Vahdet-i Vücud nedir?
Bu konuîtikâdımızla te'lif edilebilir mi?
Filozoflar ile Mutasavvıfların benzer görüşleri var mıdır?
Kâinat ve Zât-ı Hak ilişkisi nasıldır?
Vücûd birliği sözcüğüyle ifade edeceğimiz “vahdet-i vücûd”daha ziyade tasavvufçular arasında bahis mevzuu olan bir meseledir.
“Vahdet-i vücûd”çoklarına göre bir zevk ve hâl meselesi olmasına rağmen
bir kısım kimseler ona felsefî bir kisve giydirerek farklı anlamak istemişlerdir. Diğer bir kısmı ise
onunla
vahdet-i mevcûd
“monizm” arasında fark görmemişlerdir.
Müslümanların düşünce tarihinde oldukça mühim bir yer işgal eden “vahdet-i vücûd”anlayışı da
her meselede olduğu gibi ifrat ve tefritler içinde devam edegelmiştir. Aslında tamamen
Allah’ın zâtıyla alâkalı bu düşünce sistemi
yerinde
ifade ve kelime yetersizliğinden; yerinde
onu şu görülen âleme tatbikten doğan eksikliklerden; yerinde de
felsefî bir hüviyeti olan “panteizmle” arasındaki benzerlikten
hem şimdiye kadar çok farklı anlaşılmış
hem de değişik telâkkilere sebebiyet vermiş
çok münakaşa götürür mevzulardandır.
Bu ekole mensup olanlarcatevhidin üç mertebesi vardır:
1) Tevhid-i ef’âl (Kâinatta meydana gelen her işin fâili Allah’tırakidesi) : Bu anlayışa göre
hangi sebeple
ne zaman bir iş meydana gelirse gelsin
onun için başka sebep aramaya lüzum yoktur. O
doğrudan doğruya Allah’ın fiilidir. Burada kelâm ilminin mevzu edindiği şeylerden olan “kesb” ve “halk” hususlarına intikal ederek
meseleyi dağıtmakta fayda mülâhaza etmiyoruz. Aslında o husus kaderle alâkalı sorular arasında ele alınmıştı…
Bu görüşte olanların tevhid-i ef’âli teyit eder delilleri de vardır. Ezcümle: “Allahsizi de
yaptığınız şeyleri de yaratır.” (Sâffât
37/96) kezâ
“Hepsi Allah’dandır.” (Nisâ
4/78) vs. gibi âyetler zikredilebilir.
2) Tevhid-i sıfât (Bütün kudretleriniradelerin
ilimlerin Allah’a ait olduğuna itikat etme: Buna göre bütün cazibeler
dâfialar ve her türlü kuvâ
meleke ondan bir mânâ
bir hâl ve O’na mahsus bir iştir.
3) Tevhid-i Zât: Vücudyalnız bir zâttan ibarettir. O’nun dışında
görünen şeylere gelince
muhtelif mertebelerde onun zuhur ve tecellîsinden başka bir şey değildir.
Tevhid’in mertebeleri olarak anlatılan bu hususların bütünü üzerinde münakaşa yapılabilir; zuhur ve tecellî nüanslarına kadar kritiğe tâbi tutulabilir. Ne var kibizim mevzuumuz bunlardan
tevhidin üçüncü mertebesi olarak ele alınan Tevhid-i Zât’la alâkalı olduğu için
sadece onun üzerinde durmak istiyoruz.
Bu türlü tevhid anlayışının zevk ve hâle inhisar ettirilmesi durumundakimsenin diyeceği bir şey olmamış ve üzerinde münakaşa da yapılmamıştır.
Aslında bütün eşya ve hâdiseler Allah’aO’nun isimlerine dayandırılmadığı takdirde izah edilemeyeceği
ehlince sabit bir hakikattir. Böyle bir anlayışta da az-çok aynı mânâda bir tevhid düşüncesi sezilir ki
tasavvufçuların düşünce tarzlarına oldukça yakındır.
ZatenSa’düddîn Teftâzânî de “Şerhu’l-Makâsıd”ında
vahdet-i vücûda taraftar olanları iki sınıfa ayırarak
bunlardan bir zümrenin
Ehl-i Sünnet’in düşünce sistemi içinde olduğunu söyler ki
biraz evvel arz edildiği üzere
böylelerin durumu hiçbir zaman münakaşa mevzuu olmamıştır.
İmam Teftâzânî’ye görevahdet-i vücûdçular iki zümredir: sofîyye ve mutasavvife. Sofîyye
mevcut gibi vücûdda da çokluğu kabul eder; ancak hakikat yolcusu Allah’a ulaşınca
kendini irfan denizine gömülmüş görerek
zâtını Allah’ın zâtında
sıfatlarını Allah’ın sıfatlarında fânî ve yok olmuş bilir ki
böyle bir sâlik’in nazarında
Allah’tan gayri her şey kaybolur ve Hak yolcusu
varlığını
Hak tecellîlerinin bir noktada mihraklaşmasından (odaklaşma) ibaret sayar ki
işte tasavvuf erbâbının “fenâfi’t-tevhid” dedikleri hâlet de budur. Çok defa
bu mertebedeki ahvâl iyi tasavvur edilemeyişinden “hulûl” ve “ittihat” ifade eden sözler de sarf edilmiş olur.
Sofîlerden bir zümrenin nazarında böyle bir tevhidmakâm-ı cem’in gereğidir. Tabiî bu da
her şeyden evvel bir irfan
sonra da bir zevk meselesidir. Bu makamda insanın
eşyaya hakikî varlık vermesi
müşâhede ve duyuşa zıddır. Bu itibarla da
o hâlet içinde sebepleri kabullenmek şirk hissini verir. Aksine bu idrak ve hâlâta ulaşmadan esbâbı inkâr
riyâkârlık ve mücerret bir iddiadır. Buna binaen cem’in ne demek olduğunu bilemeyen
irfansız; farktan habersiz olan da kulluk esrarından habersiz addedilmiştir. Olgun insan ise fark ve cem’i yerine göre kabul edendir.
İkinci zümreaçıktan açığa vahdet-i vücûda taraftar olanlardır. Bunlara göre vücûd birdir; O da sırf Cenâb-ı Hakk’ın vücûdundan ibarettir. Âlemde görülen çokluk ise
sadece bir hayal ve seraptır.
Görüldüğü üzeresofîyyede
“Vahdet-i Vücûd” telâkkisi bir zevk
bir hâl işi olmasına mukâbil
sonradan gelen mutasavvifede hakiki bir kanaat ve felsefe olduğu hissini veriyor. Vâkıa kelâmcılardan da bu kanaate sahip olanlar ve hâtta Celâlüddin Devvânî gibi şiddetle müdafaa edenler de az değildir. Ne var ki
dünden bugüne Ehl-i Sünnet ulemâsı eşyanın hakikatinin mevcut ve sabit olduğu mevzuunda ittifak hâlindedirler.
Şeyhülislâm M. Sabri Efendi “Mevkıfü’l-Akl” isimli kitabındaVahdet-i Vücûd nazariyesinin arkasında Vücûd-u Hak
zâtının aynı olduğu düşüncesini göstermektedir. Bu ise vâkıf olanlarca bilindiği gibi
kelâm ulemasına göre
vücûd
mahiyet üzere zâiddir. Bu vâcipte de böyledir
mümkinde de... İmam Eş’arî ise
tam aksine
vücupta da
mümkinde de Vücûd’u
mahiyetin aynı saymıştır. Filozoflar ise
vücûpta
Eş’arî ile aynı düşünceyi paylaşmasına karşılık
mümkinde
kelâm ulemâsının nokta-i nazarını benimser. Son iki ekol: vücudu
Zât-ı Bârî’nin aynı ve O’nun vücûdundan ibaret saydıklarından
eşyaya itibarî ve izâfî birer vücut vererek her şeyi Allah’ın zâtından ibaret görmüşlerdir.
Aslında vücûd gibisâir
ilâhî sıfatların da
Zât’ının aynı veya gayri olması hususu öteden beri münakaşa edilegelen mevzulardandır. Ancak
pek çok ulemanın da içinde bulunduğu bir cemaat hakkında
vücûd-u Bâri’yi Zâtı’nın aynı sayma düşüncesinde
Vahdet-i Vücûd’a
hatta Vahdet-i Mevcûd’a (monizm) gidileceğini çıkarmak
bu büyük zâtları dalâlet yolunda görmeyi netice verir ki; böyle bir düşünce
mânevî mes’uliyeti
altından kalkılamayacak kadar büyük olsa gerektir.
