Sultanin meraki
Yıldızlar uykudaydı. Ağaçlar, kuşlar, ırmaklar ve insanlar uykuda…
Bir tek, uzaktan bakıldığında eski bir yapıyı andıran, saray olduğunu anlayabilmeniz için bahçesine kadar gitmeniz gereken o yerde gözleri uyku tutmayan bir adam vardı. Başı ellerinin arasında, gözleri yaşlı bir adam. Beynini kemiren sorulara cevap bulmaya çalışıyordu. Dualar ediyor, yalvarıyordu.
Nasıl olduysa birer kanca gibi aklına takılan şu üç soruydu adamı bu hallere düşüren:
Ben gerçekten babam bildiğim adamın oğlu muyum?
Cennete gidecek olanları cennetlik kılan sebep nedir?
Ben de cennete gidenlerden olabilecek miyim?
Şimdi merakının kölesi olan bu adam, ülkenin sultanıydı.
Vakit gece yarısı olmuştu. Sultan’ın bir geceyi daha soruların pençesinde kıvranarak geçirecek takati yoktu. Ani bir kararla doğruldu. Abdest aldı, iki rekât namaz kıldı, sonra vezirini çağırttı. Sadece veziri değildi o, dert ortağı, can yoldaşıydı. Bütün sıkıntılarını paylaşabilirdi. Durumdan onunda haberi olursa belki biraz rahat ederim, diye düşünüyordu…
Gecenin bu vakti çağrılan vezir, endişe ve korku içinde üstünü giyinip huzura çıktı. Sultan geldiğini fark etmemiş gibiydi. Neden sonra vezirini görünce tebessüm ederek:
—Hazırlan, çıkıp biraz dolaşalım, dedi.
Vezir söyleneni çok iyi anlamıştı. Sultan onunla özel bir şeyler konuşmak istediğinde hep böyle yapardı çünkü. Bazen bir molla, bazen bir tüccar kılığında şehri dolaşırlar, halkın arasına karışırlar, bir yandan da dertleşirlerdi.
Ama vezir bu kez yanılıyordu. Sultan onu beklerken derdini açmaktan vazgeçmişti. Hiç kimseye anlatmayacaktı bu üç soruyu, vezirine bile. Sırrını kalbinde taşırsa muradının erken hâsıl olacağına dair bir his vardı içinde.
Gecenin karanlığında şehrin ara sokaklarına dalarak yürümeye başladılar. Tek-tük karşılaştıkları insanların hallerini hatırlarını sorarak ilerliyorlardı meydandaki büyük caminin önünde kıvrılıp, tepedeki mezarlığa doğru uzanan yokuşa geldiklerinde, önce bir ses dikkatlerini çekti. Biraz daha yaklaşıp dikkatle baktıklarında, mezarlığın tam ortasında, tepenin üzerinde birilerinin oturduğunu fark ettiler. Mezarlığın kapısından içeri girince, gördükleri manzara her ikisini de şaşırtmıştı. Birkaç genç oturmuş, ay ışığının altında ellerindeki kitapları okumaya çalışıyorlardı. Yaklaştılar, usulca yanlarına oturup gençlerin okumayı bitirmesini beklediler. Oradakiler yeni gelenlere bakıp bir şeyler söyleyeceklerdi ki. Sultan söze girişti:
—Hayırdır, bu saatte burada ne yapıyorsunuz?
İçlerinden bıyıkları yeni terlemeye başlayanı cevap verdi:
—Biz talebeyiz. Derslerimizi ezberliyoruz.
—Neden evinizde, medresede değil de buradasınız peki?
—Lambamızın yağı bitti, karanlıkta kaldık. Burada ay ışığında okuyabiliriz diye düşündük.
Bu cevap üzerine Sultan bakışlarını gençlerden kaçırmaya çalışarak vezirine işaret verdi. Müsaade isteyip kalktılar. İkisinin de içi burkulmuşu. Saraya doğru hızlı adımlarla yürürken susuyorlar, bu gecenin hikmeti olsa gerek, diye düşünüyorlardı.
Saraya vardıklarında Sultan’ın ilk işi gençlerin lambalarına yıllarca yetecek kadar yağ hazırlatmak oldu. Vezir birkaç görevliyle birlikte hazırlanan yağı ve bir miktar erzakı alarak mezarlığa doğru yola koyulduğunda, gözden kaybolana kadar Sultan pencereden onları seyretti. Gençlerin hali göz önüne gelince içi ürperdi birden, bir gariplik, bir mahzunluk çöktü üstüne, ağlamaya başladı. Gözlerinden boşanan yaşlar yanaklarını ıslatırken, koca sultan çocuk gibi hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Günlerdir uyku görmeyen gözleri süzülen her damlayla biraz daha kızarıyor, yaraya tuz dökmüşçesine canını yakıyordu.
Bu hal ne kadar devam etti bilinmez. Sultan’ın gönlünü bir muhabbet sarıverdi birden. Bir ılıklık çöktü yüreğine, içi tatlı bir huzurla doluverdi. Yavaşça doğruldu oturduğu yerden. Gecesini gündüzünü zindan eden o üç soru aklına bile gelmiyordu artık. Gidip yatağına uzandı. Gözleri hafifçe kapanırken, yüzüne belli belirsiz bir tebessüm yayıldı. Uykuya daldı.
O tatlı uykuda bir rüya gördü Sultan. Peygamber Efendimiz tebessüm ederek kendisine sesleniyordu: “Ey filan oğlu falan, işte o öğrenilen ilim insanların cennete girmelerine vesiledir. İnsanlar da ilim ehline yaptıkları yardım sebebiyle cennete gideceklerdir. O gençlere yapılan yardım sayesinde sen de cennetliklerdensin.”
Uyandı, dizlerinin üstüne çöküp ağlamaya başladı. Odayı canları mest eden bir koku sarmıştı. Rüyayı hatırlamaya çalıştı. Kâinatın Efendisi gecesini şereflendirmiş, mübarek dudaklarından süzülen sözlerle sorularına cevap vermişti. “Ey filan oğlu falan” derken Sultan’ın babasının ismini söylemiş, böylece Sultan gerçekten babasının oğlu olduğunu anlamıştı. Bu birinci sorunun cevabıydı. Sonra kimlerin cennetlik olduğunu en son da kendi durumunun ne olacağını öğrenmişti. Sultanı gecenin karanlığına atan üç soru, bir kandilin ışığında aydınlanıvermişti işte.
Yıldızlar uykudaydı. Ağaçlar, kuşlar, ırmaklar ve insanlar uykuda…
Bir tek, mezarlıktan caminin önüne inen yolda, sırtlarında kandil yağı ve erzakla gülümseyerek yürüyen birkaç genç uyanıktı.