İSLAM’IN CİHAD ANLAYIŞI
Şehitliğin zirve noktasına ancak cihad meydanlarında var**mak mümkün olduğu için, çalışmamızın girişinde İslâm’ın cihad anlayışından bir nebze söz etmek istiyoruz. Bu*nunla, uluslararası platformlarda İslâm’ın imajını le*ke*le*me gayesini güden bir takım çevrelerin, kutsal savaş adını vererek söz konusu ettikleri cihadı nasıl saptırdıkla*rına ve bu arada ya sözü edilen çevrelerin etkisinde kal*dıkları ya da İslâm’ı yanlış anladıkları için, cihad adı al*tında giriştikleri bazı faaliyetlerle sadece egolarını tatmin peşinde olanların da yanlış yolda olduklarına işaret etme niyetini taşıyoruz.
Cihad kavramının kökü olan cehd kararlı ve şuurlu gayret demektir. İslâm literatüründe bu gayretin bedensel olanına cihad, ruhsal olanına mücahede ve bilimsel ola*nına içtihad denmektedir. Üç kavram da Allah yolunda gayret gösterme noktasında birleşirler. Cihad mal, can ve fikir unsurlarından biri veya hepsiyle sergilenebilir.
İslâmî literatürde, “dinî emirleri öğrenip ona göre ya*şamak ve başkalarına
öğretmek, iyiliği emredip kötülük*ten sakındırmaya çalışmak, İslâm’ı tebliğ, nefse ve dış düşman*la*ra karşı mücadele vermek” şeklinde genel ve kapsamlı an*la*mı yanında cihad, fıkıh terimi olarak daha çok Müslüman olmayanlarla savaş, tasavvufta ise nefsi yenme çabası için kullanılmış.
Cihadla ilgili bir çok âyet ve hadis bulunmaktadır. Bu âyet*lerin bir kısmında cihad kelimesinden doğrudan sa*vaş kastedildiği anlaşılmakta, bir kısmında da cihad, “Allah’ın rızasına uygun bir şekilde yaşama çabası” şek*linde özetle*nebilecek olan genel anlamıyla geçmektedir. Genel anlamda cihad ve faziletinden bahseden hadisler yanında, kime karşı ve nasıl cihad yapılacağına dair çe*şitli hadisler de vardır. “Mücahid nefsiyle cihad edendir”[1], “Mümin kılıcı ve diliyle cihad eder”[2], “Müşriklere karşı mallarınız, nefisleriniz ve dil*lerinizle cihad edin”[3], “Ciha*dın en faz*iletlisi zalim sul*tanın yanında hakkı söylemek*tir”[4] mealindeki hadislerle Hz. Peygamber’in, ümmetin içinde yapma*ya*cakları şeyleri söy*leyen ve kendilerine emredi*lenleri yap**mayan nesiller ortaya çıkacağını haber vererek, “kim onlarla eliyle cihad ederse o mümindir, kim onlarla diliyle cihad ederse o mümindir, kim onlarla kal*biyle cihad ederse o mümindir”[5] demesi, savaşa çık*makta olan İslâm ordusuna katılmak için gelen birine an*nesinin ve babasının hayatta olup olmadığını sorarak ha*yatta olduklarını öğrenmesi üzerine, “O halde onlara hiz*met yolunda -nefsinle- cihad et,”[6] buyurması ve Hz. Aişe’nin, “Ey Allah’ın resulü! Görüyoruz ki, cihad amelle*rin en faziletlisidir, öyle ise biz de cihad etmeli değil mi*yiz?” diye sorması üzerine, “Sizin için cihadın en fazilet*lisi makbul hac*dır”[7] şeklinde cevap vermesi, cihadın ge*rek kapsamını ge*rekse yöntemlerini göstermesi bakımın*dan önemlidir. Bu*na göre cihad, hayatın gayesi olarak Allah’a kulluk etme, Al*lah ve Resulünün koyduğu ölçüle*rin fert ve toplum hayatına uygulanmasına çalışmaktan, İslâm’ı diğer insanlara tebliğe, İslâm ülkesini ve Müslü*manları her türlü tehlike ve sal*dı*rı*la*ra karşı savunma ve bu konuda gerek*ti*ğinde savaşmaya ka*dar kapsamlı bir anlam taşımakta; kalp, dil, el ve silah gibi beşe*rî aksiyo*nun ortaya konul*du*ğu her vasıta ile yapıla*bil*mek*tedir.
