Hz. Üstazımızın, (ks) talim ve terbiye üslûbunun, varisi bulunduğu Peygamberimizin (a.s) üslûbundan farklı olması düşünülemez. Zira varis-i hakîkînin, maddi ve manevi her hususta mûrisine benzemesi, dini ve dünyevi bütün umurda ona tabi olması lazımdır. Bu münasebetle İslamı talim ve insanları terbiye hususunda da Peygamberimizin usûl ve üslubuna ittiba’ ettikleri şüphesizdir. Fakat nebevî üslûba riayet ve onu muhafazanın yanında, devrinin icabettirdiği şartlara göre de riayet ettikleri usul ve üslûpları görülmektedir. Kendilerinin rahle-i tedrisinde bulunan bahtiyar talebelerinin ittifak halinde anlatıp naklettiklerine göre Hz. Üstazımızın (k.s.) diğer müderris ve alimlere nazarla, herkesin dikkatin çeken hususiyet ve meziyetleri vardır. Bunları şöyle hulâsa edebiliriz:
a) Çok Gayretli Olması:
Her şeyden evvel üstün bir gayret sahibi idi. Kendisini dinimizin en iyi, en doğru ve en süratli bir şekilde öğretilmesi ve yaşatılması davasına vermiş, bu hususta her türlü gayreti bezletmişlerdir. Dini talim ve terbiye yolunda, gayret göstermeyen hocaların gaflet ve mesuliyetlerinin çok büyük olduğunu sık sık ifade buyurmuşlardır.
Tevhidi tedrisat kanununun mecliste kabul edilimesiyle, medreseler dahil dîni talim ve terbiye müesseselerinin tamamının kapatılmasına, o zamanın dersiâmları seyirci kalmışlar, Hazretimiz ise bu fiili vaziyet karşısında dînî ilimlerin kaybolmaması için hususî gayret göstermişlerdir.
Her fırsatta, bulabildiği her yaştaki ve meslekteki müslümanlara dinini öğretmek için çok gayret etmişlerdir. Bu üstün gayretlerinin yanında bir taraftan da, kendisi gibi müderris olanları ikaz etmeye çalışmışlar, onlara şöyle buyurmuşlardır: “Ey dersiamlar! Sizler bu memlekette bugün için dinin teminatlarısınız. İkişer üçer kişi okutup, onlara dini öğretirseniz asgari elli sene, bir iki nesil boyu İslamın ömrünü uzatmış olacaksınız. Bunu yapmazsanız huzur-u İlâhide mesuliyetten yakanızı kurtaramazsınız.
Hz Üstazımız, “Artık hocalıkta bize ekmek kalmadı, bize tevdi edilecek yeni mesleklere gidelim.”, diyen müderrislere de: “Efendiler, hocalık bir meslek, bir ekmek teknesi değildir. Hocalık Allah (c.c)’ın, Rasülüllah (as)’ın, kitabullahın ve dîni mübin-i İslamın tebliğ memurluğudur.”, diye cevap vermişlerdir. Zaman zaman da:“İlmin farzı ayn olduğu bu günde, sekiz saatten aşağı ders okumak kâfi gelmeyecek” Yine: “İlim seferberliği ile memuruz. Bu iş bizim omuzlarımıza indi. Cenab-ı Hak uykumuzu alsa da, gece sabahlara kadar okusak”demişlerdir.Talebeleriyle yolda giderken bile boş durmamışlar, “Haydi anlat bakalım. Bizim büyüklerimiz gezerken de ders okurlardı.” buyurmuşlardır.
İslam Enstitüsü eski müdürlerinden, Ahmet Davudoğlu, Hz Üstazımızın (ks) gayretleri hususundaki bir soruya şöyle cevap veriyor: “Nev-i şahsına mahsus olmak üzere, yalnız onun yapabileceğine, bir eşi daha bulunmadığına ve bulunamayacağına kâniyim. O nâmüsait şartlar altında bir çok talebe yetiştirmek, bunlara hem Kur’an-ı Kerimi, hem ulûmu-diniyyeyi hem bunlara vasıta olan aletleri öğretebilmek kolay iş değildir. Büyük, çok büyük yiğitlik ister. İşte bu mertlik ve yiğitlik yalnız onda vardı.
