Sayfa 33/34 İlkİlk ... 331323334 SonSon
334 sonuçtan 321 ile 330 arası

Konu: Mektubat-ı Rabbani

  1. #321
    Reyhani
    Reyhani - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Mektubat-ı Rabbani 302. Mektup

    Bu mektûb, zâhir bilgilerini toplamış ve bâtın sırlarına kavuşmuş olan oğlu şeyh Muhammed Ma’sûm hazretlerine yazılmışdır. Vilâyet-i evliyâ ve Vilâyet-i enbiyâ ve Vilâyet-i mele-i a’lâ arasındaki farklar ve Peygamberliğin, Evliyâlıkdan üstün olduğu bildirilmekdedir:

    Allahü teâlâ anlayışını artdırsın! (Vilâyet), evliyâlık demekdir. Allahü teâlâya yakın olmakdır. Bu yakınlık, araya zıl karışmadan olamaz. Arada perdeler bulunur. Evliyânın vilâyetinde zıl olduğu meydândadır. Peygamberlerin vilâyeti “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” her ne kadar zıllerden kurtulmuş ise de, ismlerin ve sıfatların perdeleri araya karışır. (Vilâyet-i mele-i a’lâ) “alâ nebiyyinâ ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”, her ne kadar, ismlerin ve sıfatların perdelerinin üstünde ise de, Zât-i ilâhînin i’tibârlarının ve şü’ûnun perdelerinden kurtulamaz. Kendisine zıl hiç karışmıyan makâm, yalnız (Nübüvvet) ve (Risâlet)dir. Bu makâm, sıfatların ve i’tibârların perdesi üstündedir. Bundan dolayı, Peygamberlik, Evliyâlıkdan üstündür. Nübüvvetin yakınlığı, zâtadır, asladır. Nübüvveti ve inceliğini anlıyamıyan, vilâyeti, nübüvvetden dahâ üstün sanır. Görülüyor ki (Vüsûl), ya’nî kavuşmak, nübüvvet mertebesindedir. (Hüsûl) ise, vilâyet makâmındadır. Çünki, zıl karışmadan hüsûl olmaz. Vüsûl ise, zıllerin dışındadır. Bundan başka, hüsûlün sonunda, ikilik kalkar. Vüsûlün sonunda ise, ikilik vardır. İkiliğin kalkması, (Evliyâlık makâmı)na uygundur. İkiliğin kalması ise, (Nübüvvet makâmı)na yakışır. İkiliğin kalkması, vilâyet makâmına uygun olduğu için, vilâyet makâmında, her zemân sekr bulunur. Nübüvvet mertebesinde ikilik bulunduğu için, bu mertebede hep sahv, şü’ûr bulunur. Bundan başka, ister sûretlerle, şekllerle olsun, ister renklerin ve nûrların perdeleri altında olsun, bütün tecellîler vilâyet makâmlarında ve bu makâmların başlangıcında olur. Nübüvvet mertebesinde ise, asla vüsûl nasîb olmuşdur. Tecellîlere ve zuhûrlara lüzûm kalmamışdır. Çünki bunlar, aslın zılleridir, görüntüleridir. Asl mertebesine varmadan önce, başdan ilerlerken de bu tecellîlere ihtiyâc yokdur. Eğer, asla vilâyet yolundan yükseliyorsa, tecellîler olur. Fekat, bu tecellîler Peygamberlik kemâlâtına kavuşduran yoldan değil, vilâyet yolundan gelmekdedir. Sözün kısası, tecellîler ve zuhûrlar, zıllerden olur. Zıllere bağlı olmakdan kurtulmuş olanlar, tecellîlere muhtâc olmakdan kurtulmuş olanlar, tecellîlere muhtâc olmazlar. Vennecmi sûresindeki, (Gözü hiç ayrılmadı) âyet-i kerîmesinin inceliğini buradan anlamalıdır.

    Yavrum! Aşk feryâdları, muhabbet gürültüleri, aşırı istek gösteren bağırmalar, kavuşamamak üzüntüsünden doğan iniltiler, vecd, tevâcüd, çırpınmak, zıplamak gibi şeylerin hepsi, zıllerin makâmlarında olur. Tecellîlerde, zıllerin görünmesinde hâsıl olur. Asla kavuşdukdan sonra, bunların hiçbiri olamaz. Bu makâmda muhabbet, ibâdetlere sarılmak ile kendini gösterir. Âlimlerin bildirdiklerini yapmak ister. Bundan başka olan zevkli ve şevkli şeyler burada yokdur. Tesavvufculardan çoğu, böyle şeyleri muhabbet sanmışlardır.

    Yavrum! İyi dinle ki, Vilâyet makâmında ikiliğin giderilmesi istenildiği için, Evliyâ, irâdelerini yok etmeğe uğraşırlar. Bâyezîd-i Bistâmî hazretleri, (İstemekden kurtulmamı istiyorum) dedi. Nübüvvet mertebesinde ikiliği yok etmek lâzım olmadığı için, irâdeden kurtulmak istenilmez. Çünki irâde, kâmil sıfatlardan biridir. Eğer irâdeye bir aşağılık bulaşmış ise, irâdenin bir aşağı şeye bağlanmasından olmuşdur. Demek ki, irâde sıfatını pis şeye, beğenilmeyen şeye bağlamamalıdır. Hep Hak teâlânın beğendiği şeyleri istemelidir.

    Bunun gibi, Vilâyet makâmında, insanlık sıfatlarının hepsinden kurtulmağa çalışır. Nübüvvet mertebesinde ise, bu sıfatların kötü şeylere bağlanmaması aranılır. Bu sıfatların kendileri, kâmildirler. İlm sıfatının kendisi, kâmil sıfatlardan biridir. Eğer buna bir aşağılık gelmiş ise, kötü bir şeye bağlandığı içindir. Demek ki, bunu kötü şeylere bağlamamak lâzımdır. Yoksa, sıfatın kendisini yok etmek lâzım değildir. Bütün sıfatlar da, hep böyledir. Öyle ise, Nübüvvet makâmına Vilâyet yolundan gelen kimsenin, yolda iken, sıfatların kendini yok etmesi lâzımdır. Vilâyet yolundan gelmiyen bir kimsenin, sıfatların kendilerini yok etmesi lâzım olmayıp, bu sıfatların kötü şeylere bağlanmalarını yok etmesi lâzımdır.

    Yukarıda bildirilen vilâyet, zıllerde olan vilâyetdir. Buna (Vilâyet-i sugrâ) veyâ (Vilâyet-i evliyâ) denir. (Vilâyet-i enbiyâ) başkadır. Zılden ileri geçmişdir. Bu vilâyetde, insanlık sıfatlarının kötü şeylere bağlanmasını yok etmek lâzımdır. Sıfatların kendilerini yok etmek lâzım değildir. Sıfatların kötü şeylere bağlanmaları yok edilince, (Vilâyet-i enbiyâ) hâsıl olur “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”.

    Vilâyet-i enbiyâdan sonra olan yükselmeler, (Kemâlât-i nübüvvet) makâmlarında olur. Bundan anlaşılıyor ki, Vilâyetin aslı olmadan, Nübüvvet olamaz. Çünki Vilâyet, Nübüvvetin başlangıcıdır. Fekat kemâlât-i nübüvvete kavuşmak için, zıllerdeki vilâyet hiç lâzım değildir. Birçok Evliyâda, bu da bulunur. Birçoğunda ise, bu vilâyetden hiç geçilmez. Burasını iyi anlamalıdır.

    Sıfatların kendilerini yok etmek, bunların kötü şeylere bağlanmalarını yok etmekden dahâ gücdür. Bundan dolayı Peygamberlik kemâlâtına kavuşmak, vilâyet kemâlâtına kavuşmakdan dahâ kolay ve dahâ çabuk olur. Asla kavuşmakda olan herşeyde de, böyle kolaylık ve çabukluk vardır. Asldan uzaklaşdıkca, kolaylık ve çabukluk azalır. Herkes bilir ki, aslın kimyâsı, ya’nî kıymetli maddesi çok olan filizinden, bu maddeyi elde etmek, kolay bir iş ile ve çabuk hâsıl olur. Kıymetli maddesi az olan bir filizin işlenmesinde sıkıntılar ve güclükler artar. Kıymetli maddeye kavuşmak için, bütün bir ömür elden gider, yine de kavuşamaz. Şöyle böyle ele geçenler de, kıymetli maddeye benziyebilir. Çok olur ki, benzeyiş de, zemânla yok olarak, kendi aslına döner. Yalancılık ve adam aldatmak olur. Madde filizinin aslına kavuşan, böyle değildir. Maddeye kolay işle ve çabuk kavuşduğu gibi, yalancılık ve aldatmak tehlükesi de yokdur.

