4 sonuçtan 1 ile 4 arası

Konu: Vahdet-i Vücud nedir? ( Önemli )

    Share
  1. #1
    ***
    DIŞARDA
    Points: 155.310, Level: 100
    Points: 155.310, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    Konyevi Nisa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Jun 2008
    Yer
    Dünyadan !!
    Mesajlar
    20.631
    Points
    155.310
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    38

    Vahdet-i Vücud nedir? ( Önemli )

    Vahdet-i Vücud nedir?


    Bu konu îtikâdımızla te'lif edilebilir mi?

    Filozoflar ile Mutasavvıfların benzer görüşleri var mıdır?

    Kâinat ve Zât-ı Hak ilişkisi nasıldır?

    Vücûd birliği sözcüğüyle ifade edeceğimiz “vahdet-i vücûd” daha ziyade tasavvufçular arasında bahis mevzuu olan bir meseledir.

    “Vahdet-i vücûd” çoklarına göre bir zevk ve hâl meselesi olmasına rağmen bir kısım kimseler ona felsefî bir kisve giydirerek farklı anlamak istemişlerdir. Diğer bir kısmı ise onunla vahdet-i mevcûd “monizm” arasında fark görmemişlerdir.

    Müslümanların düşünce tarihinde oldukça mühim bir yer işgal eden “vahdet-i vücûd” anlayışı da her meselede olduğu gibi ifrat ve tefritler içinde devam edegelmiştir. Aslında tamamen Allah’ın zâtıyla alâkalı bu düşünce sistemi yerinde ifade ve kelime yetersizliğinden; yerinde onu şu görülen âleme tatbikten doğan eksikliklerden; yerinde de felsefî bir hüviyeti olan “panteizmle” arasındaki benzerlikten hem şimdiye kadar çok farklı anlaşılmış hem de değişik telâkkilere sebebiyet vermiş çok münakaşa götürür mevzulardandır.

    Bu ekole mensup olanlarca tevhidin üç mertebesi vardır:

    1) Tevhid-i ef’âl (Kâinatta meydana gelen her işin fâili Allah’tır akidesi) : Bu anlayışa göre hangi sebeple ne zaman bir iş meydana gelirse gelsin onun için başka sebep aramaya lüzum yoktur. O doğrudan doğruya Allah’ın fiilidir. Burada kelâm ilminin mevzu edindiği şeylerden olan “kesb” ve “halk” hususlarına intikal ederek meseleyi dağıtmakta fayda mülâhaza etmiyoruz. Aslında o husus kaderle alâkalı sorular arasında ele alınmıştı…

    Bu görüşte olanların tevhid-i ef’âli teyit eder delilleri de vardır. Ezcümle: “Allah sizi de yaptığınız şeyleri de yaratır.” (Sâffât 37/96) kezâ “Hepsi Allah’dandır.” (Nisâ 4/78) vs. gibi âyetler zikredilebilir.

    2) Tevhid-i sıfât (Bütün kudretlerin iradelerin ilimlerin Allah’a ait olduğuna itikat etme: Buna göre bütün cazibeler dâfialar ve her türlü kuvâ meleke ondan bir mânâ bir hâl ve O’na mahsus bir iştir.

    3) Tevhid-i Zât: Vücud yalnız bir zâttan ibarettir. O’nun dışında görünen şeylere gelince muhtelif mertebelerde onun zuhur ve tecellîsinden başka bir şey değildir.

    Tevhid’in mertebeleri olarak anlatılan bu hususların bütünü üzerinde münakaşa yapılabilir; zuhur ve tecellî nüanslarına kadar kritiğe tâbi tutulabilir. Ne var ki bizim mevzuumuz bunlardan tevhidin üçüncü mertebesi olarak ele alınan Tevhid-i Zât’la alâkalı olduğu için sadece onun üzerinde durmak istiyoruz.

    Bu türlü tevhid anlayışının zevk ve hâle inhisar ettirilmesi durumunda kimsenin diyeceği bir şey olmamış ve üzerinde münakaşa da yapılmamıştır.

    Aslında bütün eşya ve hâdiseler Allah’a O’nun isimlerine dayandırılmadığı takdirde izah edilemeyeceği ehlince sabit bir hakikattir. Böyle bir anlayışta da az-çok aynı mânâda bir tevhid düşüncesi sezilir ki tasavvufçuların düşünce tarzlarına oldukça yakındır.

    Zaten Sa’düddîn Teftâzânî de “Şerhu’l-Makâsıd”ında vahdet-i vücûda taraftar olanları iki sınıfa ayırarak bunlardan bir zümrenin Ehl-i Sünnet’in düşünce sistemi içinde olduğunu söyler ki biraz evvel arz edildiği üzere böylelerin durumu hiçbir zaman münakaşa mevzuu olmamıştır.

    İmam Teftâzânî’ye göre vahdet-i vücûdçular iki zümredir: sofîyye ve mutasavvife. Sofîyye mevcut gibi vücûdda da çokluğu kabul eder; ancak hakikat yolcusu Allah’a ulaşınca kendini irfan denizine gömülmüş görerek zâtını Allah’ın zâtında sıfatlarını Allah’ın sıfatlarında fânî ve yok olmuş bilir ki böyle bir sâlik’in nazarında Allah’tan gayri her şey kaybolur ve Hak yolcusu varlığını Hak tecellîlerinin bir noktada mihraklaşmasından (odaklaşma) ibaret sayar ki işte tasavvuf erbâbının “fenâfi’t-tevhid” dedikleri hâlet de budur. Çok defa bu mertebedeki ahvâl iyi tasavvur edilemeyişinden “hulûl” ve “ittihat” ifade eden sözler de sarf edilmiş olur.

    Sofîlerden bir zümrenin nazarında böyle bir tevhid makâm-ı cem’in gereğidir. Tabiî bu da her şeyden evvel bir irfan sonra da bir zevk meselesidir. Bu makamda insanın eşyaya hakikî varlık vermesi müşâhede ve duyuşa zıddır. Bu itibarla da o hâlet içinde sebepleri kabullenmek şirk hissini verir. Aksine bu idrak ve hâlâta ulaşmadan esbâbı inkâr riyâkârlık ve mücerret bir iddiadır. Buna binaen cem’in ne demek olduğunu bilemeyen irfansız; farktan habersiz olan da kulluk esrarından habersiz addedilmiştir. Olgun insan ise fark ve cem’i yerine göre kabul edendir.

