Bunun sırrına gelince, onun izahı şöyledir: Osmanlı Devleti bir İslâm Devleti, yönettiği halklar da müslüman idi. İslâm ise devletin hem akide, hem de nizamı idi. İslâm'ın fikirleri aynı zamanda devletin de fikirleri idi. İslâm'ın hayat hakkındaki görüşü aynı zamanda devletin de görüşünü teşkil ediyordu.
Bunun için İslâm Devleti, Avrupada meydana gelen yeni fikirlere bakıp kendi fikrî kaidesine göre kıyaslamalara girmesi, ortaya çıkan yeni problemlere İslâmî açıdan bakıp, onlara İslâmî görüşe göre sağlam içtihadlar ile çareler getirmesi gerekirdi. Onların doğru ve yanlışlarını tesbit edebilmeliydi.
Fakat o, bunları yapmadı. Çünkü devletin elinde İslâmî fikirler açık ve seçik olmadığı gibi sınırlı mefhumlara da sahip değildi. Çünkü Osmanlı Devleti'nde İslâmî akide, bütün fikirlerin üzerine bina edildiği bir fikrî kaide değildi. o ancak taklidî bir akide idi. Devletin dayandığı esas bu taklidî akide idi.
Osmanlı Devleti'nde İslâmî fikirler ise tam olarak vazıh değildi. İçtihad yapılmadığı için nizam donmuş vaziyette idi. Hayata ait kavram ve mefhumların bütününden teşekkül eden hadaret tam berrak olmadığı gibi, devletin işleriyle de birleşmemişti. Buna fikir seviyesinin düşüşü ve kalkınmanın herhangi bir belirtisinin olmayışı sebeb oldu. Bundan dolayı müslümanlar, Avrupada gördükleri fikrî ve sanayi devrimi karşısında şaşkına döndüler.
Onu ne alabildiler, ne de terkedebildiler. İlim, sanayi ve icadlar gibi alınması caiz olan hususlar ile felsefe gibi hayat hakkında bakış açısını ve hayat hakkında mefhumların toplamı olan hadareti belirleyen ve alınması caiz olmayan hususları ayırt etmediler Bundan dolayı bu gelişmeler karşısında ne yapacaklarını bilmeyerek donup kaldılar. Avrupa devletlerinin tekeri yoluna devam ederken onların tekerinin durmasına bu donukluk ve şaşkınlık sebeb oldu.
Bütün bunlara sebeb; İslâm'ı sıhhatli bir şekilde anlamamaları ve kendi düşünceleriyle batı düşüncesi arasındaki çelişkileri bilmemeleri, İslâm'ın teşvik ettiği ilim, sanayi ve icadlar ile alınmasını yasaklandığı felsefe, hadaret ve fikir arasındaki farkı idrak edememeleridir.
Evet Osmanlılar, İslâm'ı sağlam bir kavrayışla anlayamadılar. Bu anlayışsızlık, devlet ve ümmeti, -düşmanları muayyen bir nizama bağlanıp onun üzerinde yol alırken- onlar ellerindeki nizamın ne olduğuna bakmadan rastgele yaşıyor hale getirdi. Onun için akidesi ve felsefesi ne olursa olsun, Avrupa kendisine göre bir ideoloji ve görüş sahibi olarak ortaya çıkarken, sağlam bir ideoloji sahibi bulunan İslâm ümmeti bu ideolojinin hayali içerisinde, asırlar boyu bu gerçeğin hakkını ihmal ederek yaşadı.
Çünkü o, sahip olduğu İslâm ideolojisinin kötü tatbik edildiği bir ortamda yaşıyordu. Halbuki Resulullah (sas) şöyle buyurmuştu: "Size iki şey bıraktım, onlara sarıldığınız müddetçe yolunuzu sapıtmazsınız: Allah'ın Kitabı ve benim Sünnetim."