    Bu yolun sâliklerinden birçoğu, güc riyâzetler ve ağır mücâhedeler çekerek, zıllerden bir zılle kavuşdukları zemân, güc riyâzetler ve ağır mücâhedelerle aranılana kavuşulur diyorlar. Bundan dahâ kısa, başka bir yolun bulunduğu ve nihâyetin nihâyetine kavuşdurduğunu bilmiyorlar. Allahü teâlâ ihsân ve ikrâm ederek seçdiği kulunu bu yolla kavuşdurur. Onun için bu yola (İctibâ) yolu denir. Onların seçdikleri ve mücâhede çekdikleri yola (İnâbe) yolu denir. İnâbe yolundan kavuşanlar pekazdır. İctibâ yolundan kavuşanlar pek çokdur. Peygamberlerin hepsi “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”, İctibâ yolundan gitdiler. Peygamberlerin Eshâbı da, onlara uydukları için, vâris olarak, ictibâ yolu ile vâsıl oldular. İctibâ yolunda riyâzetler çekmek, kavuşmak ni’metine şükr etmek içindir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimize birisi sordu: (Geçmişdeki ve gelecekdeki günâhlarınızın hepsi afv ve magfiret olunmuş iken, niçin bu kadar riyâzetler çekiyorsunuz?) Cevâbında: (Şükr edici kul olmayayım mı?) buyurdu. İnâbet yolunda gidenlerin mücâhedeleri ise, kavuşabilmek içindir. Aralarındaki farkı düşününüz! (İctibâ yolu), çekip götürmek yoludur. (İnâbet yolu) ise, gitmek yoludur. Götürmek ile gitmek arasındaki fark, pek büyükdür. Çabuk çekerler ve çok uzaklara kavuşdururlar. Yavaş giderler ve yolda kalırlar. Behâüddîn-i Buhârî “kuddise sirruh” hazretleri, (Biz ihsân olunmuşlardanız!) buyurdu. Evet, ihsân edilmemiş olsa, başkalarının nihâyeti, bunların bidâyetinde nasıl yerleşdirilmiş olur? Bu, Allahü teâlânın öyle bir ihsânıdır ki, dilediğine verir. Allahü teâlâ, büyük ihsân sâhibidir.

    Yine sözümüze dönelim. Bu fakîr, yüksek hocama “kuddise sirruhümâ” yazdığım mektûblardan birinde, bütün istediklerim ortadan kalkmışdır. Fekat, isteğin kendisi dahâ yerindedir, demişdim. Bir zemân sonra, bu isteğin de, istenilen şeyler gibi yok olduğunu bildirmişdim. Hak teâlâ, Peygamberlerine vâris yapmakla şereflendirince “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” irâdenin kötü şeylere bağlanmasının yok olduğunu anladım. İrâdenin kendisi yok olmamışdı. İrâdenin kötü şeylere bağlanmasının yok olması için önce kendisinin yok olması lâzım gelmez. Çok olur ki, yalnız Allahü teâlânın lutfü ve ihsânı ile öyle şeylere kavuşulur ki, uğraşmakla ve sıkıntılar çekmekle, bunun onda biri elde edilemez.

    Oğlum! Vilâyet makâmında, dünyâdan ve âhıretden vaz geçmek lâzımdır. Âhırete bağlanmağı, dünyâya bağlanmak gibi bilmelidir. Âhıret için çalışmanın, dünyâ için çalışmak gibi iyi olmadığını bilmelidir. İmâm-ı Dâvüd-i Tâî buyuruyor ki, (Selâmete kavuşmak istersen, dünyâdan selâmet bul, kurtul! Kıymetlenmek istersen, âhıret için eğilme!). Tesavvuf büyüklerinden biri buyuruyor ki, Âl-i İmrân sûresi yüzelliikinci âyetinin, (Dünyâyı istiyenleriniz ve âhıreti istiyenleriniz) meâl-i şerîfi ikisini isteyenleri de şikâyet etmekdedir. Kısacası, (Fenâ), Hak teâlâdan başka herşeyi unutmak demekdir. Dünyâyı da, âhıreti de unutmak lâzımdır. Fenâ ve Bekâ, vilâyetin birer parçalarıdır. Bunun için, vilâyetde, âhıreti unutmak lâzımdır. Kemâlât-i nübüvvet mertebesinde âhırete gönül bağlamak iyidir. Âhıret için çalışmak beğenilir, makbûl olur. Hattâ, bu makâmda yalnız âhıret için çalışılır. Yalnız âhıret düşünülür. Secde sûresi onaltıncı âyetinde meâlen, (Rablerinin azâbından korkarak ve rahmetini umarak düâ ederler) ve İsrâ sûresi elliyedinci âyetinde meâlen, (Rablerinden çekinirler ve azâbından korkarlar) ve Enbiyâ sûresi kırkdokuzuncu âyetinde meâlen, (Onlar kıyâmet gününden merhamet umarlar) buyurulmuşdur ki, bu makâm sâhiblerinin hâlini göstermekdedir. Bunlar, âhıret hâllerini düşünerek ağlarlar. Kıyâmet hâllerinin korkusundan sızlarlar. Kabr fitnesinden her zemân, Allahü teâlâya sığınırlar. Cehennem azâbından kurtulmak için, Ona yalvarırlar. Bunlara göre, âhıretden korkmak, Allahü teâlâdan korkmak demekdir. Allahü teâlâyı istemek ve sevmek, âhıreti istemek ve sevmekdir. Çünki Allahü teâlâya kavuşmak, âhıretde va’d edilmişdir ve Allahü teâlânın kulundan rızâsı, âhıretde belli olacakdır. Hak teâlâ, dünyâyı sevmez. Âhıreti sever. Sevilmiyen, sevilen ile hiçbirşeyde bir tutulamaz. Çünki, sevilmiyenden yüz çevrilir, beğenilene dönülür. Beğenilenden yüz çevirmek, sekrdir. Allahü teâlânın da’vet etmesine ve beğenmesine karşı gelmekdir. Yûnüs sûresi yirmibeşinci âyetinde meâlen, (Allahü teâlâ, Dâr-üs-selâma çağırıyor) buyuruldu. Bu âyet-i kerîme sözümüze şâhiddir. Allahü teâlâ, aşırı olarak ve sıkı olarak âhırete çağırmakdadır. Âhıretden yüz çevirmek, Hak teâlâya karşı gelmek olur. Onun beğendiği şeyi ortadan kaldırmağa uğraşmak olur. İmâm-ı Dâvüd-i Tâî, çok büyük olduğu hâlde, vilâyetde ileri gitmiş olduğundan, (Âhıreti istememek kerâmetdir) dedi. Eshâb-ı kirâmın “aleyhimürrıdvân” hepsinin âhıret için çalışdıklarını, âhıret azâbından titrediklerini bilmiyormuş gibi konuşdu. Hazret-i Ömer-ül-Fârûk “radıyallahü anh” birgün, deve üstünde, bir sokakdan geçiyordu. Birisi Vettûri sûresinin yedinci âyetini okuyordu. Meâl-i şerîfi, (Rabbinin azâbı elbette vardır. Onu önliyecek yokdur) olan âyet-i kerîmeyi işitince, aklı başından gitdi. Deveden aşağı yıkıldı. Kaldırıp evine götürdüler. Günlerce hasta yatdı. Herkes, ziyâretine gelirdi. Evet, sona varmadan önce, Fenâ makâmında iken, dünyâ ve âhıret unutulur. Âhırete bağlılığın, dünyâya bağlılık gibi olduğu sanılır. Fekat, Bekâ şerefi ile şereflenerek, nihâyete kavuşunca ve nübüvvet kemâlâtı ışık salınca, her ân âhıret düşüncesi ve Cehennem korkusu vardır. Bundan Allahü teâlâya sığınmakdadır. Rabbinden Cenneti istemekdedir. Cennetin ağaçları, nehrleri ve hûrîleri, gılmânı, dünyâda olanlara hiç benzemez. Bunlarla hiçbir ilgileri yokdur. Hattâ, bunların zıddı, tersidirler. Kızmak ile beğenmek birbirinin tersi oldukları gibidirler. Cennetin ağaçları, nehrleri ve orada olan herşey, dünyâdaki ibâdetlerin, iyiliklerin sonuçları, meyveleridir. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Cennetde ağaç yokdur. Oraya çok ağaç dikiniz!). Oraya ağacı nasıl dikelim dediklerinde, (Tesbîh, tahmîd, temcîd ve tehlîl okuyarak) buyurdu. Ya’nî, (Sübhânallahi velhamdü lillahi ve lâ ilâhe illallahü vallahü ekber) diyerek Cennete ağaç dikiniz buyurdu. Bir hadîs-i şerîfde, (Bir kimse, Sübhânallahil’azîm ve bi-hamdihi derse, onun için Cennetde bir ağaç fidanı dikilir) buyurdu. Görülüyor ki, Cennet ağacı, dünyâda harfler ve sesler şeklinde, bu kelimeye yerleşdirilmiş olduğu gibi, Cennetde, bu kemâller ağaç şeklinde bulunmakdadır. Bunun gibi, Cennetde bulunan herşey, dünyâdaki ibâdetlerin, iyi işlerin netîceleridir. Allahü teâlânın kemâllerinden herhangi biri, bu dünyâda, iyi sözlerde ve iyi işlerde yerleşdirilmiş olduğu gibi, bu kemâlât, Cennetde, lezzetler, ni’metler perdesi altında meydâna çıkar. Bunun içindir ki, oradaki lezzetleri, ni’metleri Allahü teâlâ beğenir. Bunları tadmak, Cennetde sonsuz kalmağa ve Allahü teâlâya kavuşmağa sebeb olur. Zevallı Râbi’a “rahmetullahi aleyhâ” eğer bu inceliği anlamış olsaydı, Cenneti yakıp yok etmeği düşünmezdi. Ona bağlılığı, Allahü teâlâya bağlılıkdan başka sanmazdı!