    İkinci zümre açıktan açığa vahdet-i vücûda taraftar olanlardır. Bunlara göre vücûd birdir; O da sırf Cenâb-ı Hakk’ın vücûdundan ibarettir. Âlemde görülen çokluk ise sadece bir hayal ve seraptır.

    Görüldüğü üzere sofîyyede “Vahdet-i Vücûd” telâkkisi bir zevk bir hâl işi olmasına mukâbil sonradan gelen mutasavvifede hakiki bir kanaat ve felsefe olduğu hissini veriyor. Vâkıa kelâmcılardan da bu kanaate sahip olanlar ve hâtta Celâlüddin Devvânî gibi şiddetle müdafaa edenler de az değildir. Ne var ki dünden bugüne Ehl-i Sünnet ulemâsı eşyanın hakikatinin mevcut ve sabit olduğu mevzuunda ittifak hâlindedirler.

    Şeyhülislâm M. Sabri Efendi “Mevkıfü’l-Akl” isimli kitabında Vahdet-i Vücûd nazariyesinin arkasında Vücûd-u Hak zâtının aynı olduğu düşüncesini göstermektedir. Bu ise vâkıf olanlarca bilindiği gibi kelâm ulemasına göre vücûd mahiyet üzere zâiddir. Bu vâcipte de böyledir mümkinde de... İmam Eş’arî ise tam aksine vücupta da mümkinde de Vücûd’u mahiyetin aynı saymıştır. Filozoflar ise vücûpta Eş’arî ile aynı düşünceyi paylaşmasına karşılık mümkinde kelâm ulemâsının nokta-i nazarını benimser. Son iki ekol: vücudu Zât-ı Bârî’nin aynı ve O’nun vücûdundan ibaret saydıklarından eşyaya itibarî ve izâfî birer vücut vererek her şeyi Allah’ın zâtından ibaret görmüşlerdir.

    Aslında vücûd gibi sâir ilâhî sıfatların da Zât’ının aynı veya gayri olması hususu öteden beri münakaşa edilegelen mevzulardandır. Ancak pek çok ulemanın da içinde bulunduğu bir cemaat hakkında vücûd-u Bâri’yi Zâtı’nın aynı sayma düşüncesinde Vahdet-i Vücûd’a hatta Vahdet-i Mevcûd’a (monizm) gidileceğini çıkarmak bu büyük zâtları dalâlet yolunda görmeyi netice verir ki; böyle bir düşünce mânevî mes’uliyeti altından kalkılamayacak kadar büyük olsa gerektir.

    Vâkıa Celâlüddîn Devvâni “Risâletü’z-Zevrâ’’ üzerine olan beyanlarıyla Hakk’ın varlığının Zâtı’nın aynı olduğunu ve Zât-ı Hak’dan başka hakiki mevcud bulunmadığını ve buna göre vücûd vücûd olması itibarıyla Hakk’ın vücûdundan ibaret bulunduğunu ifade ediyor ki bu da Allah’dan gayri bütün mevcûdâtın vücûdunun hakiki olmayıp itibarî ve mecâzî olduğunu anlatmaktan başka bir şey değildir. Devvânî aynı eserde bir kademe daha ileri giderek: Âlemin Allah’dan başka birtakım müstakil varlıklar olarak mülâhazasının hem vücûd itibarıyla hem de zuhur itibarıyla imkânsız olduğunu ifade eder. “Vücûd itibarıyla âlemin varolması düşünülemez. Zira Cenâb-ı Hak’tan başka herhangi bir şeyin bizzat mevcud olması imkânsızdır. Zuhûr itibarıyla da mümkinâtın hakiki varolması düşünülemez. Çünkü bir şeyin zuhûru ancak Hak’dan ibaret olan Vücûd’a irtibatla meydana gelir. Buna göre Hakk’ın vücûdundan başka müstakil hakikatler düşünülürse o vücûtla alâkalı mülâhaza edilmesi lâzım gelir ki mevcudiyetine hükmedebilsin. Demek ki vehim ve hayal olarak itibar ettiğimiz hüviyetleri ve zâtları asla mevcud saymamak gerektir.” der.

    Muhyiddin İbn Arabî bir derece daha ileri giderek bir tezâhür ve yansımadan ibaret saydığı âlemin şu görülen hâli aslâ mevcud ve hele devamlılık içinde bir mevcud olmadığını ısrarla ifade etmektedir. Allah (cc) daimi tecellî etmekte âlem de yenilenip durmaktadır. Bu tecellîler birbirini takip etmekte ve âlem her ân bu tecellîlerle varlık ve yokluk arasında gelip-gitmektedir. Tecellîler o kadar serî ve kesilmeksizin cereyan etmektedir ki; devam edegelen varlık silsilesinde herhangi bir kopukluk da hissedilmemektedir.

    Mevlâna Celâleddin-i Rûmî Hazretleri de rengin ve zengin ifadeleriyle bu kanaate iştirâk eder: “Ey ruhumuzun ruhu biz kim oluyoruz da kendimize varlık biçip ortaya çıkalım. Biz bir alay hiçten ibaretiz. Bizim varlığımız da bir hiçtir. Sen ise bir Vücûd-u Mutlak’sın ki her şeyin ortaya çıkacağı bir aynada fânîleri gösteriyorsun. Bizler birer aslanlarız fakat hakiki değil sancak üzerine nakşedilmiş ve esen rüzgârla hareket eden aslanlar. Sancak üzerindeki bu aslanların hareketleri hissedilir de bunları hareket ettiren rüzgâr görünmez. -O görünmeyen eksik olmasın! - Bizlerin varlığı senin ihsanın senin icâdındır. Yokluğa varlık lezzetini tattırıp onu ezelde kendine âşık etmişsin.” Kâinattaki bütün çalkalanma ve dalgalanmaları Hakk’ın tecellîsinden ibaret sayan bu düşünce Hak’dan başka hiçbir şeye vücûd vermemektedir. Onun bu âleme var nazarıyla bakması mazhariyet alâkasından ötürü ve mecâzîdir.

    Ne var ki Hakk’ın tecellîsinden ibaret olan varlıklarda bir de değişiklik ve çokluk göze çarpmaktadır. Bu aynaların istîdadına bağlı bir değişiklik ve çokluktur ki Vücûd’un birliğine zarar vermez.

