah'ın Resulü! Mazhar olduğum bu af sebebiyle ne var ne yok bütün malımı Allah ve Resulü'ne bağışlıyorum" dedim.
"Hayır," dedi. "Hepsi olmaz, bir kısmını kendine ayır, bu senin için daha hayırlı."
"Ey Allah'ın Resulü, biliyorum ki, Allah beni rızkımdan, doğru sözlülüğümden dolayı kurtardı. Benim tövbemden biri de artık, yaşadığım müddetçe hep doğru söylemek olacaktır." Allah'a yemin olsun, Resûlullah'a bunu söylediğim günden beri, doğru söz hususunda, Allah'ın bana lutfettiği ihsandan daha güzeline mazhar olan birisini bilmiyorum. Yine Allah'a kasem ederek söylüyorum, Resûlullah'a söz verdiğim günden beri bir kerecik olsun yalan söylemeyi düşünmedim. Geri kalan ömrümde de Allah'ın beni yalandan korumasını diliyorum." Kâ'b şunu da söyledi:
GERİ KALMIŞ ÜÇ KİŞİ
"Bizimle ilgili olarak Allahu Teâlâ şu âyeti indirmişti:
"And olsun ki, Allah, sıkıntılı bir zamanda bir kısmının kalpleri kaymak üzere iken Peygambere uyan Muhâcirler'le Ensâr'ın ve Peygamber'in tevbelerini kabul etti. Tevbelerini, onlara karşı şefkatli ve merhametli olduğu için kabul etmiştir. Bütün genişliğine rağmen dünya onlara dar gelerek nefisleri kendilerini sıkıştırıp Allah'tan başka sığınacak kimse olmadığını anlayan, (savaştan) geri kalmış üç kişinin tevbesini de kabul etti. Allah, tevbe ettikleri için onların tevbesini kabul etmiştir. Çünkü O, tevbeleri kabul eden, merhametli olandır. Ey iman edenler! Allah'tan sakının ve doğrularla beraber olun!" (9/117–119)
Kâ'b şunu da dermiş:
"Allah'a yeminle söylüyorum, Allah beni İslâm' la şereflendirdikten sonra, bana göre, Resûlullah'a söylediğim doğru sözden daha büyük bir nimet vermemiştir. Allah'ın bana lutfettiği birinci büyük nimeti İslâm'la müşerref olmam, ikinci büyük nimeti de Reshulullah'a doğru söz söylememi nasip etmiş olmasıdır. Aksi takdirde, diğer yalan söyleyenler gibi ben de helâk olacaktım. Nitekim Cenâb–ı Hak, vahiy indirdiği zaman, yalan söyleyenler hakkında, bir kimse için söylenebilecek en kötü şeyi söylemiştir. Allah–u Teâla şöyle buyurmuştur:
"Döndüğünüzde, kendilerine çıkışmamanız için, Allah'a yemin edeceklerdir. Siz onlardan yüz çevirin. Çünkü onlar pislerdir. Yaptıklarının karşılığı olarak varacakları yer cehennemdir. Kendilerinden hoşnut olasınız diye, size yemin verirler. Siz onlardan razı olsanız bile, Allah yoldan çıkmış fâsık kimselerden razı olmaz" (9/95–96)
Kâ'b şunu söyledi: "Resûlullah Tebük seferinden döndüğü zaman, sefere katılmayanlar gidip özür diledikleri, Resûlullah'ın da, yemin etmeleri üzerine özürlerini kabul buyurup kendileriyle bey'atlaşıp, haklarında istiğfarda bulunduğu kimselerden, biz üç kişi ayrı tutulmuş, onların mazhar olduğu aftan istifade edememiştik. Resûlullah bizim işimizi, Allah hakkımızda hükmedinceye kadar tehir etmişti. Hakkımızda gelen âyette, Cenâb–ı Hakk'ın:
"...geri kalmış üç kişi..." sözünden kasıt, savaştan geri kalmamız değildir, bu geri kalış Resûlullah'ın hakkımızdaki hükmü geri bırakması, yemin ederek özür dileyenlerin özrünü kabul ettiği kimselerden ayrı tutmasıdır."