    Dünyâ lezzetleri, dünyâ ni’metleri böyle değildir. Bunların başlangıcı hep kötülük ve aşağılıkdır. Bunların netîceleri, âhıret ni’metlerinden mahrûmlukdur. Allahü teâlâ, bizi bundan korusun! Dünyâ lezzetleri, eğer islâmiyyetin mubâh etdiklerinden ise, âhıretde bunların hesâbı olacakdır. Allahü teâlâ, eğer merhamet etmezse, hesâba çekilenlerin vay hâline! Eğer mubâh olmıyan lezzetler ise, azâb yapılacakdır. Yâ Rabbî! Kendimize zulm etdik. Eğer bizi afv ve magfiret etmezsen, bizlere acımazsan çok ziyân ederiz. Görülüyor ki, dünyâ lezzetleri başka, âhıret lezzetleri başkadır. Dünyâ lezzetleri zehrdir. Âhıret lezzetleri, fâideli ilâcdır. Âhıreti, yâ mü’minlerin câhilleri düşünür, yâhud da, en yüksek olanlar düşünür. En yüksek olmıyanlar âhıret için üzülmezler. Kerâmet, âhıret için üzülmemekdir derler. Fârisî mısra’ tercemesi:

    Onlar onlardır; ben de böyleyim yâ Rab!


  2. #322
    Reyhani
    Reyhani - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Mektubat-ı Rabbani 303. Mektup

    Bu mektûb, müezzin hâcı Yûsüfe yazılmışdır. Ezân kelimelerinin ma’nâlarını bildirmekdedir:

    Evvelâ Allahü teâlâya hamd ederim! Sevgili Peygamberine salevât eder, iyilikler dilerim! Biliniz ki, ezânın kelimeleri yedidir:

    ALLAHÜ EKBER: Allahü teâlâ, büyükdür. Ona birşey lâzım değildir. Kullarının ibâdetlerine de muhtâc olmakdan büyükdür. İbâdetlerin, Ona hiç bir fâidesi yokdur. Bu mühim ma’nâyı, zihnlerde iyi yerleşdirmek için, bu kelime, dört kerre söylenir.

    EŞHEDÜ EN LÂ İLÂHE İLLALLAH: Kibriyâsı, büyüklüğü ile ve kimsenin ibâdetine muhtâc olmadığı hâlde, ibâdet olunmağa Ondan başka kimsenin hakkı olmadığına şehâdet eder, elbette inanırım. Hiçbirşey Ona benzemez.

    EŞHEDÜ ENNE MUHAMMEDEN RESÛLULLAH: Muhammedin “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm”, Onun gönderdiği Peygamberi olduğuna, Onun istediği ibâdetlerin yolunu bildirici olduğuna ve Allahü teâlâya, ancak Onun bildirdiği, gösterdiği ibâdetlerin, yaraşır olduğuna şehâdet eder, inanırım.

    HAYYE ALESSALÂH, HAYYE ALELFELÂH: Mü’minleri, felâha, se’âdete, kurtuluşa sebeb olan, nemâza çağıran iki kelimedir.

    ALLAHÜ EKBER: Ona lâyık bir ibâdeti kimse yapamaz. Herhangi bir kimsenin ibâdetinin Ona lâyık, yakışır olmasından, çok büyükdür, çok uzakdır.

    LÂ İLÂHE İLLALLAH: İbâdete, karşısında alçalmağa müstehak olan, hakkı olan ancak Odur. Ona lâyık bir ibâdeti kimse yapamamakla berâber, Ondan başka kimsenin ibâdet olunmağa hakkı yokdur.

    Nemâzın şerefinin büyüklüğünü, onu herkese haber vermek için seçilmiş olan, bu kelimelerin büyüklüğünden anlamalıdır. Fârisî mısra’ tercemesi:

    Senenin bereketi, behârından belli olur.

    Yâ Rabbî! Peygamberlerin efendisi, en üstünü hurmetine ve şerefine “aleyhi ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” bizleri, istediğin gibi nemâz kılanlardan ve azâbından kurtulanlardan eyle! Âmîn.

  3. #323
    Reyhani
    Reyhani - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Mektubat-ı Rabbani 304. Mektup

    Bu mektûb, mevlânâ Abdül-hayy için yazılmışdır. Kur’ân-ı kerîmin birçok yerinde, (A’mâl-i sâliha) işliyenlerin Cennete girecekleri bildirilmekdedir. Bunu açıklamakda ve şükr etmeği ve nemâzın esrârını bildirmekdedir:

    Allahü teâlâya hamd etdikden ve Peygamberimize “sallallahü aleyhi ve sellem” salevât getirdikden sonra, se’âdet-i ebediyyeye erişmenize düâ ederim. Allahü teâlâ, birçok âyet-i kerîmede, a’mâl-i sâliha işliyen mü’minlerin, Cennete gireceklerini bildiriyor. Bu (Amel-i sâlih)lerin [ya’nî yarar işlerin] neler olduğunu, çok zemândan beri araşdırıyordum. İyi işlerin hepsi mi, yoksa birkaçı mı diyordum. Eğer, iyi şeylerin hepsi olsa, bunları kimse yapamaz. Birkaçı ise, acabâ hangi iyi işler isteniliyor? Nihâyet, Allahü teâlâ, lutf ederek şöyle bildirdi ki, (A’mâl-i sâliha), islâmın beş rüknü, direğidir. İslâmın bu beş temelini, bir kimse hakkı ile, kusûrsuz yaparsa, Cehennemden kurtulması kuvvetle umulur. Çünki bunlar, aslında sâlih işler olup, insanı günâhlardan ve çirkin şeyleri yapmakdan korur. Nitekim, Ankebût sûresi, kırkbeşinci âyetinde meâlen, (Kusûrsuz kılınan bir nemâz, insanı pis, çirkin işleri işlemekden korur) buyuruldu. Bir insana, islâmın beş şartını yerine getirmek nasîb olursa, ni’metlerin şükrünü yapmış olur. Şükrü yapınca, Cehennem azâbından kurtulmuş olur. Çünki, Nisâ sûresi, yüzkırkaltıncı âyetinde meâlen, (Îmân eder ve şükr ederseniz, azâb yapmam) buyuruldu. O hâlde, islâmın beş şartını yerine getirmeğe cân ve gönülden çalışmalıdır.

    Bu beş arasında bedenle yapılacakların en mühimmi, nemâzdır ki, dînin direğidir. Nemâzın edeblerinden bir edebi kaçırmıyarak kılmağa gayret etmelidir. Nemâz temâm kılınabildi ise, islâmın esâs ve büyük temeli kurulmuş olur. Cehennemden kurtaran sağlam ip yakalanmış olur. Allahü teâlâ, hepimize “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” doğru dürüst nemâz kılmak nasîb eylesin!

    Nemâza dururken, (Allahü ekber) demek, (Allahü teâlânın, hiçbir mahlûkun ibâdetine muhtâc olmadığını, her bakımdan hiçbirşeye ihtiyâcı olmadığını, insanların nemâzlarının, Ona fâidesi olmıyacağını) bildirmekdedir. Nemâz içindeki tekbîrler ise, (Allahü teâlâya karşı yakışır bir ibâdet yapmağa liyâkat ve gücümüz olmadığını) gösterir. Rükü’deki tesbîhlerde de, bu ma’nâ bulunduğu için, rükü’den sonra, tekbîr emr olunmadı. Hâlbuki, secde tesbîhlerinden sonra emr olundu. Çünki, secde tevâdu’ ve aşağılığın en ziyâdesi ve zıllet ve küçüklüğün son derecesi olduğundan, bunu yapınca, hakkı ile, tâm ibâdet etmiş sanılır. Bu düşünceden korunmak için secdelerde yatıp kalkarken, tekbîr söylemek sünnet olduğu gibi, secde tesbîhlerinde a’lâ demek emr olundu. Nemâz, mü’minin mi’râcı olduğu için, nemâzın sonunda, Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” mi’râc gecesinde söylemekle şereflendiği kelimeleri [ya’nî, ettehıyyâtü...yü] okumak emr olundu. O hâlde, nemâz kılan bir kimse, nemâzı kendine mi’râc yapmalı. Allahü teâlâya yakınlığının nihâyetini nemâzda aramalıdır.