    Cüneyd-i Bağdadî de bu hakikati “Suyun rengi tasın rengidir.” sözüyle ifade eder. Binâenaleyh hakiki vücûd birdir. Tıpkı bir nur gibi... Bütün varlık bu nurun aksi ve mevcelenmesinden ibarettir. Nasıl ki muhtelif habbeciklerden meydana gelen yağmur dolu şimşek ve gök gürültüsü ayrı ayrı görüntüler arz ediyor olmalarına rağmen tek hakikatin değişik ahvâlinden ibarettir. Öyle de bir sel gibi akıp giden ve ayrı ayrı tezâhürleri olan eşya ve hâdiseler de bir hakikatin cilvelerinden ibarettir


    Seni çok Özledim Annem

  2. #2
    ***
    DIŞARDA
    Points: 155.310, Level: 100
    Points: 155.310, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    Konyevi Nisa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Jun 2008
    Yer
    Dünyadan !!
    Mesajlar
    20.631
    Points
    155.310
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    38

    Standart Cevap: Vahdet-i Vücud nedir? ( Önemli )

    Görüldüğü üzere “Vahdet-i Vücûd” mevzuunu felsefî hüviyette ele alan mutasavvife ilk sofîlerin vahdet-i şuhûda götüren oldukça duru tevhid akîdelerine mukabil hulûl ve ittihâdı işmâm eder sözlerden kurtulamamışlardır. Aslında meseleyi bir ilim ve felsefe mevzuu olarak kabul ettikten sonra böyle bir durumdan kurtulmaları da düşünülemez. Kaldı ki bunun ötesinde âyet ve hadîslerle de bir kısım tahşidâtın yapıldığı görülür. Birkaçını arz edelim:

    1) “Siz onları (kâfirleri) öldürmediniz; fakat Allah öldürdü. Attığını da (taş toprak ve silâh) sen atmadın ancak Allah attı.” (Enfal 8/16)

    2) “Gerçekten sana biat edenler (Hudeybiye günü) ancak Allah’a biat etmiş olurlar.” (Fetih 48/10)

    3) “Kasem olsun ki insanı Biz yarattık ve nefsinin ona ne vesveseler verdiğini biliriz. Biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kâf 50/16)

    Aynı istikamette delil olarak gösterilen hadîs-i şerifler de vardır. Ezcümle; İmam Müslim’in rivayet ettiği: “Ey insanoğlu! Hasta oldum beni dolaşmadın? Kul: Yarabbi Sen Rabbülâlemînsin Seni nasıl dolaşırım. Cenâb-ı Hak: Bilmiyor musun falan kulum hasta oldu onu ziyaret etmedin eğer onu ziyaret etseydin Beni onun yanında bulurdun...’’ (1) Kezâ yine aynı kaynakta: “Kulum nâfileler ile Bana yaklaşır böylece Ben de onu severim ve sevdiğim vakit de onun işiten kulağı gören gözü tutan eli ve yürüyen ayağı olurum...” (2)

    Delil olarak getirilen bu kabil şeyleri çoğaltmak mümkündür. Ancak çoğaltmanın herhangi bir değişiklik meydana getirmeyeceği mülâhazasıyla kısa kesiyoruz.

    Başta misal olarak bir ikisini arz ettiğim tasavvuf büyüklerinin de bu istikamette ifade ettikleri şeyler küçümsenmeyecek kadar çoktur. Ne var ki soruya cevap sadedinde bütün bir “Vahdet-i Vücûd” tarihini ele almaya imkân olmadığı gibi gerek de yoktur. Biz burada sadece bir iki misale temasla iktifa edeceğiz:

    Evvelâ Kur’ân-ı Kerim’den ilk iki âyeti Muhkemât’a hamlederek Kelâm-ı İlâhî’de herhangi bir zıtlığa meydan vermeden mâkul bir tefsire gitmek en isabetli yoldur ki şimdiye kadar büyük tefsirciler de hep böyle yapmışlardır.

    Bu tevîl ister fiilin -kimden sâdır olursa olsun- Allah’a ait olduğunu ifade etsin ister bir mucize mânâsını ifade etsin ister en şerefli kulunun fiilini -onun şerefliliğini göstermek için- Zât-ı Ulûhiyetine izâfe etsin isterse güçlülük isabet ve teyit mânâlarını kastetsin çok fark etmez...

    Aslında delil olarak getirilen bu âyetlerde Vahdet-i Vücûd’dan daha ziyâde eşyanın hakikatinin teyit edildiği görülmektedir. Zira kâfir-mü’min ayrılığından kâtil maktûl ayrılığından; muhatap ve üçüncü şahıs ayrılığından bahsediyor ki; bundan vücûd birliği çıkarmak ancak çok tekellüflü tevillerle mümkün olabilecektir. Hele şahdamarından daha yakın olmayı ifade eden âyetten (3) mezkur istikamette bir hüküm çıkarmak kat’iyen mümkün değildir.

    Hadis-i şeriflerde ise Vücud birliği şöyle dursun apaçık çokluktan bahsedilmektedir. Kulun kurbiyet kazanacağı âna kadar bir ikinci varlık olduğunu kabul edip de belli bir zaman sonra birlikten bahsetmek mutasavvifenin dahi kabul edemeyeceği bir hulûl ve ittihad akîdesidir.

    Hatta bu mevzuda ehlûllahın vahdet-i vücudu teyit ediyor gibi görünen sözlerinde dahi hep maksatlarının aksine ikilik hissedilmektedir;

    “Gâh güneş gâh deniz olursun; gâh Kafdağı gâh Ankâ olursun; Sen zâtında ne o ne de bu olursun. Ey aklın tasavvurundan müberrâ olan Zât! Sen sonsuz olduğun hâlde bu kadar suretlerle tecellî ettiğinden dolayı hakkında hem tevhid eden hem de teşbîh eden hayrettedir.”(Mevlânâ) Hiçbir tevil ve tefsire tâbi tutmadan ikilik üzere seyredildiği apaçık meydandadır.

    Kaldı ki mutasavvife kendisi de bizzat çokluk semtinde görünmektedir. Muhteşem ifadelerin gölgesinde başkaları Vahdet-i Vücûd’a delil arayadursun nazariye taraftarları nefis öldürme benliği imhâ etme... gibi çokluk ifade eden şeylerden bir türlü sıyrılamamışlardır.