Talebeleri, Süleyman Efendi hazretlerinin (k.s) dinimizi talim için her fırsatı değerlendirdiğini, icabında dağ başlarında, bazen kömür işçisi, bazen tuğla-kiremit işçisi, bazen de çiftlikte, tarla işçisi sûretindeki talebelerine Allah’ın dinini öğrettiklerini, şartlar daha da ağırlaşınca, talebelerinden bir kısmı ile beraber, Haydarpaşa’dan Ankara istikametine giden trene binerek Adapazarı’na kadar gidip, sonra da tekrar İstanbul’a dönünceye kadar, Trenin kompartımanında dinimizi talebelerine ezbere talim buyurduklarını nakletmişlerdir.
Hasta ve rahatsız olduğu zamanlarda dahi dersten taviz vermez geri kalmaz: “Derse gidersem hastalık da gider, kalırsam hastalık da kalır., buyurmak sûretiyle, afiyet ve şifasının ders okutmakta olduğunu ifade ederdi. Uzun ve yorucu bir yolculuktan dönen talebesine: “Oğlum! falan camiye git. Cuma da va’z et de, dinleniver.”, demek sureti ile istirahat ve dinlenmenin, hizmetle mümkün olacağına işaret buyurmuşlardır.
b) Hizmetleri Şahsına Maletmemesi:
Hz. Üstazımız (K.S) nâil oldukları hiçbir muvaffakıyyeti kendisinden bilmemiş, şahsına mal etmemiştir. Meydana gelen zuhûrât ve muvaffakiyetleri peygamberimizin (a.s) mucizesi olarak kabul etmiş, bu yolda yapılan hizmetleri şahıslarına mal edip övünenlerden de hiçbir zaman hoşlanmamıştır. Kendilerinden nakledilen şu sözleri buna şahittir. Bir talebesinin kaldığı köydeki hizmetlerinden memnun olup, teşekkür için kendilerine gelen hacı Efendiler: “Efendim, sizin sayenizde cenazemiz kokmaktan kurtuldu, çocuklarımız Kur’an-ı Kerim öğrendi”, diye memnûniyyetlerini ifade ettikleri zaman: “Süleyman da kim oluyor ki, bu hizmetler onun sayesinde olsun!, Bu mahzâ keramatü’n-nebîdir, Peygamberin mucizesidir.”, buyurmak sureti ile kendisine hiç pay çıkarmamış ve bütün muvaffakiyyetin, Allah ve Rasülüne ait olduğunu ifade etmişlerdir.
c) Çok Şefkatli Olması:
Hz. Üstazımızın talim ve terbiyede en çok dikkati çeken usullerinden birisi, evlatları ile kendisi arasına bir resmiyet koymaması, talebelerine bir anne ve babadan daha ziyade şefkat göstermesi, talebeyi dövmek gibi kötü adetleri kökünden söküp atmasıdır. Bir talebesi bu hususları şöyle ifade ediyor: Her hal ve hareketlerinde, sünneti seniyyeye riayet eder, mensuplarına son derece şefkat gösterir, ders saatini bir dakika bile geçirmeden teşrif eder, tek tek hepsinin halini sorar, ihtiyacı olanlara ayrı ayrı çare bulur kendisini değil, bizleri düşündüğü, görülen alâkasından anlaşılırdı.
Bazen talebeleri hasta olurdu. Bir anne ve baba kadar müşfik olan Süleyman Efendi hazretleri, rahatsız olanları bizzat doktora götürür veya biri ile gönderirdi. Bir defasında talebelerinden birinin hastalığı ile alâkalı doktor dönüşü kendisine malumat arz edildi. O büyük zat, kıbleye yönelerek şu ilticada bulundu: “Ya Rab! Senin dinine ve kitabına bu yavrularla hizmet edeceğiz. Evlatlarımızı bize bağışla!”
Bazen talebelere: “Siz çalışamıyorsunuz, vaktiniz yok, ben yükü üzerime alayım da, yarın biraz daha fazla okuyalım.”, diye nezih bir üslub içinde ikazda bulunur, kimseyi incitmezdi. Bilinmeyen meseleyi hemen izah eder, “mahcup etmek haramdır” buyururlardı. Derse geç gelen,bir kişi de olsa onu bekler,darılmaz, bir kelime ile sadece: “Hep seni bekledik!”, buyururlardı.
Bir gün hane-i saadetine filesi boş ve bir şey almadan döndü. Refîkalarına: “Hanım! Talebeye alamadığım için, eve de almadım.”, buyurup talebenin yemediğini yemekten haya ettiğini ifade etmişlerdir.