    Peygamberimiz “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm” buyurdu ki, (İnsanın, Rabbine en yakın olduğu zemân, nemâz kıldığı zemândır). Nemâz kılan bir kimse, Rabbi ile konuşmakda, Ona yalvarmakda ve Onun büyüklüğünü ve Ondan başka herşeyin hiç olduğunu görmekdedir. Bunun için, nemâzda korku, dehşet, ürkmek hâsıl olacağından, tesellî ve râhat bulması için, nemâzın sonunda, iki def’a selâm vermesi emr buyuruldu. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” bir hadîs-i şerîfde, (Farz nemâzdan sonra 33 tesbîh, 33 tahmîd, 33 tekbîr ve bir de tehlîl) emr etmişdir. Bunun sebebi, bu fakîrin anladığına göre, nemâzdaki kusûrlar (Tesbîh) ile örtülür. Lâyık olan, tâm ibâdet yapılamadığı bildirilir. (Tahmîd) ile, nemâz kılmakla şereflenmenin Onun yardımı ve erişdirmesi ile olduğu bilinerek, bu büyük ni’mete şükr, hamd edilir. (Tekbîr) ederek de, Ondan başka ibâdete lâyık kimse olmadığı bildirilir.

    [Bu mühim sünneti elden kaçırmamalı. Câmi’lerde, cenâze olduğu zemânda da, Âyet-el-kürsî ile tesbîhleri terk etmemelidir].

    Nemâz,şartlarına ve edeblerine uygun olarak kılınır ve yapılan kusûrlar da böylece örtülüp, nemâzı nasîb etdiğine de şükr edip ve ibâdete, başka hiç kimsenin hakkı olmadığı, kalbinden temiz ve hâlis olarak, kelime-i tevhîd ile bildirilince, bu nemâz, kabûl olunabilir. Bu kimse, nemâz kılanlardan ve kurtuluculardan olur. Yâ Rabbî! Peygamberlerinin en üstünü hurmeti için “aleyhi ve alâ âlihimüssalevâtü vetteslîmât” bizleri “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz” nemâz kılan ve kurtulan, mes’ûd kullarından eyle! Âmîn.

    Azıcık müslimânlığı et merak,
    Din büyüklerinin sözüne bir bak!

    Okusan, anlarsın sen de, o zemân,
    Ne diyor Muhammed aleyhisselâm?


  4. #324
    Reyhani
    Reyhani - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Mektubat-ı Rabbani 305. Mektup

    Bu mektûb, mîr seyyid Muhibbullaha yazılmışdır. Nemâzın temâm ve kâmil olmasını ve mübtedî ile müntehî nemâzları arasındaki farkı bildirmekdedir:

    Allahü teâlâya hamd olsun. Onun seçdiği, sevdiği iyi insanlara selâm ve râhatlıklar olsun! Allahü teâlâ seni doğru yoldan ayırmasın! Nemâzın kusûrsuz, kâmil olması, bu fakîre göre, fıkh kitâblarında uzun uzadıya yazılmış olan farzlarını, vâciblerini, sünnetlerini ve müstehâblarını yerlerine getirmekle olur. Nemâzı temâmlamak için, bu dört şeyden başka yapılacak birşey yokdur. Nemâzın (Huşû’)u [ya’nî her uzvun tevâzu’ göstermesi], bu dört şeyi yapmakdır. Kalbin (Hudû’)u, [ya’nî Allah korkusu] da yine bunları temâm yapmakla olur. Ba’zıları, bu dördünü uzun uzadıya öğrenip ezberlemekle, nemâzımız temâm oldu deyip, bu öğrendiklerini iyi yapmakda gevşek davranmışlar. Bundan dolayı nemâzın kemâlâtından az birşey kazanabilmişlerdir. Bir kısmı da, nemâzda dünyâyı unutup, kalblerinin Allahü teâlâ ile olmasına ehemmiyyet verip, a’zâların edebli bulunmasını gözetmemişler. Yalnız farzları ile sünnetlerini yerine getirmişlerdir. Bunlar da nemâzın hakîkatini anlıyamamışdır. Nemâzın kemâl bulmasını, nemâzdan başka şeyde aramışlardır. Çünki, nemâzda kalbin hâzır olması, şart değildir. Hadîs-i şerîfde, (Kalb hâzır olmazsa, nemâz da olmaz) buyuruldu ise de bu, kalbin, yukarıda bildirilen dört şeyin yapılmasında hâzır olması, uyanık olması demekdir. Ya’nî bunların hepsinin yapılmasında gevşeklik olmamasına dikkat etmekdir. Kalbin bundan başka, hâzır olmasını bu fakîr düşünemiyorum.

    Süâl: Nemâzın temâm olması ve kemâl bulması, bu dört şeyi yapmakla olunca ve bundan başka birşey ile kâmil olmıyacağına göre, başlangıcda bulunan bizim gibilerin nemâzı ile nihâyete kavuşmuş büyüklerin nemâzları, hattâ, bu dört şeyi yapan câhillerin nemâzları arasında ne fark kalır?

    Cevâb: Nemâzlar arasındaki fark, kılanlar arasındaki farkdan gelir. Bir ibâdeti yapan iki farklı kimseye, eşid sevâb verilmez. Bir makbûl, sevgili kula, başkalarının o işine verilen sevâbdan çok sevâb verilir. Bunun içindir ki, (Âriflerin gösteriş olan ibâdetlerine, câhillerin hâlis amellerinden dahâ çok sevâb verilir) demişlerdir. Âriflerin hâlis amellerine kimbilir ne kadar çok verilir? Bunun içindir ki, Ebû Bekr “radıyallahü anh”, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” bir yanılmasını, kendi doğru ve hâlis amelinden dahâ kıymetli olduğunu bilerek, (Keşki Muhammed aleyhisselâmın bir sehvi olsaydım) demiş, bütün ibâdetlerini verip Onun “aleyhissalâtü vesselâm” bir yanılmasını almak istemişdir. Ya’nî Onun bir sehvi olmağı istemişdir. Bütün amellerini, hâllerini, Onun bir yanlış işinden aşağı bilmişdir. Meselâ, Onun dört rek’atli nemâzda yanılıp, ikinci rek’atde selâm vererek kıldığı bir nemâzına, bütün ibâdetlerini değişdirmek istemişdir. İşte nihâyete yetişmiş büyüklerin nemâzlarına dünyâ ve âhıretde çok şeyler verilir. Başlangıcda olanların ve câhillerin nemâzı böyle değildir. Fârisî mısra’ tercemesi:

    Toprağın temiz âlem ile ne ilgisi var?

    Nihâyetde olanların “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz” nemâzlarından birkaç şey söyliyelim de, başka taraflarını bunlara benzetirsiniz! Öyle olur ki, nihâyete ermiş olan, nemâzda okurken ve tesbîh ve tekbîr ederken, dilini, Mûsâ aleyhisselâma söyliyen ağaç gibi bulur. Bütün a’zâsını, vâsıta ve âlet olarak görür. Öyle zemânlar olur ki, nemâzda bâtını, hakîkatı [ya’nî kalbi ve rûhu], zâhirinden, sûretinden [ya’nî his uzvlarından, duygularından] ayrılıp gayb âlemine (ya’nî rûhlara ve meleklere) karışır ve bilmediğimiz bir bağ ile, o âleme bağlanır. Nemâzı bitince, yine dünyâya döner.

    Bu süâlin cevâbında şöyle de deriz ki; bu dört şeyi kusûrsuz yapmak, ancak nihâyetdekilere nasîb olur. İşin başında olanlar ve câhiller, bunları tâm yapamaz. Ya’nî yapmaları mümkin ise de, yapabilmeleri çok gücdür. Allahü teâlâ, doğru yolda olanlara “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz” selâmet, râhatlık versin!

    Geçdi, isyân ile ömrüm, neye hâlim varacak?
    Sızlıyor yaralı gönlüm, onu yokdur saracak.

    Mahşer yerinde, zebânîler elinden, yâ Rab!
    Eğer etmezsen, inâyet, beni kim kurtaracak?


  5. #325
    Reyhani
    Reyhani - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Mektubat-ı Rabbani 306. Mektup

    Bu mektûb, mevlânâ Sâlihe gönderilmişdir. Hakîkatleri bilen, ma’rifetlerin kaynağı olan büyük oğlu hâce Muhammed Sâdık “aleyhirrahme” hazretlerinin ve iki küçük oğlu merhûm Muhammed Ferrûh ve Muhammed Îsâ “rahmetullahi aleyhimâ” hazretlerinin kemâllerinden ve iyiliklerinden birkaçını bildirmekde ve Vilâyet sâhiblerinin Fenâsını ve nübüvvet yolunda Fenâ lâzım olmadığını bildirmekdedir:

    Allahü teâlânın ni’metlerine hamd olsun ve Onun seçdiği kullarına selâm olsun! Kardeşim molla Sâlih! Serhendde bulunanların başına gelenleri dinle! Büyük oğlum “radıyallahü anh” iki küçük kardeşi Muhammed Ferrûh ve Muhammed Îsâ ile birlikde âhırete gitdiler. İnnâ lillah ve innâ ileyhi râci’ûn. Allahü teâlâya sonsuz hamd olsun ki, önce geride kalanlara sabr etmek gücünü ihsân eyledi. Bundan sonra, bu belâdan râzı olmağı nasîb eyledi. Fârisî beyt tercemesi:

    Beni ne kadar incitsen, dönmem senden yine,
    Dayanmak tatlı olur sevgili elemine.