Normal şartlarda cihadın farz-ı kifaye, umumî sefer*ber*liği gerektiren bir tehlike ve saldırı halinde ise farz-ı ayın ol*duğu konusunda İslâm hukukçuları görüş birliği içinde*dirler. Diğer taraftan Hz. Peygamber’in bir savaş dönüşü söylediği belirtilen ve daha çok tasavvuf ehlince önem atfedilen, “kü*çük cihaddan (savaş) büyük cihada (nefisle mücahede) dön*dük”[8] sözünün zayıf [9] olduğu ileri sürül*mekle birlikte, İbn Kayyım el-Cevziyye, “mücahid nefsiyle cihad edendir”[10] mealindeki hadise dayanarak kulun nefsiyle olan cihadının dış düşmanlara karşı gerçek*leş*ti*ri*len cihada nisbetle asıl ol*du*ğunu, Allah’ın emir*lerine uy*ma konusunda nefsiyle cihad edemeyen kimse*nin düş*man*la cihad edemeyeceğini belir*tir.[11]
Bu kapsam genişliğine rağmen İslâm hukukçularının da*ha çok “Müslüman olmayanlarla savaş” anlamındaki cihada ağırlık vermeleri, bu tür cihadın hukukî bir mahi*yet arz etmesi ve bir takım hukukî sonuçlar doğurması sebebiyledir. Bunun yanında nefisle mücahede şeklindeki cihadla daha çok tasavvuf ehli ilgilenmiştir. Dolayısıyla cihadın savaştan ibaret olduğunu düşünmek, gerçeği yansıtmadığı gibi cihada yalnız savaş anlamının veril*mesi, Kur’an ve sünnette ifade edilen anlam ve kapsamı bakımından eksik ve yanlış sayılır. Yukarıda işaret edilen hadisler yanında, kafirlere boyun eğmeyip kendilerine karşı Kur’an’la güçlü bir cihadın yapılmasını emreden âyet ile (el-Furkan, 25/52), Allah’ın rı*za*sını elde etmek için cihad edenlere O’na ulaştıracak yolların gösterileceğini vadeden âyette (el-Ankebut, 29/69) cihad keli*me*sinin savaş anlamına gelmediği açıktır. Ayrıca müna*fık*larla savaşı gerektiren her hangi bir hükmün bulunmamasını ve fiilen de onlara karşı hiç bir zaman savaşa başvurul*ma*ma*sını göz önüne alan müfessirler, “Ey Peygamber! Kafirler ve müna*fıklarla savaş et” (et-Tevbe, 9/73) mealindeki âyette geçen cihadın hem kafirlere karşı gerektiğinde sa*vaş yap*ma*yı, hem de münafıklara karşı kendilerini İslâm’a kazan*dır*mak için delil serd etme, sertlik gösterme, onları azar*lama gi*bi silahlı mücadele dışında bazı yollara baş*vurmayı ifade etti*ğini bildirmişlerdir.[12] Esasen Kur’an’da iki grup ara*sın*da meydana gelen silahlı ça*tışma anlamında harp (el-Mai*de, 5/64; el-Enfal, 8/57; Muhammed, 47/4) ve kıtal (el-Bakara, 2/190-191, 193; en-Nisa, 4/74-76; et-Tevbe, 9/12-13) kelimeleriyle bunların tü*revleri kullanılmıştır.