Soğuk kış günü, bir vesile ile evini ziyarete gelen bir talebesi, hocasının soğuk odada oturduğunu farketti. Zevceleri soğukta oturmasının sebebini şöyle izah etti: “Oğlum! Sizin odununuz yok diye efendi Hazretleri de sıcak odada oturmuyor.”
d) Lüzumlu Her Şeyi Öğretmesi:
Hz. Üstazımız ders esnasında, yeri geldikçe mevzuun haricine çıkar, maddi ve manevi, tarihî ve içtimaî mevzulardan talebelerinin muhtaç oldukları hususları anlatırlar, böylece onların her noktadan yetişmelerini temin ederlerdi.
Talebelerine hudutsuz bir hizmet aşkı vermeye çalışıp, her türlü hizmeti, sadece rıza-i Bâri için yapmalarını tekrar tekrar tembih eder ve şöyle derdi: “Size okuyup da ne olacaksınız diyenlere, öğrendiğimle amel edeceğim. İlmimi ikmal edip de vazife verildiği vakit batağa düşmüş ümmeti bataktan kurtarmayı vazife bileceğim. Ve rıza-i İlahiyi kazanmaya çalışacağım deyiniz.”, buyurmuşlardır.
Derslerinde “ihlas” üzerinde çok durur, bunun çok lazım olduğunu söylerlerdi. Hiçbir zaman dîni, dünyevî menfaate ve siyasî maksatlara alet etmemelerini çok tenbihlerdi. Bir sohbetinde; “Evlatlarım, din âlidir, ulvîdir. Dünya ise âdi ve süflidir! Din ulvidir; siyaset süflidir!.. Din asıldır, diğerleri feridir...O halde, dünya ve siyaset, dinin inkişafına alet olabilir. Bu normaldir. Fakat din, dünya menfaatine ve siyasete alet olamaz! Alet edenlere lanet vardır!..
e) Geçmiş Ulemaya Karşı Vefâkâr Olması:
Hiçbir dersine, okunan kitapların musannıfları için manevi hediye göndermeden başlamazlardı. Her dersin başında, talebelerine selâm verir, bir fatiha üç ihlası şerif okuyup ve okutup, tarîki nakşiyyemizin, tarîki kadiriyyemizin üstazlarının, hususiyle kitaplarından ve ilimlerinden istifade ettiğimiz musannıfların cümlesinin ervahına hediye eder:رضى الله تعالى عنا و عنكم وعن كافة المؤمنين والمؤمناتduaları ile, bazen de ders ile alâkalı başka dualar okuyarak başlarlardı.
f) Talimde Az Zamanda Çok Mesafe Alması:
Onun usullerinden birisi de, talim ve terbiyede sürat kaydetmesidir. Şartların ağırlığından ve müslümanların acil ihtiyaçlarından dolayı, kendilerine bahşedilen manevi tasarruf ve salahiyetle, maddi gayreti tevhîd ederek, medreselerde on beş yirmi senede okutulan ilimleri en fazla iki senede okutmaya, Allah (c.c)’ın izni ile muvaffak olmuşlar, evlatlarını müslümanların imdadına göndermişlerdir. Zaman zaman: “Kapıdan çıkıp da çeşmenin yolunu bulabilen herkese, on beş gün içinde Kur’an-ı Kerimi öğretirim.”, buyururlardı. “Bizim bir günlük dersimiz başkalarından bir ayda, bir aylık dersimiz de başkalarından bir yılda elde edilemez. Bu fırsat fevt edilmemeli.”, buyurdular.
Kısa zamanda ilim öğrettiğine itiraz edenlere, “Halbuki taharetsiz bir kefere tayyare ile altı aylık yolu üç saate indirir, kabul eder de, Allah Teâlânın zatına mahsus kullarına ihsanı olan kısaltmayı akıllarına aldıramazlar.”, buyururlardı.
Talebelerinden birisi İstanbul’un büyük alimi olan zata, ben efendi Hazretlerinden üç saat içersinde Kur’an-ı Kerimi öğrendim deyince, itiraz edip: “Önceden bilirdin.”, dediğini Hz Üstazımıza söyleyince,
“O zata haber verin. Yedi kuleden bir çingene çocuğu getirsin okutalım. Kerameti nebiyi görsün.”buyurdular.
g) Zaman Zaman Latife Yapması:
Hz. Üztazımız (k.s) dersi çok fasih, tek tek anlatır, anlamayı kolaylaştırır, talebede yorgunluk emareleri görülmeye başlayınca hem dinlendirici, hem de şevke getiren menkıbeler anlatıp, latifeler yaparak gevşeyenleri canlandırır, dikkatleri toplayıp tekrar derse dönerlerdi.
h) Talebeleri Arasında Ayrım Yapmaması:
Hz Üstazımız, okutacağı talebelerini zekâ ve benzeri noktalardan bir seçim ve imtihana tabi tutmamış, arzu eden terzi, demirci, kalaycı ve diğer mesleklerden genç ve yaşlı her insanı okutup, icazet vererek, ümmet-i Muhammed’in hizmetine göndermişlerdir. Huzuru âlilerine duvar ustası, terzi, kalaycı ve diğer sınıflardan gelen yaşlı başlı insanlar, hoca olarak memleketlerine dönmüşler ve hemşehrilerinin imdadına koşmuşlardır. Belki de İslâm tarihinde benzeri ender görülmüş bir ilim seferberliği meydana getirmişlerdir.