    Merhûm oğlum, Hak teâlânın âyetlerinden bir âyet idi. Rabbül’âlemînin rahmetlerinden bir rahmet idi. Yirmidört yaşında iken, öyle şeylere kavuşdu ki, az kimseye nasîb olur. Mevleviyyet mertebesine ve naklî ve aklî ilmlerin profesörlüğüne yükselmişdi. Öyle olmuşdu ki, yetişdirdiği gençler (Beydâvî) tefsîrini, (Şerh-ı mevâkıf) ve benzeri yüksek kitâbları okutuyorlardı. Ma’rifet ve irfânını anlatmak ve şühûdünü, küşûfünü yazmak başarılacak şey değildir. Bildiğiniz gibi, dahâ sekiz yaşında iken, kendisini öyle hâl kaplamışdı ki, hocamız “kuddise sirruh” hazretleri, hâlini yumuşatmak için, pazarların şübheli olan yemeklerini ona yidirirlerdi. (Muhammed Sâdıkı “rahmetullahi teâlâ aleyhi ve alâ ebîhi”, sevdiğim gibi, hiçbir kimseyi sevmiyorum. Kendisi de, bizi sevdiği kadar kimseyi sevmiyor) buyururlardı. Onun büyüklüğünü bu sözden anlamalıdır. (Vilâyet-i Mûseviyye)yi son noktasına ulaşdırmışdı. Bu vilâyetin işitilmemiş, şaşılacak şeylerini anlatırdı. Allah korkusundan her ân yüreği titrer, edebi gözetirdi. Ona sığınır, Ona yalvarır, Ona boyun büker ve Onun huzûrunda eğilirdi. (Evliyâdan herbiri, Hak teâlâdan birşey istemişdir. Ben, Ona sığınmağı ve Ona yalvarmağı istedim) buyururdu.

    Muhammed Ferrûhdan ne yazayım ki, onbir yaşında ilm talebesi idi “rahmetullahi teâlâ aleyhi ve alâ ebîhi”. Kâfiye okuyordu. Tam anlıyarak ders görüyordu. Dâimâ âhıret azâbından korkar ve titrerdi. Çocuk iken, bu dünyâdan ayrılmak için ve böylece, âhıret azâbından kurtulmak için düâ ederdi. Ölüm yatağında iken, kendisine hizmet edenler, hiç işitilmemiş ve şaşılacak şeylerini gördüler.

    Sekiz yaşında vefât eden ve bu yaşda çok kerâmet ve hârikaları görünen Muhammed Îsâdan ne yazayım “rahmetullahi teâlâ aleyh”.

    Oğullarımın her üçü de, nefîs birer cevher idiler “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”. Bize emânet verilmişdiler. Allahü teâlâya hamd ve şükr olsun ki, bu emânetleri râzı olarak sâhibine teslîm eyledik. Yâ Rabbî! Peygamberlerin efendisi hurmetine “aleyhi ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” bizi onların sevâbından mahrûm bırakma! Onlardan sonra, bizleri fitneye düşürme! Fârisî mısra’ tercemesi:

    Her ne olursa olsun, dostdan konuşmak dahâ tatlı!

    (Fenâ), Hak teâlânın mâ-sivâsını, [ya’nî bütün mahlûkları] unutmak demekdir. Fenâ, Hak teâlâdan başka şeylerin sevgisinden kurtulmak içindir. Çünki, Allahü teâlâdan başka herşeyin kendileri ve sıfatları ve işleri görünmez ve bilinmez olunca, onları sevmek, onlara bağlanmak da, kendiliğinden yok olur. Vilâyet yolunda, Allahü teâlâdan başka şeyleri sevmekden, onlara tutulmakdan kurtulmak için mâ-sivâyı unutmakdan başka çâre yokdur. Nübüvvet yolunda ilerlerken, mahlûklara gönül bağlamakdan kurtulmak için, bunları unutmak hiç lâzım değildir. Çünki, Nübüvvet yolunda, güzel ve tatlı olan asla bağlılık o kadar çokdur ki, her bakımdan çirkin ve kötü olan mahlûklara gönül bağlanamaz. Mahlûklar unutulsa da olur, unutulmasa da olur. Çünki, eşyâyı bilmek, eşyâya bağlanmağa yol açdığı için kötü olmuşdur. Eşyâya bağlanmak da, Allahü teâlâdan yüz çevirmeğe sebeb olur. Nübüvvet yolunda, eşyâya bağlılık kalmadığı için, eşyâyı bilmek kötü olmaz. Eşyâyı bilmek, nasıl kötü olabilir? Hak teâlâ, herşeyi bilmekdedir. Bunları bilmek, kâmil sıfatlardan biridir.

    Süâl: Hak teâlâdan başka olan şeyleri bilmek ile, Hak teâlâyı bilmek, bir arada nasıl olabilir? Hak teâlâyı bilmek için başka şeyleri unutmak lâzım gelmez mi?

    Cevâb: Hak teâlâdan başka şeyleri bilmek, (İlm-i husûlî) gibi bir bilgi ile olur. Hak teâlâyı bilmek ise, (İlm-i huzûrî)ye benzeyen bir bilgi ile olur. Bu iki ilm, bir ânda, bir arada bulunabilir. Sakınacak birşey olmaz. Her ikisi de (İlm-i husûlî) olsaydı, o zemân, ikisi bir arada bulunamazdı. İlm-i husûlî ve ilm-i huzûrî gibi dedik. Çünki o makâmda, ne hâsıl olmak, ne de hâzır olmak yokdur. Hak teâlânın eşyâyı bilmesi, (İlm-i husûlî) ile değildir. Çünki Hak teâlâda ve Onun sıfatlarında hiçbir şey hâsıl olmaz ve hulûl etmez. Bu ârifin bilmesi de, o ilm-i huzûrîden bir ışıkdır. Hak teâlâyı bilmeğe, ilm-i huzûrî de denemez. Çünki, Hak teâlâ insanın (Müdrike)sine [ya’nî beyindeki anlama yerine], bu müdrikenin kendisinden dahâ yakındır. Allahü teâlânın ilmi yanında ilm-i huzûrî, ilm-i huzûrînin yanında, ilm-i husûlî gibidir. Bu ma’rifet, aklın ve düşüncenin varacağı, kavrıyacağı şey değildir. Tatmıyan anlıyamaz. Görülüyor ki, ârifin Hak teâlâdan başka olan şeyleri bilmesi, başka bir ilm iledir. Hak teâlâyı bilmesi de, başka bir ilm iledir. Bu iki ilm bir arada bulunabilir. Bundan dolayı, Hak teâlâyı bilmek için, mahlûkları unutmak lâzım gelmez. Vilâyet yolunda ise, böyle değildir. Orada eşyâyı sevmekden, onlara bağlanmakdan kurtulmak için, onları unutmak lâzımdır. Çünki Vilâyetde gönül, zıllere bağlanmakdadır. Zıllere bağlanmak, o kadar kuvvetli değildir ki, eşyâ bilinirken bunlara bağlanmayı yok edebilsin. İşte bunun için, Vilâyet yolunda, kalbin eşyâya bağlanmasından kurtulmak için, önce eşyâyı unutmak lâzımdır. Bu ma’rifeti Hak teâlâ yalnız bu fakîre ihsân eyledi. Başka hiç kimse bunu söylemedi. Bu ma’rifeti bize ihsân eden Allahü teâlâya hamd olsun! O bize bildirmeseydi, kendimiz hiç bulamazdık. Rabbimizin Peygamberleri “salevâtullahi teâlâ vetteslîmâtü aleyhim ecma’în” doğru olarak gönderilmişlerdir.


  6. #326
    Reyhani
    Reyhani - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Mektubat-ı Rabbani 307. Mektup

    Bu mektûb, mevlânâ Abdülvâhid-i Lâhorîye yazılmışdır. (Sübhânallahi ve bi-hamdihi) güzel kelimesini açıklamakdadır:

    Allahü teâlâya hamd olsun! Onun sevgili Peygamberine bizden düâlar ve selâmlar olsun. Bir kul, ibâdet ederken, bu ibâdetde bulunan her güzelliği ve iyiliği Allahü teâlâdan bilmelidir! Çünki, Onun güzel terbiye etmesinden ve ihsânındandır. İbâdetde kusûr ve aşağılık bulunursa, bunların hepsi kuldan gelmekdedir. Kulun özünde bulunan kötülükden hâsıl olmakdadır. Hiçbir kusûru, aşağılığı Hak teâlâdan bilmemelidir. O makâmda, yalnız iyilik, güzellik ve kemâl vardır. Bunun gibi, bu âlemde bulunan her güzellik ve üstünlük Allahü teâlâdandır. Her kötülük ve aşağılık da, mahlûklardandır. Çünki mahlûkların aslı, özü ademdir. (Adem) de, her kötülüğün ve aşağılığın başlangıcıdır. [(Adem), yokluk demekdir.]