    Vahdetten hareket edenlerin noksanlıklardan kurtulmak ve kemâlâta ermek için o kadar meşakkatlere katlanmalarına ne gerek var! ... Hele bu büyük zâtların Allah’a kulluk mevzuunda gösterdikleri hassâsiyet kat’iyen felsefî “Vahdet-i Vücûd” anlayışını cerh etmektedir:

    Bir kere kendini mükellef kabul eden Vahdet-i Vücûdcu âmir memur ayrılığını da kabul etmiş demektir. Memuriyeti kabulle beraber vücut birliğinden bahsetmek bir tenakuzdur. Mükellefiyeti inkâr eden bir kısım zındıklar istisnâ edilecek olursa Allah karşısında memuriyeti inkâra şimdiye kadar hiçbir mü’min cesaret edememiştir. Öyle ise sofiyyenin vahdet-i şuhûda bakan ve ona giden “Vahdet-i Vücûd” anlayışları bir hâle mağlûbiyet bir istiğrak ve gönülde duyulan şeyleri ifadede bir kelime yetmezliği hali olmasına mukâbil mutasavvifenin Vahdet-i Vücûd anlayışları bu iç-idrak ve müşâhedede bir felsefe yapmak ve hatta bu istikamette batıda yapılmış bir felsefenin malzemesini kullanmak tarzında bir televvündür.

    Başkalarının iddiâ ettiği gibi İslâm büyükleri “neoplatonizm” tesirinde bir “panteizm” felsefesi yapmak istedikleri şeklinde kat’iyen anlaşılmamalıdır. Belki bu büyük zevât iç-müşâhede ve duyuşlarını dile getirmek istediklerinde âriye olarak “neoplatonizm”den aldıkları bir kısım kelimeleri kullanmada beis görmemişlerdir. Yoksa Zât-ı Ulûhiyet anlayışı açısından iki zümre arasında dağlar kadar fark mevcuttur.

    Her şeye rağmen Kur’ân’ın tarif ettiği şekilde bir dünya ve ukbâ muvazenesine sahip bir topluluğun aşağıda arz edeceğim hususlar muvâcehesinde mutasavvifeye isnat edildiği şekilde bir Vahdet-i Vücûd anlayışına kail olmaları asla düşünülemez:

    1) Bütün kâinata yayılmış her yerde ve her şey sayılan bir ilâh akidesi en uygunsuz en münasebetsiz şeyleri dahi “Allah” kabul etmeyi netice verir ki; akıl ve nakil böyle bir münasebetsizliği şiddetle reddeder.

    2) Kur’ân-ı Kerim yer yer kâinattan Allah’ın varlığına ve birliğine istidlâl eder bu ise “eşya” hakikatinin sabit olduğunu gösterir.

    3) Kur’ân-ı Kerim’de mükerrer âyetler kâinatın helâk olacağı üzerinde durmakta ve helâki müteâkip yeni dünyaların müjdesini vermektedir. Helâk; mevcut olan bir şeyin yok olması demektir. Baştan sabit ve mevcut olmayan bir şeyin helâk olacağından bahsetmek abestir. Kur’ân ise abes şeylerden bahsetmekten çok yüce ve müberrâdır.

    4) Bütün peygamberler (as) istisnasız büyük küçük her şeyin sonradan yaratıldığı dersini vermekte ve Hâlık ile mahlûk arasındaki münasebetin bir Yaratıcı ve yaratılan münasebeti olduğunu ısrarla telkin etmektedirler. Mutasavvifeye isnat edildiği şekliyle “Vahdet-i Vücûd” düşüncesinde ise hem peygamberlerin hem de onların ellerindeki vahiy hakikatlerinin tekzip edilmesi bahis mevzuu olur ki bu da dünyânın en doğru insanlarına en şenî’ bir tecavüz ve isnat sayılır.

    5) “Vahdet-i Vücûd”a mesnet olarak irât edilen delillerin hemen hepsinde dâvâya delâletten daha ziyâde ikilik hissi müşâhede edilmektedir.

    6) Kur’ân-ı Kerim’in büyük bir kısmı itaat edenlere mükâfat isyan edenlere de ceza va’d ve tehdidini ifade etmektedir. “Vahdet-i Vücûd” anlayışı içinde bu âyetlerden bir şey çıkarmak imkân haricîdir. Zira “İtaat eden kim? Nimet nerede? Suçlu kim? Azap nedir? ” sualleri buna göre hiçbir zaman cevap bulamayacaktır.

    7) Bütün eşya O’ndan ibaret ve bir sel gibi akıp giden hâdiseler O’nun bir çeşit tezâhürü kabul kabul edildiği takdirde şirki ve müşriki putu ve putperesti kınamak haksızlık olacaktır. Zira mâdem her tekevvün O’nun tezâhürüdür bahsedilen şeyleri de O’ndan ayrı görmek düşünülmemelidir. Hâlbuki tevhid akidesini tespit eden Kur’ân ve Sünnet aynı zamanda putun ve putperestliğin de en büyük hasmıdırlar.

    “Vahdet-i Vücûd”un ikinci zümreye göre izah edilmesi hâlinde maddenin kadîm olduğu hükmü hissedilmektedir. Bu ise bilicmâ küfürdür. Ve... ehlullah böyle bir küfrü irtikâptan kat’iyen müberrâdır.

    Bütün bunlardan sonra mutasavvifeye isnat edilen Vahdet i Vücûd mesleğiyle felsefî Vahdet i Vücûd mesleği arasında daima açık farklar da göze çarpa gelmiştir.

    Felsefî Vahdet i Vücûd (panteizm) zâhiren mutasavvifenin Vahdet-i Vücûd anlayışıyla alâkalı görülse bile felsefî -nazarî olarak- Allah ile âlemi; bir şeyden ibaret görmektedir ki bu da şu iki ana bölümde hulâsa edilebilir:

    1) Yalnız Allah hakiki bir varlıktır; âlem bir kısım tezâhürâtın (manifestations) yahut meydana gelmeler sâdır olmaların (emanations) heyet-i mecmuasından başka bir şey değildir ki “Spinoza”nın görüşü de budur.

    2) Yalnız âlem hakikidir. Allah mevcud olan şeylerin mecmuundan ibarettir ki bu da ya tabiî vücûdiyecilik (pantheisme naturaliste) veyahut maddî vücûdîcilik (pantheisme naturalist) mezhebidir. Hegel ve taraftarları da buna zahib olmuşlardır.