İslâm hukukçuları, genel olarak cihadın anlamı ve hükmü yanında kâfirlere karşı cihadın hukuken meşru olmasının se*bepleri üzerinde de etraflıca durmuşladır. Konunun ele alın*dı*ğı Batı kaynaklarının hemen hep*sinde[13] cihadın, bütün dün*ya Müslüman oluncaya veya İslâm hakimiyetine boyun eğinceye kadar Müslüman ol*mayanlarla savaşmayı ifade ettiği ileri sürülmüştür. Bu iddiayı ileri süren Batılı araş*tır*macıların, İslâm’da sava*şın meşruluğu ile ilgili İslâm hukuk literatüründe ortaya konan görüşlere yer vermemesi ve bun*lara ait tartışmaları görmezlikten gelmesi dikkat çekicidir. İslâm hukukçuları Kur’an ve sünnette belirtilen esaslara göre gerek savaş öncesi ve savaş esnasında, gerekse sonrasında uyul*ması gereken kuralları kendi dönemlerindeki şartlar çer*çeve*sinde en ince ayrıntılarına kadar inceleyip tesbit ettikleri gibi, savaşın meşruluğu meselesini de tartışmış*lardır. İslâm hukukçularının çoğunluğu savaşın meşrûiyet sebebi*nin düş*manın tecavüzü olduğunu, Müslümanlara karşı savaşma*yan*larla savaşmanın ve sadece İslâm’ı benim*semediği için bir insanı öldürmenin caiz olmadığını be*lirtmişlerdir. Şafiilerle onları destekleyen bazı hukukçulara göre ise, Müslümanlardan veya antlaşmalı kimselerden başkası kalmayıncaya kadar mümkün oldukça savaşın sürdürülmesi gereklidir.
Şafiilerin delil olarak gösterdiği âyetler, gayr-i müslim*ler*le girişilen savaş sırasında veya bunu sonuçlan*dırmak için ta*kip edilecek hususları açıklamakta, savaşın niçin yapıl*dığı*nı değil nasıl yapılacağını göstermektedir. İlk nazil olan âyet**lerde savaşın meşru sayılmasının sebe*binin kafirlerin sal*dırı ve zulümleri olduğu açıkça belirtil*miştir. (el-Hac, 22/39-40; el-Bakara, 2/190; en-Nisa, 4/75; et-Tevbe, 9/13) Son âyetlerde ise, sebebi bir kere daha tekrar etmeye gerek gö*rül*meyip savaşta uygulanacak stratejiden söz edilmek*te*dir. Bu âyetlerin ilk nazil olan âyetleri nesh ettiği yolundaki iddianın ilmi bir mesnedi yoktur. Söz ko*nusu âyetlerin uygulama alan ve şartları farklı olup arala*rında çelişki bulunmadığı gibi, ilk âyetlerde tecavüze karşı savaşmanın vacip olduğu belirtildi*ğin*den, bu tür âyetlerin nesh edildiğini söylemek de müm*kün değildir.
İslâmiyet dinde baskıyı kesinlikle yasaklamış, zor ve baskı altında gerçekleşecek imanın geçersiz olduğu hükme bağlanmıştır. Kin ve nefrete yol açan savaşı bir tebliğ vası*ta*sı olarak düşünmek mümkün değildir. Öyle ise, Müslü*man*la*ra silahlı saldırıda bulunmayan gayr-i müslimlere karşı öncelikle yapılması gereken şey, onlarla savaşmak değil, barış*çı davet yollarına başvurmaktır.