Halbuki devlet İslâmî, ümmet İslâm ümmeti olmasına rağmen, fikrî ve fıkhî servet ellerde dolaştığı halde, devlet yeniden akide ve nizam olması esasına binaen İslâm'a dönmek için bu hadisin manasını anlamadı. Hiç bir ümmetin sahip olmadığı ve benzeri bulunmayan bu servetten yararlanmadı.
Evet, devlet bu servetlerden istifade etmedi. Zira içtihad ve fikrî faaliyet durunca, müslümanlar nezdinde İslâmî mefhumlar da zayıfladı. İslâmî kültürel eğitim geriledi. Kitab ve ilmî servetler raf ve kütüphanelerde saklı kaldı. Düşünebilen çok az alim kaldı. Hakikatları arama merak ve isteği azaldı.
İslâmî bilgiler, devlette ve hayat sahnesinde tatbik edilmek için öğrenilmedi. Çünkü devlet, buna teşvik etmiyordu. Alimler, bu İslâmî ilimleri daha fazla kültürlü görünmek için öğrendiler ki buna "İlim için ilim taleb etmek" denilir. Ya da onlar dünyadaki geçimlerini sağlamak için ilim öğreniyorlardı. İlmi, devlete ve ümmete faydalı olmak için taleb edenlerin sayısı çok azdı.
Bu durumdan dolayı orada ilim, kültür ve teşriî hareketi yok oldu. Bundan dolayı İslâm'ın anlaşılması zorlaşdı. Artık müslümanlar İslâm'ı fikrî, siyasî ve teşriî olmaktan çok ruhî olarak anlamaya başladılar. Çünkü İslâm'ın temel fikri anlaşılmadığı gibi, bu fikrin yürürlüğe konulduğu metodu bilinmiyordu. Kitab ve Sünnet'in anlaşılması da onlara adeta kapalı idi.
Onlar, İslâm'ı sadece ruhî bir din olarak anlamaya, İslâm dini ile diğer dinler arasında mukayeseler yaparak, onun da diğer dinler gibi ruhanî bir din olduğu zehabına kapılmaya başladılar. Halbuki İslâm dininin hayatın bütün işler için bir akide ve bir nizam olduğuna bakmadılar.
Bunun için Osmanlı yönetimi altında yaşayan İslâm ümmetinin, Avrupadaki meydana gelen devrim hareketi karşısında şaşkın konuma düşmesi, Avrupayı saran iktisadî gelişmeler ve oradaki çeşitli icad ve keşifler, sanayileşme hareketleri karşısında eli kolu bağlı şaşkın bir vaziyete girmesi garip değildir. Bu gelişmelerden zorakî, bozuk bir şekilde cüzî olarak etkilenmesine rağmen, bunun herhangi bir yararı olmamıştır.
Onda maddî ilerleme sağlanmamıştı. Hatta aşağıya doğru yuvarlanan gerileme tekerinin durudurulmasına dahi fayda vermemiştir. Bunun sebebi müslümanların, ilim ile kültür, hadaret ile medeniyet arasındaki farkı anlayamadıklarından kaynaklanır. Bunun için şaşkın şaşkın ortaya konan gelişmeleri seyretmeye koyuldular. Acaba bu gelişmeleri alsınlar mı, yoksa terk mi etsinler?
Onlardan bir çoğu bu gelişmelerin hepsinin İslâm'la bağdaşmadığını ileri sürerek, bunları almanın haram olduğunu söylediler. Matbaalar meydana çıktığında, devlet Kur'an-ı Kerim'i basmaya karar verince, fakihler Kur'an'ın basımını haram ilân ettiler. Her yeninin haram olduğunu, tabiî ilimleri öğrenen herkesin kâfir olduğunu ileri sürerek, her düşünürü zındık ve mülhidlik (inkarcılık) ile suçladılar.