    (Sübhânallahi ve bi-hamdihi) güzel kelimesi, bu iki şeyi açıkca bildirmekdedir. Hak teâlânın tenzîhini ve takdîsini ya’nî Ona yakışmayan aşağılıklardan ve kötülüklerden uzak olduğunu çok güzel bildirmekdedir.

    Bu güzel kelime, şükr yapmağı, hamd etmekle bildirmekdedir. Çünki hamd, her şükrün başıdır. Hak teâlânın güzel sıfatlarına ve işlerine ve bütün ni’metlerine ve büyük ihsânlarına hamd kelimesi ile şükr edilmekdedir. Bunun içindir ki, hadîs-i şerîfde, (Bir kimse, bu güzel kelimeyi gündüz veyâ gece, yüz kerre söylerse, o gün veyâ o gece, hiç kimse onun kadar sevâb kazanamaz. Ancak onun gibi söyliyen kazanır) buyuruldu. Başkalarının ibâdeti, onunla nasıl bir olabilir ki, o kimse, bu güzel kelimenin son parçası ile, bütün iyiliklerin ve ibâdetlerin şükrünü yapmış olmakdadır. Bu güzel kelimenin baş tarafı ise, ayrıca Hak teâlâyı kötülüklerden ve aşağılıklardan tenzîh ve takdîs etmekdedir. O hâlde, bu güzel kelimeyi her gün ve her gece yüz kerre okumalıyız! İnsanları iyi işleri yapmağa, ancak Allahü teâlâ kavuşdurur.

    Süâl: Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Sübhânallahi ve bihamdihi adede halkıhi ve rıdâe nefsihi ve zinete Arşihi ve midâde kelimâtihi) ve ayrıca, (Sübhânallahi mil-el mîzân) buyuruldu ve ayrıca, (Elhamdülillâhi ed’âfe mâ hamidehu cemî’u halkıhi) buyuruldu. Bunların hiçbirinde sayı bildirilmedi. Bir kişiden başka sayı bildiren olmadı. Adede halkıhi hangi bakımdan söylenmişdir? Rıdâe nefsihi ne demekdir? Ve zînete Arşihi nasıl olur? Kelimelerin mürekkebi nasıl doğru olur? Terâzîyi nasıl doldurur? Bütün insanların yapdığı hamddan katkat fazla ne demekdir?

    Cevâb: İnsanda, hem (Âlem-i halk) vardır, hem de (Âlem-i emr) vardır. Âlem-i halkda ve Âlem-i emrde bulunan herşey, insanda vardır. Bundan başka, insanda (Hey’et-i vahdânî) denilen bir topluluk da vardır. Bu topluluk, Âlem-i halk ile Âlem-i emrin birleşmesinden meydâna gelmişdir. Bu hey’et-i vahdânî, insandan başka hiç bir mahlûkda yokdur. Bu topluluk şaşılacak bir şeydir. İşitilmemiş bir eserdir. Bunun içindir ki, insanın yapdığı hamd, bütün mahlûkların yapdıkları hamdlerden katkat çok olur. Diğer süâller de, bundan anlaşılabilir. Bütün mahlûklar demek, insandan başka olan şeyler demekdir. Buna insanı da katarsak, kâmil bir insan, her mahlûku kendinin bir zerresi bulduğu gibi, insanları da, kendinin bir zerresi görür. Kendini her mahlûkun bütünü bilir. Bunun için, kâmil insanın yapdığı hamd, bütün insanların yapdığı hamdlerden de katkat çok olur. Doğru yolda olanlara ve Muhammed Mustafânın izinde gidenlere selâm olsun “aleyhi ve alâ âlihi minessalevâti etemmühâ ve minettehıyyâti ekmelühâ”!

    Müntezamdır cümle ef’âlin senin,
    Aklı ermez, hikmetine kimsenin!

  7. #327
    Reyhani
    Reyhani - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Mektubat-ı Rabbani 308. Mektup

    Bu mektûb, Feydullah-i Pânî Pütîye arabî olarak yazılmışdır. Bir hadîs-i şerîfi açıklamakdadır:

    İyi dinle! Allahü teâlâ anlayışını artdırsın! Peygamberimiz “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm”, (İki kelime vardır. Söylemesi çok kolaydır. Terâzîde çok ağır gelirler. Allahü teâlâ, bu iki kelimeyi çok sever. Sübhânallahi ve bi-hamdihi sübhânallahil-azîm) buyurdu. Çok kısa olduğu için, bunu söylemenin çok kolay olduğu meydândadır. Fekat, terâzîde çok ağır olmaları ve Allahü teâlâya çok sevgili olmaları şöyledir ki, birinci kelimesi, Allahü teâlâyı, Ona yakışmıyan herşeyden ve mahlûkların alâmetlerinden ve yok olmakdan tenzîh ve takdîs etmekdedir. Uzaklaşdırmakdadır. Son kelimesi, bütün kemâl sıfatlarının ve güzel şü’ûnların Onda bulunduğunu bildirmekdedir. Üstünlükler ve ihsânlar sâhibi olduğu gösterilmekdedir. Birinci ve sonuncu kelimeler, istigrâk ile, [ya’nî herşeyi içine alarak] birbirine izâfet edilmiş, bağlanmışdır. Bu iki kelimenin böyle sağlanması, bütün tenzîhlerin ve takdîslerin ve bütün kemâllerin ve cemâllerin Onda bulunduğunu göstermekdedir. Başdaki iki kelime, bütün tenzîhleri ve takdîsleri Ona getirmekde, bütün kemâl ve cemâl sıfatlarının Onda olduğunu bildirmekdedir. Sondaki iki kelime de, bütün tenzîhlerin ve takdîslerin ve azametin ve kibriyânın Onda olduğunu bildirmekdedir. Bu kelimenin bütünü Onda hiçbir noksânlığın bulunmaması, ancak azametinden ve kibriyâsından ileri geldiğini göstermekdedir. Bundan dolayı, bu iki kelime terâzîde çok ağır gelmekde ve Rahmâna çok sevgili olmakdadır. Bundan başka, tesbîh, ya’nî (Sübhânallah) demek, tevbenin anahtarıdır, hattâ özüdür. Böyle olduğunu, birkaç mektûbumda açıklamışdım. Bunun için, tesbîh etmek günâhların yok olmasına ve kötülüklerin afv olmasına sebeb olur. Bundan dolayı da, terâzîde çok ağır gelir. Hasenât kefesini doldurur. Rahmâna da sevgili olur. Çünki Allahü teâlâ, afv etmeği sever. Bundan başka, tesbîh eden ve hamd eden bir müslimân, Hak teâlâyı, Ona yakışmayan şeylerden uzaklaşdırınca ve kemâl ve cemâl sıfatlarının ancak Onda olduğunu bildirince, kerîm olan, ihsân sâhibi olan Allahü teâlânın da, o kulu uygunsuz şeylerden uzaklaşdırması ve ona kemâl sıfatlarını ihsân etmesi umulur. Errahmân sûresi altmışıncı âyetinde meâlen, (İhsân edene yapılacak karşılık, ancak ihsândır) buyuruldu. Bu âyet-i kerîme de, bu ümmîdi kuvvetlendirmekdedir. Bunun için, bu iki kelime çok okundukca, günâhları yok etmekde, mîzânda çok ağır gelmekdedir. Güzel huyları getirdiği için de, Rahmâna çok sevgili olmakdadır. Vesselâm.