Savaş sebebinin “küfür” olduğunu ileri süren hukuk*çular bu hükme varırken, kendi zamanlarındaki milletle*rarası şart*lardan, Müslümanların devamlı olarak kafirlerin tecavüz*le*ri*ne uğramış olması vakıasından etkilenmiş ol*malıdırlar. Gayr-i* müslimlerin Müslümanlara karşı savaş açmalarını cihadın sebebi sayan Hanefi hukukçuların aynı zamanda cihadın farz-ı kifaye olduğunu, gayr-ı müslimler kendileriyle bilfiil savaşmasalar bile onlarla sa*vaşmanın Müslümanlar için bir vecibe teşkil ettiğini be*lirtmeleri[14] bir çelişki olma*yıp kendi zamanlarında taraflar arasında sü*rekli savaş hali*nin mevcut olduğunu, düşma*nın güçlen*me*sini ve saldırı*la*rı*nı önlemek için karşı saldı*rıların sür*dü*rül*düğünü gösterir. Ay*nı ifadeleri eserinde kaydeden Serahsî’nin buna karşılık, “Küfrün fitnesini ve kafirlerin şerrini Müslümanlardan def*et*mek için savaşı*lır,” “cihad*dan maksat Müslümanların em*ni*yet içinde olmaları, din ve dünya işlerini yürütmeye imkân bulmala*rıdır”[15] demesi bunun açık delilleridir. Nitekim De*bû*sî, Ehl-i kitapla savaşı emreden âyeti (et-Tevbe, 9/29) yo*rum**larken, bu savaşın gayesini onların Müslümanlarla barış içinde yaşamalarını sağlamak şeklinde izah etmiş[16], diğer bazı Hanefî alimleri de gayr-i müslimlerle cizye karşılı*ğında yapılan antlaşmadan (zimmet akdi) güdülen gayenin Müslü*man*lara karşı açılan savaşın şerrini defetmek, düşmanın sava*şı terk ederek Müslümanlarla barış içine girmesini sağ*la*mak olduğunu söylemişledir.[17]
Bütün bunlardan, Müslüman hukukçuların kendi za*man*la*rındaki milletlerarası şartlar çerçevesinde gayr-i müslim dün*yaya karşı tam bir güvensizlik duydukları an*laşılmak*ta*dır. Bir çok âyette de işaret edildiği gibi, gerek Hz. Peygam*ber’in sağlığında gerekse sonraki devirler boyunca Müslü*man*ların maruz kaldıkları düşmanlık ve saldırılar bu güven*siz*liğin temelini teşkil etmiş, İslâm dün*yası ile gayr-i müs*lim dünya arasındaki ilişkilerin düzen*lenmesinde büyük öl*çü*de bu tarihi tecrübe rol oynamıştır. Bu hususu göz önüne almadan Müslümanların inanma*yanlara karşı tutumunu ve bazı hukukçuların cihada dair bir kısım âyetlerle ilgili aşırı sayılabilecek nesih iddiaları ve yorumlarını sağlıklı bir şe*kil*de değerlendirmek müm*kün değildir. İslâm hukuk*çu*la*rının gayr-i müslimlerle iliş*kiler konusunda hüküm verirken, için*de bulundukları ta*rihi ve si*yasi şartlar Batılı araştır*ma*cı*lar tarafından dik*kate alın*ma*dığı gibi, bu araştırmacılar hemen hemen bütün güçlü ülkelerin bir birleriyle çatışma halinde olduğu Ortaçağ bo*yunca devletler arasında hüküm süren iliş*ki biçimini de yalnız Müslümanların eseri olarak göstermeye çalışmış*lar*dır.[18] Gerçekte özellikle Hanefi’lerin cihada dair görüşleri milletlerarası ilişkilerde barışı ve devletlerin eşitli*ğini esas almasına rağmen mevcut şartlar bu anlayı*şın gelişip yer*leş*mesine imkân vermemiştir.