    Buna binâen diyebiliriz ki:

    İslâm mutasavvifesi Vâcibü’l-Vücûd’da fânî olmalarının ifadesi olarak kâinatı inkâr etmelerine mukâbil berikiler Hâlık-ı Kâinatı sarıp sarmalayıp -hâşâ! - bir tarafa koyma gayreti içindedirler.

    Mutasavvifenin Vahdet-i Vücûd düşüncesi zımnen Vahdet-i Şuhûdu ifade etmesine karşılık berikilerin “Vahdet-i Vücûdu” Vahdet-i Mevcûdu (monizm) işmâm etmektedir.

    Birinciler hâl müşâhede ve istiğrak gibi ahvâli ifadede kelime yetersizliğiyle o türlü müteşâbihâta girmelerine bedel; diğerleri ilim yapma felsefe yapma adına böyle bir yola sülûk etmişlerdir.

    Birinciler Allah (cc) ile başlayıp o noktadan eşya ve hâdiseleri değerlendirmelerine mukabil ikinciler Cenâb ı Hakk’ı eşyaya tâbi kılarak meseleyi tetkike koyulmuşlardır.

    Birincilerde ilâhî bir zevk ikincilerde ise sadece nazarîlik...

    Birinciler kendilerini hakîr görme esası üzere yürümede ikinciler ise Vâcibü’l-Vücûda benzeme felsefesini yapma gibi farklılıklar göstermektedirler.

    İşin en doğrusunu O bilir.

    M.Fethullah Gülen / Asrın Getirdiği Tereddütler

    --------------------


    Cazibe: Çekim gücü
    Halk: Yaratma
    Dâfia: Defeden kovan
    Ehlûllah: Allah dostları
    Heyet-i mecmua: Genel yapı
    Hulûl: Tenasüh inancına göre ruhun bir bedenden çıktıktan sonra başka bir bedene girmesi
    İfrat: Aşırılık ileri gitme bir konuda ölçüyü aşma
    İnhisar ettirmek: Yalnız bir şeye mahsus kılmak
    İstidlâl: Delillendirme delillerle neticeye varma
    İşmâm etmek: Duyurmak hissettirmek
    İtibarî: Farazî öyle kabul edilen
    İttihat: Allahla bir olma ‘var olan sadece Allah’tır’ deyip kâinatı yok sayma
    İzâfî: Bağlı bağlı olduğu şeye göre değişen göreli
    Kurbiyet: Yakınlık
    Kelâm-ı İlâhî: Kur’ân-ı Kerîm
    Kesb: Çalışmakazanma
    Kuvâ: Duygular hisler fiziki güçler
    Muhkemât: Dinde te’vile ve tefsire ihtiyaç duyulmayacak şekilde açık ve kesin olan meseleler
    Mutasavvife: Tasavvuf ehli
    Müteşâbihât: Birden fazla anlamı mümkün olan gerçek manasının anlaşılması için başka izah veya delillere ihtiyaç duyulan çeşitli meseleleri insan aklına yaklaştırmak için kullanılan benzetme veya mecazi ifadeler
    Panteizm: ‘Her şey Tanrı’dır’ diyen Tanrı ile evreni bir sayan felsefî bir ekol
    Tecellî: Gerçekleşme tahakkuk etme
    Tefrit: İfratın zıddı ortalamanın altında kalma
    Tenakuz: İki sözün birbirine uymaması çelişki
    Ukbâ: Ahiret
    Vahdet-i mevcûd: Vücud birliği “Var olan sadece Allah’tır Vücûd yalnız O Zat’tan ibarettir O’nun dışında görünen şeyler muhtelif mertebelerde O’nun zuhur ve tecellisinden başka bir şey değildir.”şeklinde ifade edilebilecek bir tasavvuf ekolü
    Zahib olmak: Bir zan taşıyan bir fikre inanan
    Zındık: İnançsız ateist
    Zuhur: Görünme ortaya çıkma
    [/b]


    Seni çok Özledim Annem

  3. #3
    ***
    DIŞARDA
    Points: 155.310, Level: 100
    Points: 155.310, Level: 100
    Level completed: 0%,
    Points required for next Level: 0
    Level completed: 0%, Points required for next Level: 0
    Overall activity: 0%
    Overall activity: 0%
    Achievements
    Konyevi Nisa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Co Admin
    Üyelik tarihi
    Jun 2008
    Yer
    Dünyadan !!
    Mesajlar
    20.631
    Points
    155.310
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    38

    Standart Cevap: Vahdet-i Vücud nedir? ( Önemli )

    Görüldüğü üzere “Vahdet-i Vücûd” mevzuunu felsefî hüviyette ele alan mutasavvife ilk sofîlerin vahdet-i şuhûda götüren oldukça duru tevhid akîdelerine mukabil hulûl ve ittihâdı işmâm eder sözlerden kurtulamamışlardır. Aslında meseleyi bir ilim ve felsefe mevzuu olarak kabul ettikten sonra böyle bir durumdan kurtulmaları da düşünülemez. Kaldı ki bunun ötesinde âyet ve hadîslerle de bir kısım tahşidâtın yapıldığı görülür. Birkaçını arz edelim:

    1) “Siz onları (kâfirleri) öldürmediniz; fakat Allah öldürdü. Attığını da (taş toprak ve silâh) sen atmadın ancak Allah attı.” (Enfal 8/16)

    2) “Gerçekten sana biat edenler (Hudeybiye günü) ancak Allah’a biat etmiş olurlar.” (Fetih 48/10)

    3) “Kasem olsun ki insanı Biz yarattık ve nefsinin ona ne vesveseler verdiğini biliriz. Biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kâf 50/16)

    Aynı istikamette delil olarak gösterilen hadîs-i şerifler de vardır. Ezcümle; İmam Müslim’in rivayet ettiği: “Ey insanoğlu! Hasta oldum beni dolaşmadın? Kul: Yarabbi Sen Rabbülâlemînsin Seni nasıl dolaşırım. Cenâb-ı Hak: Bilmiyor musun falan kulum hasta oldu onu ziyaret etmedin eğer onu ziyaret etseydin Beni onun yanında bulurdun...’’ (1) Kezâ yine aynı kaynakta: “Kulum nâfileler ile Bana yaklaşır böylece Ben de onu severim ve sevdiğim vakit de onun işiten kulağı gören gözü tutan eli ve yürüyen ayağı olurum...” (2)

    Delil olarak getirilen bu kabil şeyleri çoğaltmak mümkündür. Ancak çoğaltmanın herhangi bir değişiklik meydana getirmeyeceği mülâhazasıyla kısa kesiyoruz.