Bir sohbetlerinde;
“Bizim para, pul, mevki, makam siyaset, politika kavga ve gürültüyle işimiz yok. İstisnasız her Müslüman çocuğunu okuturuz. Bir tek fert geri dönmüşse haber versinler.”,buyurmuşlardır
i) Talebelere Çok Değer Vermesi:
Talebelerine çok değer verir, ben şu denî dünyayı evlatlarımın kirli tırnağına değişmem buyururlardı. Onları hiç mahcup etmez, “Mahcup etmek haramdır.”, buyururlardı. Talebelerini her zaman takdir ve tebrik ederek şöyle söylerlerdi: “Sizi tebrik ederim çocuklar. Akranlarınız şehvete esir olup nefis ve heva peşinde, başı boş dolaşırken sizler Hz Mevlanın zatının nuru ile alâkadar ve sıfatının eseri olan ilm-i Kur’an ile meşgul oluyorsunuz. Burada öğrendiklerinizle ümmeti Muhammedin evladını bataklıktan kurtarmaya hazırlanıyorsunuz. Bu ne yüce bir vazifedir... Yemin ederim çocuklar, sizler bu dünyanın en bahtiyar insanları hatemüsaâde bahçesinin fidanlarısınız. Hepiniz ümmeti Muhammede yadigâr olsun.
Varis-i Rasülüllah (sav) olmak hasebi ile, evlatlarna büyük kıymet verir, Ashab-ı güzîn hakkında kimseye kötü söz söyletmedikleri gibi, evlatları hakkında da söyletmezlerdi.
j) Tatbikat Yaptırması:
Üstazımız (k.s) nazariyattan çok tatbikata ağırlık verirlerdi.
“Bir işi birkaç kere tarif etmektense, bir kere tatbik etmek daha tesirli olur. Oğlum bardak şöyle doldurulur, böyle tutulur, su şöyle verilir diye tariften ziyade bir defa tatbik ederek, göstermek daha tesirlidir.”, buyurmuşlardır.
Talebelerini Ramazan-ı Şerîf ayında ve Cuma günlerinde hizmetlere gönderirler, “Bir defa okutmak, on defa okumaya bedeldir.”, buyururlardı.
k) Emir Vermekten Hoşlanmaması:
Hz. Üstazımız emir sîgası ile konuşmaktan hoşlanmayıp, talebelerine de emir vermeye alışmamalarını tavsiye etmişler, emir vermenin sözün ruhunu öldüreceğini, haber sıgası ile konuşmasının emirden daha müessir olacağını söylemişlerdir. Bir defasında,
“Emir vermeye alışmayın. Ben validenizden (emir sîgası ile) su dahi istemem. Emir vermekle sözün ruhu ölür. İhbar emirden daha müessirdir. Misal: Benim oğlum sigara içmez değil mi”? gibi.”, buyurmuşlardır.
l) Ehl-i Sünnet Akîdesine Düşman Olanlarla Mücadele Etmesi:
Hz. Üstazımız (k.s) Ehl-i sünnet inancını yegane hak yol kabul etmiş, bu yola muhalif olan bütün batıl cereyanlarla mücadele etmişlerdir. Eshab-ı kiramın hepsine tam bir muhabbetle bağlanmışlardır.
Onların kadri-kıymetini bilemeyip onlara buğzedip, sebbedenlerle mücadele etmişler, Peygamberimizin (a.s) en yakın arkadaşlarının levmedilmesine müsaade etmemişlerdir. Sık sık da ehli sünnet akidesinin düşmanlarına celalli bir şekilde seslenerek,
“Ben ve evlatlarım hayatta olduğumuz müddetçe muvaffak olamayacaksınız”, buyururlardı.
m) Talebelerine Hizmet Etmelerini Şart Koşması.
Hz Üstazımız (k.s), talim ve terbiye ettiği evlatlarının, kurslarda öğrendiklerini sadece Allah (c.c) rızası için öğretmelerini şart koşmuş, aksi halde hakkını helal etmeyeceğini, kıyamet gününde kendilerini muaheze edeceğini, zaman zaman ifade buyurmuşlardır. Bir icazet merasiminde, evlatlarına şöyle hitap etmişler:
–“Herkes memleketine dönecek ve müslümanların çocuklarını okutacaksınız.” Herkes okuduğu gibi okutup, hizmete devam etmelidir. Soruyorum, ben sizlerden bunca zaman maddi bir menfaat talep ettim mi ?
–“Hayır. Hatta bize her hususta yardımcı oldunuz”, cevabını verince:
–“Şu hale göre sizin üzerinizde hakkım var mı ?”
–“Şüphesiz hakkınız hudutsuz. Ödeyebilmek de haddimiz değil.”, cevabından sonra:
“Şu halde hakkımı ödeyip gönlümü razı etmeniz için, en az benim sizi okuttuğum kadar müslüman çocuklarını okutun, Allah’ı, peygamberi öğretiniz. Aksi halde kıyamet günü iki elim, on parmağım yakanızda olacaktır.
n) Maneviyatsız İlmi Kâfî Görmemesi:
Hz. Üstazımızın (k.s) üzerinde çok durduğu hususlardan birisi de, maneviyatla mezcedilmemiş ilimlerin (zahiri ilimlerin) insanları, hatta o ilmin sahibini bile kurtaramayacağı hususudur. Hiçbir zaman maneviyatsız ilmi kâfi görmemişler hatta maneviyatsız ilim sahiplerinin evvela kendilerine sonra da diğer müslümanlara zararlı olabileceklerini her fırsatta ifade buyurmuşlardır. Bir defasında:
“Zahiri ilim, melekler arasında bulunup cennet ve cehennemi bilfiil gören şeytanı dahi kurtaramadı. Zira ilmi gırtlaktan yukarı (kafada )kalmış, kalbine inmemişti. Kıyas-ı fasid ile “Ben ateşten, Adem ise topraktan halk olundu. Ateş şereflidir. Âlâ ednaya secde etmez”, dediğinden, rahmet-i İlâhiyeden ebediyyen mahrum oldu.
Bir sohbetlerinde de şöyle buyurmuşlardır: Bu âyet-i celilede رب اشرح لي deyince meram anlaşılmış iken (صدري) diye tefsir edildi. Bununla letâifin yani mâneviyâtın esrarı izhar edilerek asıl murat hâsıl oldu. Çünkü letâif sadırdadır. Nitekim Cenâb-ı Hak maneviyâtın lüzumunu göstermek için يعلم ما فى الصدور buyurmuştur. يعلم ما في الرؤوس. buyurmamıştır. Binaen aleyh letaif ile alâkadar olmayan aklın ve baştaki ilmin kıymeti yoktur.
Ve yine
“İlim, Üstazların ve Rasülullahın rızasını tahsil edip icazetini almadıkça kâr etmez. Ancak o zaman fayda verir”, buyurarak icazetin ve bu icazetin Rasulullah (a.s) ile varislerinden alınmasının ehemmiyetine işaret buyurmuşlardır. Bir başka sohbetlerinde de:
“İcazet almayanın ilminde saadet yoktur. Bizim ilmimizin Enbiya-ı Mürseline, Cibril-i emîne (a.s) nisbet-i taammesi vardır.”, buyurmuşlardır.
o) Canlı Kitaplar Yetiştirmesi:
Hz. Üstazımız (k.s) maddeten küçük fakat manen büyük olan birkaç eserinin dışında kitap yazmamış, maddi ve manevi tasarruf ve gayretini talebe okutmaya canlı kitaplar yetiştirmeye sarf etmişlerdir. Niçin kitap yazmadığı sorulduğunda şöyle cevap vermişler:
“Selefin mum ışığında yazdığı paha biçilmez hazine misali eserlerin, toprağa gömülerek çürüdüğü, bakkallara satılarak çöplüklerde çiğnendiğini, bir kısmının da kütüphane raflarında tozlanmış ve çürümeye terk edilmiş olduğunugördüm. Medreseleri kapanmış, yazısı değiştirilmiş, din ilimleri yok olmaya yüz tutmuş olan bir zamanda, kitap yazmaktansa, yazılan ilmi eserleri anlayarak, anlatacak ve ilmi, satırdan sadra intikâl ettirip yaşatacak talebe, yani canlı kitap yetiştirmeyi daha lüzumlu buldum”.
Onun evlatlarının da yukarıdaki usûl ve üsluplarla talim ve terbiyede bulunmalarının lüzûmu âşikârdır.