Vâkıa Celâlüddîn Devvâni “Risâletü’z-Zevrâ’’ üzerine olan beyanlarıylaHakk’ın varlığının Zâtı’nın aynı olduğunu ve Zât-ı Hak’dan başka hakiki mevcud bulunmadığını ve buna göre
vücûd
vücûd olması itibarıyla
Hakk’ın vücûdundan ibaret bulunduğunu ifade ediyor ki
bu da Allah’dan gayri bütün mevcûdâtın vücûdunun
hakiki olmayıp
itibarî ve mecâzî olduğunu anlatmaktan başka bir şey değildir. Devvânî
aynı eserde bir kademe daha ileri giderek: Âlemin
Allah’dan başka birtakım müstakil varlıklar olarak mülâhazasının
hem vücûd itibarıyla
hem de zuhur itibarıyla imkânsız olduğunu ifade eder. “Vücûd itibarıyla âlemin varolması düşünülemez. Zira
Cenâb-ı Hak’tan başka herhangi bir şeyin bizzat mevcud olması imkânsızdır. Zuhûr itibarıyla da mümkinâtın hakiki varolması düşünülemez. Çünkü
bir şeyin zuhûru
ancak Hak’dan ibaret olan Vücûd’a irtibatla meydana gelir. Buna göre Hakk’ın vücûdundan başka müstakil hakikatler düşünülürse
o vücûtla alâkalı mülâhaza edilmesi lâzım gelir ki
mevcudiyetine hükmedebilsin. Demek ki
vehim ve hayal olarak itibar ettiğimiz hüviyetleri ve zâtları asla mevcud saymamak gerektir.” der.
Muhyiddin İbn Arabî bir derece daha ileri giderekbir tezâhür ve yansımadan ibaret saydığı âlemin şu görülen hâli
aslâ mevcud ve hele devamlılık içinde bir mevcud olmadığını ısrarla ifade etmektedir. Allah (cc) daimi tecellî etmekte
âlem de yenilenip durmaktadır. Bu tecellîler birbirini takip etmekte ve âlem her ân bu tecellîlerle varlık ve yokluk arasında gelip-gitmektedir. Tecellîler o kadar serî ve kesilmeksizin cereyan etmektedir ki; devam edegelen varlık silsilesinde herhangi bir kopukluk da hissedilmemektedir.
Mevlâna Celâleddin-i Rûmî Hazretleri de rengin ve zengin ifadeleriylebu kanaate iştirâk eder: “Ey ruhumuzun ruhu
biz kim oluyoruz da
kendimize varlık biçip ortaya çıkalım. Biz bir alay hiçten ibaretiz. Bizim varlığımız da bir hiçtir. Sen ise
bir Vücûd-u Mutlak’sın ki
her şeyin ortaya çıkacağı bir aynada
fânîleri gösteriyorsun. Bizler birer aslanlarız
fakat hakiki değil
sancak üzerine nakşedilmiş ve esen rüzgârla hareket eden aslanlar. Sancak üzerindeki bu aslanların hareketleri hissedilir de
bunları hareket ettiren rüzgâr görünmez. -O görünmeyen eksik olmasın! - Bizlerin varlığı senin ihsanın
senin icâdındır. Yokluğa varlık lezzetini tattırıp
onu ezelde kendine âşık etmişsin.” Kâinattaki bütün çalkalanma ve dalgalanmaları Hakk’ın tecellîsinden ibaret sayan bu düşünce
Hak’dan başka hiçbir şeye vücûd vermemektedir. Onun
bu âleme var nazarıyla bakması
mazhariyet alâkasından ötürü ve mecâzîdir.
Ne var kiHakk’ın tecellîsinden ibaret olan varlıklarda
bir de değişiklik ve çokluk göze çarpmaktadır. Bu
aynaların istîdadına bağlı bir değişiklik ve çokluktur ki
Vücûd’un birliğine zarar vermez.
Cüneyd-i Bağdadî de bu hakikati“Suyun rengi tasın rengidir.” sözüyle ifade eder. Binâenaleyh
hakiki vücûd birdir. Tıpkı bir nur gibi... Bütün varlık bu nurun aksi ve mevcelenmesinden ibarettir. Nasıl ki
muhtelif habbeciklerden meydana gelen yağmur
dolu
şimşek ve gök gürültüsü ayrı ayrı görüntüler arz ediyor olmalarına rağmen
tek hakikatin değişik ahvâlinden ibarettir. Öyle de bir sel gibi akıp giden ve ayrı ayrı tezâhürleri olan eşya ve hâdiseler de
bir hakikatin cilvelerinden ibarettir