    Başta misal olarak bir ikisini arz ettiğim tasavvuf büyüklerinin de bu istikamette ifade ettikleri şeyler küçümsenmeyecek kadar çoktur. Ne var ki soruya cevap sadedinde bütün bir “Vahdet-i Vücûd” tarihini ele almaya imkân olmadığı gibi gerek de yoktur. Biz burada sadece bir iki misale temasla iktifa edeceğiz:

    Evvelâ Kur’ân-ı Kerim’den ilk iki âyeti Muhkemât’a hamlederek Kelâm-ı İlâhî’de herhangi bir zıtlığa meydan vermeden mâkul bir tefsire gitmek en isabetli yoldur ki şimdiye kadar büyük tefsirciler de hep böyle yapmışlardır.

    Bu tevîl ister fiilin -kimden sâdır olursa olsun- Allah’a ait olduğunu ifade etsin ister bir mucize mânâsını ifade etsin ister en şerefli kulunun fiilini -onun şerefliliğini göstermek için- Zât-ı Ulûhiyetine izâfe etsin isterse güçlülük isabet ve teyit mânâlarını kastetsin çok fark etmez...

    Aslında delil olarak getirilen bu âyetlerde Vahdet-i Vücûd’dan daha ziyâde eşyanın hakikatinin teyit edildiği görülmektedir. Zira kâfir-mü’min ayrılığından kâtil maktûl ayrılığından; muhatap ve üçüncü şahıs ayrılığından bahsediyor ki; bundan vücûd birliği çıkarmak ancak çok tekellüflü tevillerle mümkün olabilecektir. Hele şahdamarından daha yakın olmayı ifade eden âyetten (3) mezkur istikamette bir hüküm çıkarmak kat’iyen mümkün değildir.

    Hadis-i şeriflerde ise Vücud birliği şöyle dursun apaçık çokluktan bahsedilmektedir. Kulun kurbiyet kazanacağı âna kadar bir ikinci varlık olduğunu kabul edip de belli bir zaman sonra birlikten bahsetmek mutasavvifenin dahi kabul edemeyeceği bir hulûl ve ittihad akîdesidir.

    Hatta bu mevzuda ehlûllahın vahdet-i vücudu teyit ediyor gibi görünen sözlerinde dahi hep maksatlarının aksine ikilik hissedilmektedir;

    “Gâh güneş gâh deniz olursun; gâh Kafdağı gâh Ankâ olursun; Sen zâtında ne o ne de bu olursun. Ey aklın tasavvurundan müberrâ olan Zât! Sen sonsuz olduğun hâlde bu kadar suretlerle tecellî ettiğinden dolayı hakkında hem tevhid eden hem de teşbîh eden hayrettedir.”(Mevlânâ) Hiçbir tevil ve tefsire tâbi tutmadan ikilik üzere seyredildiği apaçık meydandadır.

    Kaldı ki mutasavvife kendisi de bizzat çokluk semtinde görünmektedir. Muhteşem ifadelerin gölgesinde başkaları Vahdet-i Vücûd’a delil arayadursun nazariye taraftarları nefis öldürme benliği imhâ etme... gibi çokluk ifade eden şeylerden bir türlü sıyrılamamışlardır.

    Vahdetten hareket edenlerin noksanlıklardan kurtulmak ve kemâlâta ermek için o kadar meşakkatlere katlanmalarına ne gerek var! ... Hele bu büyük zâtların Allah’a kulluk mevzuunda gösterdikleri hassâsiyet kat’iyen felsefî “Vahdet-i Vücûd” anlayışını cerh etmektedir:

    Bir kere kendini mükellef kabul eden Vahdet-i Vücûdcu âmir memur ayrılığını da kabul etmiş demektir. Memuriyeti kabulle beraber vücut birliğinden bahsetmek bir tenakuzdur. Mükellefiyeti inkâr eden bir kısım zındıklar istisnâ edilecek olursa Allah karşısında memuriyeti inkâra şimdiye kadar hiçbir mü’min cesaret edememiştir. Öyle ise sofiyyenin vahdet-i şuhûda bakan ve ona giden “Vahdet-i Vücûd” anlayışları bir hâle mağlûbiyet bir istiğrak ve gönülde duyulan şeyleri ifadede bir kelime yetmezliği hali olmasına mukâbil mutasavvifenin Vahdet-i Vücûd anlayışları bu iç-idrak ve müşâhedede bir felsefe yapmak ve hatta bu istikamette batıda yapılmış bir felsefenin malzemesini kullanmak tarzında bir televvündür.

    Başkalarının iddiâ ettiği gibi İslâm büyükleri “neoplatonizm” tesirinde bir “panteizm” felsefesi yapmak istedikleri şeklinde kat’iyen anlaşılmamalıdır. Belki bu büyük zevât iç-müşâhede ve duyuşlarını dile getirmek istediklerinde âriye olarak “neoplatonizm”den aldıkları bir kısım kelimeleri kullanmada beis görmemişlerdir. Yoksa Zât-ı Ulûhiyet anlayışı açısından iki zümre arasında dağlar kadar fark mevcuttur.

    Her şeye rağmen Kur’ân’ın tarif ettiği şekilde bir dünya ve ukbâ muvazenesine sahip bir topluluğun aşağıda arz edeceğim hususlar muvâcehesinde mutasavvifeye isnat edildiği şekilde bir Vahdet-i Vücûd anlayışına kail olmaları asla düşünülemez:

    1) Bütün kâinata yayılmış her yerde ve her şey sayılan bir ilâh akidesi en uygunsuz en münasebetsiz şeyleri dahi “Allah” kabul etmeyi netice verir ki; akıl ve nakil böyle bir münasebetsizliği şiddetle reddeder.

    2) Kur’ân-ı Kerim yer yer kâinattan Allah’ın varlığına ve birliğine istidlâl eder bu ise “eşya” hakikatinin sabit olduğunu gösterir.