Bir tarafta da Avrupa misyoner okullarında eğitim gördükten sonra memlekete dönen ufak bir gurub ilim, kültür, hadaret ve medeniyet namına ne varsa hepsini Batıdan almanın zarurî olduğu görüşünü paylaşıyorlardı. Bu azınlığın ilk zamanlarda pek tesiri olmamıştı. Halk ise İslâm ile Batının medeniyet, hadaret, ilim ve kültürü arasında bir uzlaşma düşüncesinde idi.
Osmanlının son günlerinde, “Batı kendi hadaret ve kültürünü İslâm'dan almıştır. İslâm ise kendisine uyanı ve ona ters düşmeyen ile amel etmeyi men etmez” iddiasındaki fikir hakim olmuştur. Batı ise, bu fikrin yayılmasında arzu edilen başarıyı elde ederek, bütün halk, özellikle öğrenciler bu fikri benimser oldular. Hatta fakih ve alimler de bu fikri benimser oldular. Bu fikri benimseyip kabul edenlere çağdaş alimler ve ıslahatçılar adını veriyorlardı.
Halbuki Batı hadareti ile İslâm hadareti arasındaki gerçek çelişkiye, Batı kültürü ve bu kültürün taşıdığı hayat hakkındaki bakışı ilgilendiren manalar ile, İslâm kültürü ve onun hayat yolunu ilgilendiren hususlar hakkında ortaya koyduğu prensipler arasındaki çelişkilere bakılırsa, İslâm'ın sahip olduğu özellikler ile batı düşüncesini bir araya getirmenin mümkün olmadığı meydana çıkmış olur.
Bu durum, bu uzlaştırma fikrini savunanları İslâm'dan uzaklaştırıp, bozuk ve karışık bir şekilde Batıya ait fikirlere yaklaşmalarına sevketti. Böylece Batının düşüncesini hakkıyla anlamaktan da aciz kalarak İslâm'dan uzaklaştılar. Bunun; sanayi, ilim, keşif ve icadları ihmal etmede olsun, İslâm'ı yanlış anlamada olsun büyük etkisi olmuştur. Bu durum, ümmetin fikirler hakkında mevcud bütün bu çelişkilere düşmesine, devletin de belli bir fikre bağlanmaktan aciz kalmasına itti.
Yine bu durum, ümmetin maddî sahadaki ilim, sanayi ve keşiflerin ortaya koyduğu maddî ilerlemeye ait vesileler almaktan yüz çevirmesine sevk etti. Bütün bunların neticesinde, ümmet ve devlet kendisini koruyacak gücü kaybedip, büsbütün zayıf düştü.
İşte bu zaaftan yararlanmayı bilen İslâm'ın düşmanları, İslâm Devleti'ni bir çok parçalara bölmeye başladılar. Devlet bu parçalanışa zaafından ve aczinden dolayı karşı koyamadı. “İlim” ismi altında misyoner savaşı başlayıp ümmetin iç bünyesini karıştırarak, saflarını parçalıyor, İslâmî beldelerde fitne ateşini yakıyordu. Devleti yıkmaya çalışan bir çok hareket başarılı oldu.
Böylece devletin her yerinde; Balkanlar'da, Türkiye'de, Arap beldelerinde, Ermenistan ve Kürdistan'da milliyetçilik fikri ortaya çıktı. 1914 yılında devlet, felâketin kenarına geldi. Birinci Dünya Savaşına girip ondan mağlup ve bir çok şeyini kaybederek çıktı. Bu savaş neticesinde İslâm Devleti yıkıldı, Batının uzun asırdan beri gördüğü İslâm'ı ortadan kaldırmak için İslâm Devleti'ni ortadan kaldırmak rüyası gerçekleşti.
İslâm Devleti'nin yıkılmasıyla bütün İslâm beldelerinde yönetim gayri İslâmî oldu. Müslümanlar, İslâmî olmayan yönetimler altında yaşamaya başladılar. Müslümanların durumları ve halleri kötüleşti. Küfür nizamına göre yaşamaya ve küfür hükümleriyle yönetilmeye başladılar.
Selam ve dua ile...