Cihadın meşruiyeti ile ilgili olarak teoride birbirinden fark*lı görüşler ileri sürmelerine rağmen Hanefi ve Şafii kay**nak*larında benzer ifadelerin yer alması, tamamen pra***tikteki şart*ların aynı ilişki biçimini gerektirmiş olma*sıyla izah edile*bilir. Bir başka ifade ile cihadın meşruluğu konu*sunda nazarı olarak bir grup küfrü, bir grup da Müslü*manlara savaş açıl*masını esas almakla birlikte, özellikle kilisenin etkisiyle daima canlı tutulan düşmanlık ve saldırılardan kaynaklanan şartlar uygulamada hem Şafi*ilerin hem de Hanefilerin aynı ilişki biçiminde karar kıl*malarına yol açmıştır. Tarih boyun*ca Müslüman devlet*leri gayr-i müslim ülkelerle yaptıkları savaş*larda her biri ayrı ayrı ele alınma durumunda olan tari*hî, siyasî ve dinî bir takım sebepler bulunmakla birlikte İslâm’ı tebliğ için girişilen fetih hareketleri de söz konusu ül*ke*lerdeki in*san*ları zorla İslâm’a sokmak amacıyla değil, ferdi planda tebliğ imkânının bulunmadığı bu ülkelerin her kesin dile*diği inancı serbestçe seçebileceği şekilde tebliğe açmak gayesiyle yapılmıştır. Nitekim İslâm’da meşru kabul edi*len savaş için cihad kelimesi kullanıldığı gibi, bu hareket*leri istila ve sömürü savaşlarından ayırmak için de özel*likle fetih (açmak) tabiri kullanılmıştır.
Batılı araştırmacıların, cihadın meşruluğunu küfür se**bebine bağlayan bazı alimlere ait görüş ve sözleri ele ala*rak genellemede bulunmaları ve bu ifadeleri maksatlarını aşacak şekilde yorumlarken, gayr-i müslim ülkelerin tarih boyunca Müslümanlara karşı sergilediği saldırgan tavır konusunda sessizliği tercih etmeleri ibret vericidir. Hal*buki Kur’an’ın Müslümanlara karşı düşmanlık besleme*yen gar-i müslimlerle iyi ilişkiler kurma yönündeki açık tavsiyelerine (el-Ankebut, 29/46; el-Mümtehine, 60/8-9) ve İslâm tarihi bo*yunca gayr-i müslimlerin İslâm ülkelerinde güven için*de yaşamış olmala*rı*na karşılık, Hristiyan âlemi asırlar boyun*ca papalığın da et*kisi ile İslâm dünya*sıyla düşman*ca ilişki*ler içinde bulun*muştur. Bütün Hristiyan Batı dün*ya*sının katıldığı Haçlı seferleri ve bunun İslâm dünyasında yol aç*tığı yıkımlar yanında Sicilya ve Endülüs’te insanlığın en ihtişamlı medeniyetlerinden bi*rini kurmuş olan bir devleti ve milleti kökünden yok ede*cek ölçüdeki Müs*lüman kıyı*mını doğuran bu düşmanlığın günümüz şartları, metotları ve vasıtalarıyla halen sürdü*rüldüğü yönünde hemen bü*tün Müslüman milletlerde ge*nel bir kaygı vardır. Bu gün (1999) başta Bosna-Hersek ve Kosova olmak üzere dün*yanın bir çok yerinde Müslü*man*ların mal, can, namus, ta*rihi eserler ve dini kuruma*lar gibi bütün değerlerine karşı sürdürülen teca*vüzler, ta*rihte olduğu gibi günümüz*de de Müslüman mil*let*le*rin onlarla ilgili kaygı ve kuşkularını haklı göste*recek nite*lik*tedir. Ayrıca son bir kaç asırdan beri Batının İslâm dün*yasına yönelik sömürgeci politi*kaları ve bunun doğur*duğu sonuçlar, tarih boyunca İs*lâm dünyasında yaşayan gayr-i müslimlere can ve mal gü*ven*liği sağlamanın da ötesinde dinî ve millî kimliklerini ko*ru*ma konusunda ta*nınan imkân ve hoşgörü ile karşı*laş*tı*rıl*dığında iki din ve medeniyetten (İslâm-Hristiyan) hangi*sinin diğer din men*suplarına karşı daha saygılı ve müsa*ma*halı davrandığını açık bir biçimde görmek müm*kün*dür.
