Seni çok Özledim Annem
Seni çok Özledim Annem
• * OSMANLI PADİŞAHLARININ ÇOĞU ŞAİRDİR. BAZILARININ DİVANI VARDIR. ŞİİRLERİNDE
VE DİVANLARINDA İSİMLERİNDEN AYRI LAKAPLAR KULLANMIŞLARDIR. BUNLAR:
• 2. MURAD – ‘’MURADÎ’’
• FATİH – ‘’AVNİ’’
• 2. BAYEZİD – ‘’ADNÎ’’
• 1. AHMED – ‘’BAHTÎ’’
• GENÇ OSMAN – ‘’FARİSÎ’’
• 4. MURAD – ‘’ MURADÎ’’
• 2. MUSTAFA – ‘’İKBALÎ’’
• 3. AHMED – ‘’NECİP’’
• 1. MAHMUT – ‘’SEBKATÎ’’
• 3. MUSTAFA – ‘’CİHANGİR’’
• 3. SELİM – ‘’İLHAMÎ’’
• 2. MAHMUD – ‘’ADLÎ’’.
Seni çok Özledim Annem
Seni çok Özledim Annem
*TAHTA ÇIKIŞ BAKIMINDAN EN YAŞLI PADİŞAH 65 YAŞINDA PADİŞAH OLAN 5.MEHMET, EN GENCİ DE 7 YAŞINDA TAHTA ÇIKAN 4. MEHMET'TİR.
Sultan Dördüncü Mehmed (Avcı Mehmet) ( 2 Ocak 1642 - 6 Ocak 1693) 19. Osmanlı sultanı ve 84. İslam halifesidir. Sultan Dördüncü Mehmed 2 Ocak 1642'de İstanbul'da doğdu. Babası Sultan Birinci İbrahim, annesi Turhan Hatice Sultan'dır. Annesi Rus'tur. Sultan Dördüncü Mehmed orta boylu, beyaz tenli ve yanık çehreliydi. Ata çok bindiği için vücudu öne eğikti. Annesi onu çok iyi yetiştirdi. İyi bir ilim tahsili gördü. Babası Sultan İbrahim'in öldürülmesi üzerine 8 Ağustos 1648 günü, henüz yedi yaşında iken padişah oldu. Ava ve edebiyata çok meraklıydı. Ava olan merakı yüzünden tarihte Avcı Mehmed olarak anılır.
Beş vakit namazı cemaatle kılardı. İçkiyi şiddetle yasaklayıp, içki imalathanelerini kapattırdı. Sadrazamlığı, Köprülü ailesine verdi. Sultan Dördüncü Mehmed zamanında Osmanlı Devleti en geniş sınırlarına kavuştu.
Hayatının büyük bir kısmı saray entrikalarıyla geçti. İkinci Viyana kuşatmasından sonra, ordunun ve devlet erkanının oybirliği ile 8 Kasım 1687 günü tahttan indirildi. Bundan sonraki ömrü, saraydaki bir odada yanına konulan iki cariye ile tam bir hapis hayatı şeklinde sürdü. 6 Aralık 1693'de Edirne'de vefat etti. Cenazesi İstanbul'a gönderildi ve Yeni Cami'deki Türbesine, annesi Turhan Sultanın yanına defnedildi.
Seni çok Özledim Annem
*TAHTA ÇIKIŞ BAKIMINDAN EN YAŞLI PADİŞAH 65 YAŞINDA PADİŞAH OLAN 5.MEHMET, EN GENCİ DE 7 YAŞINDA TAHTA ÇIKAN 4. MEHMET'TİR.
Sultan Dördüncü Mehmed (Avcı Mehmet) ( 2 Ocak 1642 - 6 Ocak 1693) 19. Osmanlı sultanı ve 84. İslam halifesidir. Sultan Dördüncü Mehmed 2 Ocak 1642'de İstanbul'da doğdu. Babası Sultan Birinci İbrahim, annesi Turhan Hatice Sultan'dır. Annesi Rus'tur. Sultan Dördüncü Mehmed orta boylu, beyaz tenli ve yanık çehreliydi. Ata çok bindiği için vücudu öne eğikti. Annesi onu çok iyi yetiştirdi. İyi bir ilim tahsili gördü. Babası Sultan İbrahim'in öldürülmesi üzerine 8 Ağustos 1648 günü, henüz yedi yaşında iken padişah oldu. Ava ve edebiyata çok meraklıydı. Ava olan merakı yüzünden tarihte Avcı Mehmed olarak anılır.
Beş vakit namazı cemaatle kılardı. İçkiyi şiddetle yasaklayıp, içki imalathanelerini kapattırdı. Sadrazamlığı, Köprülü ailesine verdi. Sultan Dördüncü Mehmed zamanında Osmanlı Devleti en geniş sınırlarına kavuştu.
Hayatının büyük bir kısmı saray entrikalarıyla geçti. İkinci Viyana kuşatmasından sonra, ordunun ve devlet erkanının oybirliği ile 8 Kasım 1687 günü tahttan indirildi. Bundan sonraki ömrü, saraydaki bir odada yanına konulan iki cariye ile tam bir hapis hayatı şeklinde sürdü. 6 Aralık 1693'de Edirne'de vefat etti. Cenazesi İstanbul'a gönderildi ve Yeni Cami'deki Türbesine, annesi Turhan Sultanın yanına defnedildi.
Seni çok Özledim Annem
Seni çok Özledim Annem
*OSMAN GAZİ'DEN KANUNİ'YE KADAR İLK 10 PADİŞAH ORDUNUN BAŞINDA, BAŞKUMANDAN OLARAK BÜTÜN SEFERLERE KATILMIŞLARDIR. BU ASKERÎ GELENEĞİ İLK BOZAN 2. SELİM (SARI SELİM)'DİR. ONDAN SONRA YALNIZ 3. MEHMET, 2. OSMAN, 4. MURAT, 4. MEHMET, 2. MUSTAFA SAVAŞA GİTMİŞTİR; ÖTEKİLERİNDEN BAZILARI ORDUYLA HAREKET ETMİŞLERSE DE SAVAŞ MEYDANLARINA GİTMEMİŞLERDİR. BU DURUMA GÖRE FİİLEN SAVAŞMIŞ OLAN OSMANLI PADİŞAHLARI 15'TEN İBARETTİR. GERİ KALAN 21'İ SAVAŞ GÖRMEMİŞTİR.
Seni çok Özledim Annem
Son Abbasi Halifesinin 1538'de ölümüne kadar halifeliği elinde tuttuğu şeklindeki birtakım düşüncelere rağmen, 1517 yılında Halifeliğin I. Selim'e ve onun mirasçılarına geçmesi, İslam'da önemli ölçüde sert tartışmalara neden olmamıştır. Cam. Mod. Hist., 91'de: "Hilafet İslam'ın temel prensiplerinden biridir ve bütün Müslümanlar tek bir imam tarafından idare edileceklerdir. Ayrıca İmam'da Hz. Peygamber'in kabilesi olan Kureyş'ten olacaktır. 1517 yılında İmamlık, Haşimoğullarından Mehmed Ebu Cafer'in güçsüz ellerindeydi ve halifeliği Kahire Sarayı'nda sembolik olarak devam ettiriyordu. Abbasilerin en son halifesi olarak Sultan Selim lehine halifelikten feragat etti. Bu biçimsel geçiş, Kureyş kabilesine mensup olmamakla birlikte Türk sultanlarının Müslümanların idarecisi veya İmamı olmalarının temeli oldu. Halifeliğin Osmanlılara geçişi, Mekke Şerifi'nin Kabe'nin anahtarlarını Selim'e göndermesi, böylece Selim'in Mukaddes Beldeler'in koruyucusu olmasıyla halifeliğin tanınması onaylanmış oldu" der. (S. Lane Po)
*********
HALİFELİĞİN OSMANLI DEVLETİ’NE GEÇMESİ VE İLK OSMANLI HALİFESİ
1299 yılında kurulan Osmanlı Devleti, kısa sürede küçük bir beylikten devletliğe doğru ilerlemiş ve 1453 İstanbul’un fethi ile bütün İslam aleminin en güçlü devleti haline gelmiştir.
Bununla birlikte bu sıralarda İslam aleminde bir diğer büyük güç olarak göze çarpan Mısır Memluk Devleti aynı zamanda halifelik müessesesini de elinde bulunduran bir devlet olarak karşımıza çıkmaktadır.
16. yüzyılın başlarında Osmanlı tahtına çıkan Yavuz Sultan Selim Han, Osmanlıyı İslam aleminin ve dünyanın en büyük gücü yapmak için, aynı zamanda da Müslümanların varisi olmak ve bütün Müslümanları yönetmek için 1514’te İran üzerine ve ardından 1516 ve 1517’de iki ayrı sefer halinde Mısır’a yöneldi. Sultan Selim bu seferleri neticesinde üst üste kazandığı zaferlerle birlikte Osmanlı Devleti’ni doğuda ve batıda büyük bir güç haline getirmiş, kendisine “Hadimü’l-Haremeyn” ünvanı ile birlikte daha da önemli olarak “halife” sıfatını almıştı. Osmanlı padişahı artık Hakanu’l-berreyn ve Sultanu’l-bahreyn olmanın yanında halife-i müslimin sıfatının da resmen sahibi olmuştu.1
Bununla birlikte Yavuz Sultan Selim’in son halife el-Mütevekkil ‘ala’l-lah Muhammed’den halifeliğin hak ve yetkilerini devraldığı hakkında çağdaş hiçbir kaynakta bilgi yoktur. Zamanın kaynakları halifenin İstanbul’a sürgüne gönderildiğini ve Yedikule Hapishanesi’ne atıldığını belirtmişlerdir. Ayrıca Yavuz Sultan Selim’den önce Fatih devrinden itibaren hükümdarların resmi vesikalarda halife unvanı ile anıldıkları görülmektedir. Nitekim Fatih, Şehzade Mustafa’ya hilafet bahçesinin çiçeği, Şehzade Cem’e de hilafet gözbebeğinin nuru demektedir.2
Bazı tarihçiler, halife unvanının Mısır’ın fethinden sonra geçtiğini kabul etmemelerine gerekçe olarak halifeliğin törenle veya merasimle alınmamış olmalarını gösterirler. XVIII. yüzyıl vak’anüvistlerinden Enderunlu Ata, Yavuz Sultan Selim’in sadece “Hadimü’l-haremeyni’ş-şerifeyn” unvanını kullandığını belirtir. Bununla birlikte Yavuz’dan önce sadece Fatih Sultan Mehmet’in değil II. Bayezid’in de bu ünvanı kullanmış olduğu belirtilmektedir. Nitekim İbn Kemal ( Kemal Paşazade Şemseddin Ahmed) hem Fatih Sultan Mehmed hem de Sultan II. Bayezid için bu iki unvanı kullanır.3
Görüleceği gibi hilafet, Osmanlılara resmi olarak 1517 tarihinde geçmiş olmakla beraber padişahların bu unvanı kullanmaları konusundaki bilgiler çeşitlidir. Özellikle halifeliğin geçişini sadece merasime bağlamak veya unvanların kullanılıp kullanılmamasına bağlamak doğru değildir. Yani ilk zamanlarda tam olarak halife sayılmasalar bile Osmanlı hükümdarları kutsal emanetlere ve halifelik müessesesine sahip olduklarından bütün İslam dünyasının lideri olmuşlardır.4
1 Mehmet İpşirli, “Osmanlı Devlet Teşkilatı”, Osmanlı Devleti Tarihi, c.1., İstanbul 1999, s. 203.
2 Faruk Sümer, “Yavuz Sultan Selim Halifeliği Devraldı Mı?”, Tarih ve Düşünce Dergisi, Şubat 2000, s.20.
3 Mehmet Ali Ünal, Osmanlı Müesseseleri Tarihi, Isparta 1998, s.9.
4 Yusuf Halaçoğlu, XIV-XVII. Yüzyıllarda Osmanlılarda Devlet Teşkilatı ve Sosyal Yapı, Ankara 1998, s.4,147.
*********
MUSTAFA ARMAĞAN olaya biraz farklı yaklaşmış
Yavuz Sultan Selim gerçekten Hilafeti devraldı mı?
Geçtiğimiz 3 Mart Cuma günü, Hilafetin kaldırılışının 82. yıldönümüydü. 82 yıl önce 101. İslam Halifesi Abdülmecid Efendi, ailesi ve diğer Osmanlı hanedanı üye ve mensuplarıyla (ikisi arasındaki farkı ıskalamayalım lütfen) birlikte yurtdışına çıkarıldığında Batı dünyasına ‘Biz artık bu işlerde yokuz!’ mesajını gönderiyor, İslam alemine de ‘Kendi başınızın çaresine bakın’ diyorduk.
Halifeliğin Yavuz Sultan Selim devrinde ‘resmen’ Osmanoğullarına geçtiği meselesi tarihen tartışmalı bir konudur. Çünkü bizim anladığımız manada resmî bir halifelik devir-teslimi yapılıp yapılmadığı dahi tam olarak belli değildir. Mesela İsmail Hakkı Uzunçarşılı’nın son halifeyle ilgili olarak “İbn İyâs Tarihi”nden aktardığı bilgiler son derece ilginçtir.
Osmanlı ordusunun Memlûklara karşı kazandığı Mercidabık Savaşı’ndan sonra son Abbasi Halifesi Mütevekkil AlAllah, Yavuz’a sığınmış ve bağlılığını bildirmiştir. Ancak henüz Kahire’nin teslim alınmadığı bu ara dönemde Memluklar ‘hain Halife’nin yerine onun babası olan 80 yaşındaki Müstemsik Billah Yakub’u oğluna vekaleten halife ilan etmişlerdi. Ne var ki, Yavuz’un zülfikârı Kahire’nin surlarını delince Hilafet meselesi yeniden gündeme gelmiş, baba ile oğuldan hangisinin halife olacağına karar verilmesi gerekmiştir.
Buraya dikkat: Yavuz Halifeliğin üzerine balıklama atlamıyor, Mütevekkil’i Kahire’de yeniden Halife ilan ettiriyor. Hatta Mütevekkil, Yavuz gibi bir Sultan eliyle halife olduğu için Kahire’de daha önce görmediği bir saygı ve itibara muhatap oluyor. Zira Memluklar döneminde Halifeliğin adı var, kendi yoktur neredeyse. Halbuki bize ne anlatılır: Yavuz Halifeliği almak için Mısır’a yürüdü. Öyle değil mi? Buyurun size zücaciye dükkânına giren bir “küçük fil” daha!
Ancak Halifelerin nasıl bir ahlakî yozlaşma içerisine sürüklendiğini görmek için bu son Abbasî Halifesinin İstanbul’daki maceralarına dikkat kesilmemiz gerekecek. Yavuz, Kahire’den İstanbul’a dönmeden önce halife ve akrabalarını deniz yoluyla İstanbul’a göndertmişti. Gelenler içinde son Halife de vardı. Mütevekkil’e İstanbul’da çok itibar edildiğini ve saygı gösterildiğini biliyoruz. Ama bir süre. Ya sonra? Sonrasını İbn İyas’ın tarihinden takip edelim:
“Halife Mütevekkil, İstanbul’a nakledildikten sonra kendisine emanet edilen malları gasp ederek, bundan başka, kadınlarla da sefihane hayata dalmasından dolayı amca-zâdelerinin şikayeti üzerine gözden düşerek 925 hicri (1520 miladi) tarihinde Yedikule’ye hapsedilmişti. Yavuz’un vefatını müteakip, Kanuni zamanında Kahire’ye dönmesine müsaade olunarak orada ölmüştür.” (Aktaran: Uzunçarşılı, “Osmanlı Tarihi”, c. II, s. 293-4.) İşte eğer Hilafetin devri söz konusu ise bu, Halife’nin İstanbul’daki bu ‘faal’ yıllarında olmuştur.
Ben kendi payıma şöyle bir senaryo çıkartıyorum bu sözlerden:
Aslında Yavuz’un niyeti, Mekke Şerifi’nin kendisine emanet ettiği ‘Mekke ve Medine’nin Hâkimi’ unvanını, ‘Hâkimi değil, Hâdimi’ şeklinde düzeltmekle yetinmekti. Çünkü eğer Hilafeti üzerine almak isteseydi bunu Kahire’de de pekala yapabilirdi. Böyle bir niyeti olmadığını Mütevekkil’i yeniden Halife ilan ettirmesinden anlayabiliyoruz. Ardından da Halife ile akraba ve taallukatını gemiyle İstanbul’a göndertiyor, onun yanında, gözü önünde bulunmasını arzu ediyor. Ona iltifatlarda bulunuyor, saygı gösteriyor ve Mütevekkil, anlaşılan, Kahire’dekinden daha nüfuzlu ve saygın bir konuma yükseliyor. Ancak halife ailesinde gözlemlediği yozlaşma ve üst üste kulağına gelen rezalet haberleri, Yavuz’u çileden çıkartıyor. Hele Halife’nin amcaoğulları Mütevekkil’i padişaha şikayet edince dayanamayıp Hilafet’i kendi üzerine alıyor. Ancak bu, besbelli bir törenle filan olmuyor. İbn İyas, Mütevekkil’in Hilafeti “terk ettiği”ni söylüyor. Yani Halife’nin kutsal makamına yakışmayan davranışları, İstanbul’daki kısa Hilafeti sırasında göze batıyor ve belki Kahire’de kendisine gösterilen “müsamaha”yı Dersaadet’te bulamayınca baskılar sonucunda görevi bırakıyor.
Yani Mütevekkil ile Yavuz arasında bir devir-teslim olmuşsa bile bu, daha ziyade sembolik bir mahiyetteydi ve Yavuz’un muhtemelen Hilafetin şerefini kurtarma kaygısının bir sonucuydu. Tören, şu bu.. yapılmış olsaydı bu kadar hayatî bir hadiseyi tarihçilerin atlaması mümkün olabilir miydi sanıyorsunuz? Çeşme yapımına dahi tarihler düşüren şairlerin kasidelerinin kalemlerinden fışkırmasına kim engel olabilirdi?
Oysa Halifelik meselesinde Yavuz’un Mısır seferinden daha önemli bir dönüm noktası dikkatlerimizden kaçar nedense: 1774’te Ruslarla imzaladığımız Küçük Kaynarca Antlaşması.
Antlaşmanın 3. maddesi Osmanlı padişah-halifesine, kaybedilen ilk İslam egemenliğindeki toprak olan Kırım’daki Müslümanlar üzerinde dinî himaye hakkını tanıyordu. Elbette daha önce de mevcuttu halifelik; gelin görün ki, Osmanlı padişah-halifesi ilk defa bu antlaşmayla fiilen veya hukuken egemenliği haricindeki Müslümanların da koruyucusu şeklinde resmî bir kimlik kazanmıştı. Bu maddeyle halifelik, Osmanlılar tarafından kendi toprakları haricindeki Müslümanlar üzerinde yetki ve nüfuz sahibi olmak şeklinde anlaşılıyor ve bu aktif dış politika enstrümanı, uluslararası bir antlaşmayla Avrupa’ya da kabul ettirilmiş oluyordu.
Ruslar antlaşmanın Rusça ve Fransızca metinleri üzerinde istedikleri kadar oynasınlar, Sultan I. Abdülhamid, artık Açe’den Fas’a kadar Müslümanların hâmisi sıfatıyla uluslararası girişimlerde bulunuyor, Hilafeti yeni bir konsept etrafında örmeye soyunuyordu. Bu konseptin zirvesine çıktığı ve en etkin kullanıldığı dönem, adaşı II. Abdülhamid’in iktidar yılları, hatta Mümtaz’er Türköne’nin tespitiyle 1870 yılı olacaktır. Daha önce bir tohum halinde bulunan Halifelik, imparatorluğun son yüzyılında görkemli bir finale taşınacaktır II. Abdülhamid’in ellerinde.
Alan Palmer, “Bir Çöküşün Yeni Tarihi”nde meseleyi gayet ustaca özetliyor aslında. En iyisi, bu sağduyunun sesine kulak kesilmek: “Uzun süre 7. ve 14. maddelerin sultanın haklarını kısıtladığına, bu nedenle de Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünü hızlandırdığına inanılmıştır. Oysa tersine, bu maddeler sultana daha önceki hiçbir antlaşmada görülmediği kadar geniş kişisel yetkiler vermektedir. Osmanlıların tüm dünya Müslümanlarının lideri olma iddiası ilk kez uluslararası bir ortamda onaylanmaktadır… Bunu izleyen 150 yıl boyunca Osmanlı toprakları gitgide küçülürken, Osmanlı Halifeliğine yönelik dinî saygı sürekli olarak artmıştır.”
Velhasıl, bugün kullandığımız anlamda siyasî Hilafetin Osmanlı’ya geçiş tarihini 1517’den 1774’e getirmemizde fayda var. Yavuz zamanında Hilafetin sembolik ve dinî bir anlamı varken, dede-torun Abdülhamid’lerin iktidarları arasında onu artık siyasî bir mahiyet kazanmış olarak görürüz. 1924’te Hilafetin kaldırılması ise mesela Mısır’da Hasan el-Benna elinde kıvam kazanan ‘modern’ Hilafet kavramına giden uzun yolu döşeyecek, İslamcılara da tartışacakları zengin bir malzeme yığını sunacaktı.
MUSTAFA ARMAĞAN
Seni çok Özledim Annem