  8. #328
    Reyhani
    Reyhani - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Mektubat-ı Rabbani 309. Mektup

    Bu mektûb, mevlânâ hâce Muhammed Firketîye yazılmışdır. Gündüz ve gece kendini hesâba çekmeği ve (Hesâba çekilmeden evvel, kendinizi hesâba çekiniz) hadîs-i şerîfini bildirmekdedir:

    Allahü teâlâya hamd olsun! Sevgili Peygamberi Muhammed aleyhisselâma salât ve selâm olsun! Din ve dünyâ se’âdetinize düâ ederim. Meşâyıh-ı kirâmdan birçoğu “kaddesallahü teâlâ esrârehüm”, muhâsebe yolunu seçmişlerdir. Her gece, yatacağı zemân, o gün yapmış olduğu işlerini, sözlerini, hareketlerini, hareketsizliklerini, düşüncelerini, herbirinin niçin olduğunu anlarlar. Kusûrlarını ve günâhlarını temizlemek için, tevbe ve istigfâr ederler. Allahü teâlâya boyun bükerler, yalvarırlar. İbâdetlerini ve iyiliklerini de, Allahü teâlânın hâtırlatması ile ve kuvvet vermesi ile olduğunu bilirler. Bunun için, Hak teâlâya hamd ve şükr ederler. (Fütûhât-i Mekkiyye) kitâbının sâhibi, [ya’nî Muhyiddîn-i Arabî] “kuddise sirruh”, bu muhâsebecilerden biri idi. Buyuruyor ki, (Ben kendimi hesâba çekmekde, Meşâyıh-ı kirâmın hepsinden ileri gitdim. Niyyetlerimi, düşüncelerimi de hesâba katdım). Bu fakîre göre “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz”, Muhbir-i sâdıkdan gelen haberlere uygun olarak “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm” her gece yatarken, (Sübhânallahi velhamdü lillahi ve lâ ilâhe illallâhü vallâhü ekber) yüz def’a okursa, tesbîh ve tahmîd ve tekbîr eylemiş olur. Böylece, muhâsebe yapmış olur. Kendini hesâba çekmiş sayılır. Tesbîh söylemek, tevbenin anahtarıdır. Bunu çok okumakla, kusûrlarının, günâhlarının afv edilmesini istemiş olur. Bu günâhlardan dolayı, Hak teâlâya bulaşdırılmış olan lekeleri tenzîh ve takdîs etmiş olur. Günâh işleyen bir kimse, bu emrlerin ve yasakların sâhibinin azametini ve kibriyâsını düşünmüş olsaydı Onun emrlerine karşı gelemezdi. Günâhları yapması, Onun emrlerine ve yasaklarına kıymet vermediğini göstermekdedir. Böyle şeyden, Allahü teâlâya sığınırız. (Tenzîh) kelimesini, [ya’nî yukarıda yazılı olan tesbîhi] çok okumakla, bu kusûr afv olunur.

    (İstigfâr) etmek, günâhların örtülmesini istemekdir. (Tenzîh) kelimesini okumak ise, günâhların yok olmasını istemekdir. O nerede, bu nerede? (Sübhânallah) şaşılacak bir kelimedir. Söylemesi çok kısadır. Ma’nâları ve fâideleri ise pekçokdur.

    (Tahmîd) kelimesini çok okumakla, Allahü teâlâya şükr edilmiş olur. Onun verdiği ni’metlerin şükrü yapılmış olur.

    (Tekbîr) kelimesi, Allahü teâlânın, kulların yapdığı şükrlerden çok yüksek olduğunu, Ona yakışan şükr yapılamıyacağını göstermekdedir. Çünki, Ona yapılan istigfârlar, afv dilemekler için de, çok istigfâr etmek lâzımdır. Ona yakışan hamd, ancak Onun tarafından yapılabilir. Bunun içindir ki kendisi, Sâffâti sûresinin son âyetinde, (Sübhâne Rabbike Rabbil’izzeti...) buyurmuşdur. Kendini hesâba çekmek istiyenler, bu âyet-i kerîmeyi çok okumalıdır. Böylece istigfâr ve şükr etmiş olurlar. İstigfâr ve şükr edemediklerini de ve kusûrlarını da bildirmiş olurlar. Yâ Rabbî! Bizim kusûrlu, bozuk olan düâlarımızı, tevbelerimizi kabûl buyur! Sen herşeyi işitir ve bilirsin. Efendimiz, yüce Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâma ve onun Âline ve hepsi temiz, seçilmiş olan Eshâbının herbirine salât ve selâm olsun “sallallahü teâlâ ve selleme aleyhi ve alâ Âlihi ve Eshâbihi ecma’în”! Allahü teâlâ hepsine bereket versin!

    [Bu âyet-i kerîmeyi okurken hiçbir yerini değişdirmemeli, (Rabbike) kelimesi yerine (Rabbinâ) dememelidir. Böyle bozarak okumanın câiz olmadığı (Se’âdet-i Ebediyye) kitâbının üçyüzdoksanikinci [392] sahîfesinde uzun yazılıdır].

    Gel aldanma bu dünyâya, sonu vîrân olur, birgün,
    Senin bu sürdüğün demler, elbet yalan olur, birgün.


  9. #329
    Reyhani
    Reyhani - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Mektubat-ı Rabbani 310. Mektup

    Bu mektûb, mevlânâ Muhammed Hâşim-i Keşmîye yazılmışdır “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz”. İnsanın herşeyi kendinde topladığını ve ba’zı ince ma’rifetleri bildirmekdedir:

    Bismillâhirrahmânirrahîm. Allahü teâlâya hamd olsun! Onun sevgili Peygamberine salât ve selâm olsun! İnsanda bulunan bütün kemâller, iyilikler hep (Vücûb) “te’âlet ve tekaddeset” mertebesinden gelmişdir. Onun ilmi, o mertebeden, kudreti de, o mertebenin kudretindendir. Bütün yükseklikler de, hep böyledir. Fekat, her mertebenin kemâli, o mertebeye göredir. İnsanın ilmi, o mukaddes mertebenin ilmine göre, sonsuz var olanla yok olanın karşılaşdırılması gibidir. Bunun gibi, insanın kudreti, gücü, Vâcib-i teâlâ ve tekaddesin kudretine göre, bir üflemesi ile yerleri ve gökleri ve dağları ve denizleri yok eden güc sâhibinin, kendini dokumacı ustası sanan örümcekle karşılaşdırılması gibidir. Bu ikisinden başka olgunlukları da, bunlardan anlamalıdır. Başka kelime bulamadığımız için, bu karşılaşdırmayı yapdık. Yoksa, fârisî mısra’ tercemesi:

    Toprak nerede, temiz âlemler nerede?

    Bundan anlaşılıyor ki, insandaki kemâller, Vücûb “te’âlet ve tekaddeset” mertebesinin kemâllerinin sûretleri, görüntüleridir. İnsandaki kemâllerin, Vücûb mertebesindeki kemâllere yalnız ismleri benzemekdedir. Bunun içindir ki, hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlâ, Âdemi kendi sûretinde yaratdı) buyuruldu. (Kendini anlayan, Rabbini anlar) sözünün inceliği, buradan anlaşılmakdadır. Çünki insanın nefsinde bulunan herşey, birer sûretdir, görüntüdür. Bu sûretlerin hakîkati, aslı, Vücûb mertebesindedir “te’âlet ve tekaddeset”. İnsanın halîfe olmasının inceliği buradan anlaşılmakdadır. Çünki, birşeyin sûreti, o şeyin halîfesidir. Vekîlidir. Zındıklar ve Allahü teâlâya madde diyen (Mücesseme) adındaki kâfirler, burada çok yanıldılar. Allahü teâlâyı insan sûretinde, şeklinde sandılar. Ahmak oldukları için, Allahü teâlânın, insanlarda olduğu gibi organları, duygu âletleri var dediler. Böylece, doğru yoldan sapdılar. Çok kimseleri de sapdırdılar. Allahü teâlânın sûreti ve misli gibi şeyler söylemek, benzeterek anlatmak içindir. Yoksa, benzetilen şeyin kendisidir demek olmadığını anlıyamadılar. Çünki sûretin, görüntünün hakîkati, aslı, parçalardan, zerrelerden meydâna gelen bir toplulukdur. Vücûb mertebesinde ise, böyle şey olamaz. Kadîm olan, sonsuz olan, parçalanamaz, ayrılamaz. Kur’ân-ı kerîmdeki (Müteşâbihât) denilen âyet-i kerîmeler de, böyledir. Bildirdikleri şeylerin kendileri anlaşılmamalıdır. Uygun olan başka şeyler anlaşılmalıdır. Âl-i İmrân sûresi yedinci âyetinde meâlen, (Bu âyet-i kerîmelerin bildirdiklerini yalnız Allahü teâlâ bilir) buyuruldu. Demek ki, müteşâbih olan âyet-i kerîmelerin ne demek olduğunu, ancak Allahü teâlâ bilir. Bu âyet-i kerîme gösteriyor ki, müteşâbih olan âyet-i kerîmeler, gösterdiklerinden başka şeyleri bildirmekdedir. Allahü teâlâ da, bu başka şeyleri bilmekdedir. (Ulemâ-i Râsihîn) denilen derin Ehl-i sünnet âlimlerine de, bu başka bilgiler ihsân olunmuşdur. Bunun gibi, gayb olanları yalnız Allahü teâlâ bilir. Peygamberlerin yükseklerine bu bilgisinden ihsân etmekdedir.

    [(Gayb) demek, âyet-i kerîme ile ve hadîs-i şerîfler ile bildirilmemiş olan ve his organları ile, tecribe ve hesâb ile anlaşılamıyan şeyler demekdir].