    3) Kur’ân-ı Kerim’de mükerrer âyetler kâinatın helâk olacağı üzerinde durmakta ve helâki müteâkip yeni dünyaların müjdesini vermektedir. Helâk; mevcut olan bir şeyin yok olması demektir. Baştan sabit ve mevcut olmayan bir şeyin helâk olacağından bahsetmek abestir. Kur’ân ise abes şeylerden bahsetmekten çok yüce ve müberrâdır.

    4) Bütün peygamberler (as) istisnasız büyük küçük her şeyin sonradan yaratıldığı dersini vermekte ve Hâlık ile mahlûk arasındaki münasebetin bir Yaratıcı ve yaratılan münasebeti olduğunu ısrarla telkin etmektedirler. Mutasavvifeye isnat edildiği şekliyle “Vahdet-i Vücûd” düşüncesinde ise hem peygamberlerin hem de onların ellerindeki vahiy hakikatlerinin tekzip edilmesi bahis mevzuu olur ki bu da dünyânın en doğru insanlarına en şenî’ bir tecavüz ve isnat sayılır.

    5) “Vahdet-i Vücûd”a mesnet olarak irât edilen delillerin hemen hepsinde dâvâya delâletten daha ziyâde ikilik hissi müşâhede edilmektedir.

    6) Kur’ân-ı Kerim’in büyük bir kısmı itaat edenlere mükâfat isyan edenlere de ceza va’d ve tehdidini ifade etmektedir. “Vahdet-i Vücûd” anlayışı içinde bu âyetlerden bir şey çıkarmak imkân haricîdir. Zira “İtaat eden kim? Nimet nerede? Suçlu kim? Azap nedir? ” sualleri buna göre hiçbir zaman cevap bulamayacaktır.

    7) Bütün eşya O’ndan ibaret ve bir sel gibi akıp giden hâdiseler O’nun bir çeşit tezâhürü kabul kabul edildiği takdirde şirki ve müşriki putu ve putperesti kınamak haksızlık olacaktır. Zira mâdem her tekevvün O’nun tezâhürüdür bahsedilen şeyleri de O’ndan ayrı görmek düşünülmemelidir. Hâlbuki tevhid akidesini tespit eden Kur’ân ve Sünnet aynı zamanda putun ve putperestliğin de en büyük hasmıdırlar.

    “Vahdet-i Vücûd”un ikinci zümreye göre izah edilmesi hâlinde maddenin kadîm olduğu hükmü hissedilmektedir. Bu ise bilicmâ küfürdür. Ve... ehlullah böyle bir küfrü irtikâptan kat’iyen müberrâdır.

    Bütün bunlardan sonra mutasavvifeye isnat edilen Vahdet i Vücûd mesleğiyle felsefî Vahdet i Vücûd mesleği arasında daima açık farklar da göze çarpa gelmiştir.

    Felsefî Vahdet i Vücûd (panteizm) zâhiren mutasavvifenin Vahdet-i Vücûd anlayışıyla alâkalı görülse bile felsefî -nazarî olarak- Allah ile âlemi; bir şeyden ibaret görmektedir ki bu da şu iki ana bölümde hulâsa edilebilir:

    1) Yalnız Allah hakiki bir varlıktır; âlem bir kısım tezâhürâtın (manifestations) yahut meydana gelmeler sâdır olmaların (emanations) heyet-i mecmuasından başka bir şey değildir ki “Spinoza”nın görüşü de budur.

    2) Yalnız âlem hakikidir. Allah mevcud olan şeylerin mecmuundan ibarettir ki bu da ya tabiî vücûdiyecilik (pantheisme naturaliste) veyahut maddî vücûdîcilik (pantheisme naturalist) mezhebidir. Hegel ve taraftarları da buna zahib olmuşlardır.

    Buna binâen diyebiliriz ki:

    İslâm mutasavvifesi Vâcibü’l-Vücûd’da fânî olmalarının ifadesi olarak kâinatı inkâr etmelerine mukâbil berikiler Hâlık-ı Kâinatı sarıp sarmalayıp -hâşâ! - bir tarafa koyma gayreti içindedirler.

    Mutasavvifenin Vahdet-i Vücûd düşüncesi zımnen Vahdet-i Şuhûdu ifade etmesine karşılık berikilerin “Vahdet-i Vücûdu” Vahdet-i Mevcûdu (monizm) işmâm etmektedir.

    Birinciler hâl müşâhede ve istiğrak gibi ahvâli ifadede kelime yetersizliğiyle o türlü müteşâbihâta girmelerine bedel; diğerleri ilim yapma felsefe yapma adına böyle bir yola sülûk etmişlerdir.

    Birinciler Allah (cc) ile başlayıp o noktadan eşya ve hâdiseleri değerlendirmelerine mukabil ikinciler Cenâb ı Hakk’ı eşyaya tâbi kılarak meseleyi tetkike koyulmuşlardır.

    Birincilerde ilâhî bir zevk ikincilerde ise sadece nazarîlik...

    Birinciler kendilerini hakîr görme esası üzere yürümede ikinciler ise Vâcibü’l-Vücûda benzeme felsefesini yapma gibi farklılıklar göstermektedirler.

    İşin en doğrusunu O bilir.