Cihad, Müslümanın Allah’a kulluk ve onun rızasını temin için İslâm esaslarını öğrenme, öğretme, ferdî ve iç*timaî plan*da yaşama, yaşanmasına çalışma, İslâm’ı teb*liğ ve bu husus*larda içte ve dışta karşılaşacağı engelleri aşma konusunda içinde bulunması gereken şuurlu ve sü*rekli gayret ve ak*si*yon halini ifade der. Müslümanın bü*tün ha*yat ve faaliyetinin Allah rızasını kazanmaya yönelik olması gerektiğinden ve bu anlamdaki bütün gayretler cihad kav*ramı içinde mütalaa edildiğinden, Allah rıza*sına ulaş*mak için başvurulan bir savaş da cihad sayılır. Esasen is*tila, sömürü ve tecavüz için yapılan savaşları tanımayan İslâm dini savaşa ancak Müslüman*ların can ve mal güvenliğini sağlamak, hak ve hürri*yet*lerini koru*mak, İs*lâm’a ve İslâm ülkelerine yönelik sal*dı*rı*la*rı önle*mek ama*cıyla başvuru*lacağını hükme bağlamış ve me*şru gördüğü bu savaşı diğerlerinden ayırmak için de ona cihad adını vermiştir. Bunu yanında Kur’an-ı Kerim’in, Müslümanların sadece en güzel şekilde tebliğ yapmakla mükellef olduk*larını (el-Maide, 5/67; en-Nahl, 16/25; el-Ankebut, 29/46), birine dini kabul ettirmek için baskı ya*pılmayacağını ve baskı altında gerçekleşecek imanın ge*çersiz olduğunu açıkça belirten hükümlerini göz ardı ede*rek, cihadı gayr-i müs*lim*leri Müslüman yapmanın bir vasıtası olarak takdim etmek ve “Ey İnsanlar! Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyin. Allah’tan afiyet (esenlik ve barış) dileyin. Fakat düşmanla karşılaşınca da sabredin ve bilin ki cennet kılıçların gölgesi altındadır”[19] diyen Rah*met Peygamberini dünyaya savaş ilan etmiş gibi göster*mek, ilmî gerçekler yanında ahlakî öl*çülerle de bağdaş*maz.
Batılı araştırmacıların, cihadın anlamı ve mahiyetiyle ilgili olarak gerçeği yansıtmayan görüşleri yanında cihadı mukaddes savaş (holy war, guerre sainte) şeklinde tercüme etmeleri de doğru değildir. Cihad kelimsi her zaman sa*vaş an*lamını ifade etmediği gibi pratikte savaşın mukad*des sa*yıl**ması da hayat anlayışından kaynaklanmaktadır. Müs*lü*man, Batı hayat anlayışına göre mukaddes sayıla*bilecek tek şey olan ibadeti gösteriş veya maddî menfaat maksadı ile yapar da Allah rızasını gözetmezse, dince makbul sayılan bir iş yapmış olmaz, hatta bu durum onu şirke bile götürebilir. Buna karşılık onlarca mukaddes sa*yılmayan yeme, içme gibi tabii şeyler, ilahi bir emanet olan hayatın sürdürülmesi, sağlığın korunması ve dolayı*sıyla yaratanın rızasına vesile olacak davranışlarda bu*lunmak amacıyla yaparsa bu bir ibadet olur. Savaş da böyledir ve yalnız Allah rızası için yapılır.[20] İslâm’ın bu ha*yat anlayışı Kur’an-ı Kerim’de, “De* ki şüphesiz be*nim namazım da, ibadetlerim de, hayatım da, ölümüm de âlemlerin Rabbi olan Allah içindir.” (el-Enam, 6/12) şeklinde dile getirildiği gibi, bir başka âyette de, “İman edenler Allah yolunda savaşırlar, inkâr edenler ise şeytanın (tağutun) yolunda sava*şırlar” (en-Nisa, 4/76) denilmiştir.[21]