    Müteşâbih olan âyet-i kerîmelere, anlaşılandan başka ma’nâ vermeğe (Te’vîl) denir. Te’vîli yanlış anlamamalıdır. Âyet-i kerîmedeki (El) kelimesine kudret demek ve (Yüz) kelimesine, Allahü teâlânın kendisi demek, te’vîl olmaz. Böyle kelimelerin te’vîli ince, gizli bilgilerdir. Ancak, seçilmişlerin seçilmişlerine bildirilmişdir.

    (Fütûhât-i Mekkiyye) kitâbının sâhibi [ya’nî Muhyiddîn-i Arabî] “rahmetullahi aleyh” hazretleri ve Ona uyanlar, Allahü teâlânın sıfatları, Allahü teâlânın kendinden başka olmadıkları gibi, birbirlerinden de başka değildirler diyor. Böylece, ilm sıfatı, Zât-i ilâhîden başka olmadığı gibi, kudretden, irâdeden, işitmekden ve görmekden de başka değildir diyorlar. Sıfatların hepsini de, böyle biliyorlar. Bu fakîre göre, bu sözleri doğru değildir. Çünki, bunlar sıfatların dışarda ayrıca var olduklarına inanmıyorlar. Ehl-i sünnetden ayrılmış oluyorlar. Çünki, Ehl-i sünnetin büyük âlimlerinin anladıklarına göre, Allahü teâlânın sekiz veyâ yedi sıfatı, kendisi gibi dışarda ayrıca vardır. Onları, sıfatların zâtdan başka olmadığına sürükleyen şey, belki, o makâmdaki başkalığı bu dünyâdaki mahlûklardaki başkalık gibi sanmalarından olsa gerekdir. Allahü teâlânın sıfatlarının kendinden başka olmasını, bizim sıfatlarımızın kendimizden başka olması gibi bulmadıklarından ve o başkalığı bu başkalığa benzetmediklerinden, sıfatların zâtdan başka olmadığını sandılar. Sıfatlar, zâtın aynıdır dediler. O makâmdaki başkalığın da, Allahü teâlânın kendisi gibi ve sıfatları gibi anlaşılamıyacağını, mahlûklara benzetilemiyeceğini anlıyamadılar. Oradaki başkalık, buradaki başkalığa benzemez. Yalnız görünüşde ve ismde benzerlik vardır. Bundan anlaşılıyor ki, o makâmda başkalık, ayrılık vardır. Fekat, biz bunu anlıyamayız! Anlıyamadığımız şeylere yok diyemeyiz ve dememeliyiz! Doğru yolun âlimlerinden ayrılmamalıyız! Herşeyin doğrusunu Allahü teâlâ bilir.

  10. #330
    Reyhani
    Reyhani - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Mektubat-ı Rabbani 311. Mektup

    Bu mektûb, hakîkatleri ve ma’rifetleri bilen, akl ve nakl bilgilerinin kaynağı, kıymetli oğlu hâce Muhammed Sa’îde yazılmışdır. İnce bilgileri ve işitilmemiş hakîkatleri işâretle anlatmakdadır:

    (Allahümme), Fârisî beytler:

    (He) harfi bizi yetişdirendir.

    (Elif) ise rabb-i Habîbullahdır.

    (Lâm) Halîlullahı yetişdirmişdir.

    (Mîm) kelîmullahı bildirmekdedir.

    Bu kelimenin başında bulunan (Elif) harfinin hakîkati, kelîmullah Mûsâ aleyhisselâmın mebdeidir. Bu fakîrin işinin başlangıcı da, onların yolunda bulunmakla ve hadîs-i şerîfde bildirilen vâris olmak şerefine kavuşmakla, bu harfin hakîkatidir. Fekat, kelîmullah Mûsâ aleyhisselâm “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm”, bu kelimenin (Mîm) harfinin hakîkatine gelmişdir.

    Bu aşağı kulun geldiği yer ise, (He) harfinin hakîkatidir. Bu fakîrin şimdi bulunduğu ve sığındığı yer, işte bu harfin hakîkatidir. Bu hakîkate (Gayb-i hüviyyet) denir. Bu hakîkat rahmet hazînesidir. Dünyâda olan bir rahmetin ve âhıret için ayrılmış olan doksandokuz rahmetin hepsi burada, bu hakîkatde bulunmakdadır. Sanki, bu hazîneden bir musluk dünyâya akmakdadır. Öteki rahmet musluğu âhıret içindir. Erhamürrâhimîn sıfatı, bu hakîkatden çıkmakdadır. Bu makâmda, yalnız (Cemâl) sıfatı zuhûr etmekdedir. (Celâl) sıfatından hiçbirşey bulunmaz. Sevdiklerine dünyâda verdikleri bütün sıkıntılar ve üzüntüler, (Cemâl) sıfatı ile terbiye etmekdir. Celâl olarak görünmekdedir. Böyle yapması, Allahü teâlânın mekridir, aldatmasıdır. Bekara sûresi yirmialtıncı âyetinde meâlen, (Allahü teâlâ, onunla çoklarını doğru yoldan çıkarır ve onunla çoklarını, doğru yola kavuşdurur) buyuruldu.

    Peygamberlerin sonuncusuna “aleyhi ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” yapılanların başlangıcı, (Elif) hakîkatinin üstünde olan bir hakîkatdir. Halîlullah İbrâhîm aleyhisselâma “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” yapılanların başlangıcı da, bu yüksek makâmın hakîkatidir. Böyle olmakla berâber, Peygamberlerin sonuncusuna “aleyhi ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” yapılanların başlangıcının hakîkati, o yüksek hakîkatin icmâlidir, topluluğudur, bütünüdür. Halîlullahın “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” başlangıcının hakîkati ise, o icmâlin, o topluluğun tafsîli, açılmışı, yayılmışıdır. Peygamberlerin sonuncusunun “aleyhi ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” rücû’ etdiği, geldiği hakîkat, (Elif) harfinin hakîkatidir. Halîlullahın “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” gelip yerleşdiği hakîkat ise, (Lâm) harfinin hakîkatidir. Evet icmâlin, topluluğun, vahdetle ilgisi dahâ çokdur. Bunun için (Elif)e gelmesi kolay olmuşdur. Çünki, (Elif) harfi vahdete yakındır. Açılmak, dağılmak, çokluğa dahâ uygundur. Bunun için, çokluğa yakın olan (Lâm)a kavuşmuşdur. Bundan dolayı hazret-i İbrâhîm “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” hem başlangıcda, hem de sonunda çok bereketli olmuşdur.

    İşte bunun içindir ki, insanların en üstünü olan Muhammed “aleyhisselâm”, Halîlullah İbrâhîm aleyhisselâmın salevâti ve bereketi gibi olan salevât ve bereket istemişdir. Allahü teâlânın ismlerinin mertebesi, sıfatlarının mertebesinin üstündedir. Peygamberlerin sonuncusunun “aleyhi ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” rabbi, ya’nî yetişdiricisi olan ism-i ilâhî, mubârek (Allah) ismidir. Bu fakîrin [ya’nî İmâm-ı Rabbânî “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” hazretlerinin] rabbi olan ism, mubârek (Rahmân) ismidir. Bu aşağı kulun, Kelîmullah ile bağlılığı olduğu için, o büyük Peygamberden “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” bu aşağı kula çok bereketler ve yardımlar gelmişdir. Bu fakîrin vilâyeti, herne kadar (Vilâyet-i Mûsevî) değil ise de, bu vilâyetin bereketleri içindeyim. Bu yolda çok ilerledim. Bu aşağı kulun bu vilâyetden fâidelenmesi, bu vilâyetin icmâlinden, topluluğundan olmuşdur. Büyük oğlumun “aleyhirrahme” istifâdesi ise, bu vilâyetin yayılmışından, açılmışından olmuşdur. Bu fakîrin, (Vilâyet-i Mûsevî)den gelen vilâyeti, fir’avn soyundan olan mü’min kulun vilâyeti gibidir. Oğlumun “aleyhirrahme” vilâyeti de, fir’avnın îmâna gelen sihrbâzlarının vilâyetleri gibidir. Vesselâm.

    Gel kardeşim, inkâr etme, kıl insâf!
    Kıymetli ömrünü eyleme isrâf!

    Kalbini nefsin arzûsundan koru,
    Dışın gibi için dahî olsun sâf!


Sayfa 33/34 İlkİlk ... 331323334 SonSon

Benzer Konular

  1. Ramazan ayının üstünlükleri imam rabbani
    By ArzuNur in forum Mübarek Gün Ve Geceler
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 28.09.08, 22:42
  2. İmâm-ı Rabbâni Hazretleri'nden bir nasihat...
    By ArzuNur in forum Nasihatlar
    Cevaplar: 4
    Son Mesaj: 16.07.08, 21:58
  3. İmam-ı Rabbani
    By Kartal__13 in forum İslami Şiirler
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 21.06.08, 23:34
  4. İmÂm-i RabbÂnÎ
    By İslam-Gülü in forum İslam Büyüklerimiz ve Alimlerimiz..
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 10.06.08, 15:14

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •