Mevlânâ Hazretleri: “-Tasavvuf, bir mânevî hakikatten, binlerce ledünnî hakikatlar çıkaran Rabbanî hakimlerin özel irfân meslekleri…”(3)
EŞREF-İ MAHLÛKAT
Hz. Mevlânâ, insanın yaratılış hakikatiyle alâkalı hikmetin sırrını cihânşümûl bir mesaj halinde bütün insanlığın idrâkine sunmuştur. Hz.Mevlânâ’ya göre; o insandır ki, o’nun bir adı da: “eşref-i mahlûkat” olarak meleklerden dahi üstün yaratılmıştır:
“Insan bir cevherdir, gökyüzü ise ona arazdır.
Her sey parçadır, basamaktır, maksat ise insandır.”(4)
Birbirinin ayrılmaz iki kutbun birer mümessili olan Hz.Mevlânâ ve Yunus Emre; bütün insanlığı aynı “gökkuşağı” altında toplanmaya ve birbirleri ile kaynaşmaya “dâvet” etmişlerdir: Hz.Mevlânâ: “...İster kâfir, ister mecûsi, ister putperest ol; ister yüz kere tövbeni bozmuş ol, yine gel!..” derken; Yunus Emre’de: “Yaradılan’ı sev Yaradan’dan ötürü!..” diyordu. Biri doğru yoldan ayrılmış günahkârlara dergâhının kapısını sonuna kadar açarken; diğeri, onları sevginin hudutsuz ikliminde kucaklaştırıyordu:
“Ben yürürem yana yana ışk boyadı beni kana,
Ne âkılem ne dîvâne gel gör beni ışk n’eyledi!..”
Geh eserem yeller gibi geh tozaram yollar gibi
Geh akaram seller gibi gel gör beni ışk n’eyledi
Akar sulayın çağlaram derdlü cigerüm dağlaram
Şeyhüm anuban ağlaram gel gör beni ışk n’eyledi
Ya elüm al kaldur beni ya vasluna irdür beni
Çok ağlatdun güldür beni gel gör beni ışk n’eyledi
Ben yürürem ilden ile şeyh soraram dilden dile,
Gurbetde hâlüm kim bile gel gör beni ışk n’eyledi!
Mecnûn oluban yürürem ol yârı düşde görürem
Uyanup melûl oluram gel gör beni ışk n’eyledi
Miskin Yûnus biçâreyem başdan ayağa yâreyem
Dost ilinden âvâreyem gel gör beni ışk n’eyledi”(5)
Mısralarının sahibi, Allah(Cellecelalühü) yolunun aşığı Yunus; O’nun yolunda yanıyor, içi kan ağlıyor, deli dîvâne oluyor. Lâkin bu da yetmiyor: “Beni bende deme, bende değilem, bir ben vardır bende benden içerü!...” demek suretiyle kendi benliğini aştığını ve “hâkiki benliğine” kavuştuğunu söylüyor. Zaten bütün mes’ele de bu noktada mihrâklaşıyor. Nefsini “iç benliği”nde eritmek ve kendini aşmak... Çilelerin çilesinden geçip, “nûr” deryasına ulaşmak...
“VARLIK-YOKLUK”
Hz.Mevlânâ: “Hamdım, piştim, yandım!” diye hulâsa ettiği ömrünü, Hakk’a(Cellecelalühü) yürüyüşün emsalsiz bedeli olarak gösterir. “Varlıkta–yokluk” ilk durak ise; “yoklukta-varlık” son durak olacaktır. Aklın bu anda donarak infial ettiği bilinen ve görünen son... Mantığın çatladığı, ilmin acizleşerek yerinde saymaya başladığı vakit... “Yoktan-var” etmek yalnızca “Hâkim” olan Allah’a (Cellecelalühü) mahsus bir vâkıa...(6)
Bilindiği üzre varlıklar zıtlarıyla kaimdirler. Bir Hâdisi Şerîfte: “Ez’zıd Lâ yeştemîan…”(7) (Yani, zıtlar bir araya gelmez, toplanamaz.) Buyrulmuştur. Bu toplanamazlığa rağmen o zıtlıklarda öylesine bir âheng, nizâm, intizâm ve cünbüş vardır ki, şi’rîyeti tarife sığmaz. Her “varlık” aynı zamanda bir “yokluk”a, her “yokluk” da bir “varlık”a muhtaçtır. Çünkü “varlık” da, “yokluk” da Yüce Allah’ın(Cellecelalühü) “künhü”ne bağlı birer mahlûkudur. Allah’dan (Cellecelalühü) ayrı olmak mümkün müdür? O halde varlıklardan birinin olması veya olmaması, ötekinin “varlığına” veya “yokluğuna” bir fayda veya zarar getirmez.
İmamı Rabbanî Hazretlerinin muazzam kıstasına göre: “Hiçbir şey O’na muttasıl (bitişik) değil ve hiçbir şey ondan münfasıl (kopuk) değil!.. “Lâ mevcude illallah”ın sırrı buradadır. Yani, yok ki ondan başkası”...(8)
Hz Mevlâna:
“Yokluktayız, yokluğun sarhoşu olmuşuz.
Yokluk sevgilisi, çok daha vefalıdır.” (9)
Buyururken, O, “yokluk sevgilisi” olarak vasıflandırdığı Allah’ı (Cellecelalühü) bilen bir ruhun, zevken idrâk ile büyüklerin “Kendini bil, tâkî Cenâb-ı Hakk’ı da bilesin!”(10) buyurdukları veçhile, bütün insanlığa “Nefsini bilen Rabbini bilir!” hikmetinin de saadet şifresini veriyordu:
“Âlim nice binlerce ilim bilir de o zalim kendi nefsini bilmez,
Sen gerçi caiz olanı olmayanı bildin ama nefsin acaba bunlardan hangisi üzere!
Her metaın kıymetini bilirsin de kendi kıymetini bilmeyen ahmaksın.
Uğurlu uğursuz yıldızları biliyorsun da kendin uğurlu musun uğursuz mu haberin yok .”(11)