    M.Fethullah Gülen / Asrın Getirdiği Tereddütler

    --------------------


    Cazibe: Çekim gücü
    Halk: Yaratma
    Dâfia: Defeden kovan
    Ehlûllah: Allah dostları
    Heyet-i mecmua: Genel yapı
    Hulûl: Tenasüh inancına göre ruhun bir bedenden çıktıktan sonra başka bir bedene girmesi
    İfrat: Aşırılık ileri gitme bir konuda ölçüyü aşma
    İnhisar ettirmek: Yalnız bir şeye mahsus kılmak
    İstidlâl: Delillendirme delillerle neticeye varma
    İşmâm etmek: Duyurmak hissettirmek
    İtibarî: Farazî öyle kabul edilen
    İttihat: Allahla bir olma ‘var olan sadece Allah’tır’ deyip kâinatı yok sayma
    İzâfî: Bağlı bağlı olduğu şeye göre değişen göreli
    Kurbiyet: Yakınlık
    Kelâm-ı İlâhî: Kur’ân-ı Kerîm
    Kesb: Çalışmakazanma
    Kuvâ: Duygular hisler fiziki güçler
    Muhkemât: Dinde te’vile ve tefsire ihtiyaç duyulmayacak şekilde açık ve kesin olan meseleler
    Mutasavvife: Tasavvuf ehli
    Müteşâbihât: Birden fazla anlamı mümkün olan gerçek manasının anlaşılması için başka izah veya delillere ihtiyaç duyulan çeşitli meseleleri insan aklına yaklaştırmak için kullanılan benzetme veya mecazi ifadeler
    Panteizm: ‘Her şey Tanrı’dır’ diyen Tanrı ile evreni bir sayan felsefî bir ekol
    Tecellî: Gerçekleşme tahakkuk etme
    Tefrit: İfratın zıddı ortalamanın altında kalma
    Tenakuz: İki sözün birbirine uymaması çelişki
    Ukbâ: Ahiret
    Vahdet-i mevcûd: Vücud birliği “Var olan sadece Allah’tır Vücûd yalnız O Zat’tan ibarettir O’nun dışında görünen şeyler muhtelif mertebelerde O’nun zuhur ve tecellisinden başka bir şey değildir.”şeklinde ifade edilebilecek bir tasavvuf ekolü
    Zahib olmak: Bir zan taşıyan bir fikre inanan
    Zındık: İnançsız ateist
    Zuhur: Görünme ortaya çıkma
    [/b]


    Seni çok Özledim Annem

  4. #4
    ***
    DIŞARDA
    Points: 7.004, Level: 55
    Points: 7.004, Level: 55
    Level completed: 27%,
    Points required for next Level: 146
    Level completed: 27%, Points required for next Level: 146
    Overall activity: 16,7%
    Overall activity: 16,7%
    Achievements
    kuzat - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Vip Özel Üye
    Üyelik tarihi
    Nov 2010
    Yer
    İstanbul
    Mesajlar
    904
    Points
    7.004
    Post Thanks / Like
    Tecrübe Puanı
    15

    Standart

    Halis ECE Hocam Allah razı olsun, Ancak Vahdet-i vücud gibi derin bir meselenin izahı sizin burada>> alıntıladığınız kısacık yazıyla yapılamaz. Ben tahmin ediyorumki siz o pek mübarek,zamanın Kur'an hizmetlerinin önderi Süleyman Hilmi Tunahan hz.lerinin talebesisiniz.Ve hazretin İmam-ı rabbani ekolünden olduğunuda biliyoruz.Ancak şu varki İmam-ı rabbani hz.lerine kadar bir çok nakşibendi şeyhi Şeyhü'l ekber Muhyiddin-i Arabi hazretlerinin fususuna şerhler düşmüşlerdir. Siz ne dersiniz?

    CEVAP:
    Sevgili Mekselina;
    Yazdıklarına burada uzun uzadıya cevap vermenin lüzumuna da faydasına inanmadığım için kısaca maddeler halinde temas edip geçeceğim.

    1. Yazının başlığı nedir? "Vahdet-i Vücûd'a dair en kat'î hüküm" Bu sözü kim söylüyor?Tarikat-ı Aliyye-i Nakşibendiyye-i Müceddidin kolunun 33. ve son halkasını teşkil eden zat: Süleyman Hilmi Tunahan (k.s.) hazretleri... Yani İmam-ı Rabbani Müceddid-i Elf-i Sânî (k.s.) hazretlerinin 23. halkasını teşkil ettiği silsilenin mütemmim ve mükemmili... Bunun üzerine söz söylemek sana-bana mı kalmış! Kaldı ki bu meseleler, zâhirî ilim mevzuu değil, tamamen bâtınla alakalı... Konuşup yazdıklarımız-naklettiklerimiz de, bâtın ulemâsının bize bildirdiklerinden ibarettir. Ölçüsü de zâhirî ilim, akıl ve mantık kriterleri değildir. Zira bu hususlar, söz konusu ettiğimiz sahaların mâverâsında mevzulardır.

    2. İmam-ı Rabbani (k.s.) hazretleri, "Fusûs"a şerh düşmek değil, bilakis 'onun fusûs'u varsa bizim de nusûsumuz (nasslarımız) var', ifadesini kullanmışlardır.

    3. Nakledip anlatmaya çalıştığınız hususlar, asırlardır edilegelen laflardır. Bilinen şeylerdir. "Mâlumu i'lâmdan ibaret"tir. Dolayısiyle tekrarında fayda yok, bilakis zararı melhuzdur. Onun içindir ki Süleyman Efendi (k.s.) hazretleri mevzuun girişinde ne buyuryordu:

    "Bilinmelidir ki, ben, bu cümlelerin mânâları ve tasavvufî îzahları üzerinde durmayacağım. Çünkü hem meşrebime muvâfık değil, hem de bu mevzû ile meşgul olmak hakikatte vakti boşa harcamaktır. Yalnız bu sözlerin menşei, zuhur mertebesi ve sebepleri hakkında izahatta bulunacağım. Bu da sizin ve bizim maksadımıza uygun düşecek, meselenin esaslarını tenvîre hizmet edecektir."
    ***
    Velhasıl, biz de bu yola bu usûle uyarak, bu mesele hakkındaki doğru ve öz bilgiyi -bilinmesi gerektiği kadarını- buraya aktarmaya çalıştık. Dileyen alır, dileyen beğenmez terk eder. O onun bileceği iştir.

    Eskilerin tabiriyle, "Huz mâ safâ da' mâ keder" (güzel bulduklarını al, hoşuna gitmeyenleri terket).
    Vesselâm...
    İlgilenenler için bahis mevzuu yazının linki: "Vahdet-i Vücûd'a dair en kat'î hüküm"
    http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/132-vahdeti-vucut-hakkinda-bir-soru.html
    "Evliyanın kılıcı kınında değildir. Kimseyi kesmezler ama üzerlerine giden kesilir"



Benzer Konular

  1. Vâcib-ül-Vücûd
    By Konyevi Nisa in forum V-Harfi
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 28.12.08, 14:07
  2. Vahdet-İ vÜcÛd
    By Konyevi Nisa in forum V-Harfi
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 28.12.08, 13:58
  3. VÜcÛd
    By Konyevi Nisa in forum V-Harfi
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 27.12.08, 12:07
  4. Vücûd-i Adem
    By Konyevi Nisa in forum V-Harfi
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 27.12.08, 12:06
  5. Vücûd-i Vehmî
    By Konyevi Nisa in forum V-Harfi
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 27.12.08, 12:05

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •