***
DIŞARDA
Points: 155.310, Level: 100
Level completed: 0%,
Points required for next Level: 0
Overall activity: 0%
Achievements


Takva
Kur'ân-ı Kerim'de kalbe nisbet edilen kavramlardan biri de takuâ dır. Takvâ terimi, esas itibariyle "herhangi bir şeyi ona zarar verecek şeylerden korumak" mânasına gelen vikaye mastarından türemiş bir isimdir. Lügatte "Nefse zarar verebilecek her şeyden titiz ve ciddi bir şekilde korunmak ve sakınmak" anlamına gelir. Şer'î örfte ise "Kişinin taatte bulunarak nefsini Allah'ın vikayesine koyması ve bu suretle ahirette zarar ve elem verecek şeylerden kendini iyice koruması" diye tanımlanır . Takva ile ilgili daha başka tariflere de yer verilmiştir. Söz konusu tanımlardan bazıları şunlardır:
-Allah'tan uzaklaştıracak her şeyden uzak olmaktır.
-Kulun, Allah'tan başka her şeyden sakınmasıdır.
-Nefsin nazlarını terketmek ve yasaklardan uzak durmaktır.
-Takvanın bir zahirî bir de bâtını mânası vardır. Zahiri anlamı, şeriatın çizdiği hudutlara riâyet etmek, bâtını mânası ise niyet ve ihlâsa dikkat etmektir.
Takvanın birçok tanımının yapılmasında, konunun sübjektif yaklaşımlara sebep olabilecek nitelikte bulunması ve bir de takvanın farklı derecelerde değerlendirilmesi etkili olmuştur denilebilir.
Takva kelimesine semantik açıdan yaklaşan Izutsu, konuyla ilgili şu bilgilere yer verir: "Takva kelimesi, câhiliyye devrinde bir çeşit hayvansal içgüdü, korkuya karşı kendini savunma içgüdüsü anlamında kullanılmıştır. Ittekâ kelimesinin bu dönemde şâirler tarafından sık kullanılması işimizi kolaylaştırmaktadır. Bu kullanımlara baktığımız zaman takva kavramının "zühd" şöyle dursun, herhangi bir dîni anlam dahi taşımadığını açık bir şekilde görürüz. Kelimenin bu kullanımlarda taşıdığı mâna, "Bir şey vasıtasıyla kendini savunmadır". Mesela bir adam kendisi için tehlikeli, tahripkâr ya da zararlı bir şeyin kendisine doğru geldiğini anlar ve bunun üzerine kendisi ile o tehlikeli şey arasına, o şeyin kendisine gelmesini önleyecek bir engel koyar. İşte ittekâ fiilinin İslam'dan önceki bütün kullanışları, görünüşte ne kadar kompleks olursa olsun bu mânaya gelir. Meselâ,
"Kıyamet gününde (elleri bağlı olduğu için) yüzü ile kendisini azabın en kötüsünden korumağa çalışan (ile güven içinde bulunan bir olur) mu?"(ez-Zümer 39/24) âyeti, kelimenin söz konusu anlamda kullanılışına güzel bir örnektir. Fakat bu, Kur'an'da daha ziyâde istisnaî bir durumdur. Zira ittekâ fiili Kur'an'da genel olarak dînî anlamda kullanılmıştır. Câhiliyyede ise tam aksine daima maddî anlamda kullanılmıştır. Câhiliyye-nin gittiği bu istikâmetin en son sınırı da kelimenin ahlâkî anlamda kullanıldığı hallerdir. Yani kelimenin tam fizikî ve maddî değil de biraz ruhîleşti-rilmiş anlamda kullanıldığı durumlardır. İttikâ kavramının maddî alandan manevî alana çekildiği bu durumları, tam maddî anlamdaki ittikâ ile dînî anlamdaki ittikâ arasında bir geçiş noktası kabul edebiliriz. Kur'ân düşüncesine yakın olan hanîf düşüncesi ise bir adım daha ileri giderek kelimenin muhtevasını tamamen manevîleştirir. Henüz şeklî yapı değişmemiştir. Burada gelmesi muhtemel tehlike artık basit fizîkî bir tehlike değil, uhrevî bir tehlikedir. Bu muhtevada ittikâ, insanın, ilâhî azap ile kendisi arasına ruhunu azaptan koruyacak iman ve itaati koyması demektir. Psikolojik olarak bu ittikâ, bir çeşit korku, ahirete ait bir korkudur. Kur'an'ı okuyan herkes, özellikle Mekke devrinde ahiret şuurunun çok kuvvetli olduğunu görür. Orijinal anlamıyla buna takva denir. Hatta ilk sürelerde müminin en kısa tanım formülü: "Allah korkusu ile titreyen kimse"dir. Zamanla bu koyu uhrevî renk, yavaş yavaş açılır, nihayet o dereceye varır ki takvanın hüküm günü düşüncesiyle, ahiret korkusuyla açık bir bağı kalmaz, daha ziyâde dindarlık manasına gelir. İşte bundan dolayı Kur'an'da muttaki kelimesi çoğu kez kâfirin karşıtı olan "zâhid mümin" anlamındadır.
Kur'ân-ı Kerim, takvânın, nefs adı verilen insan cevherine daha yaratılış başlangıcında iken yerleştirildiğini şöyle beyan eder:
"Nefse ve onu yaratılış maksadına uygun biçimlendirene ve yine ona fücur ve takvayı yerleştirene (ilham) andolsun" (eş-Şems 91/7-8). Bu âyette fücur tabiri, "takva" ile birlikte zikredilirken "Mütta-kîlerle fâcirleri bir mi tutacağız"(Sâd Sûresi 38/28) âyetinde söz konusu kavramın, takvanın karşıtı olduğuna işaret edilir. İnsan hakikatine zarar verecek diğer bir ifadeyle onun aslî yapısını bozacak tüm ahlâkî zaafların ve menfî davranışların fücur diye isimlendirildiği göz önünde tutulursa, takvanın, nefse zarar verecek her türlü tehlikeye karşı onu koruma ameliyesinin adı olduğu kolayca anlaşılır. Binâenaleyh her insana "fücur"a meyledecek ve nefsi koruyacak fıtrî melekeler, daha yaratılışının başlangıcında verilmiş demektir. Artık kulun vazifesi takva meleke-leriyle nefsini her çeşit pislikten (rics, neces, vb.)koruyup yüceltmek ve böylece dünya imtihanında başarılı olmaktır. Fakat bu melekeler çalıştırılmaz da âtıl bırakılırsa imtihan başarısızlıkla sonuçlanacak demektir.
Kur'ân, takvayı kalbe nisbet ettiği gibi Hz. Peygamber de takvanın kalbde bulunduğuna işaret eder. Bu ise nefsi koruma melekelerinin kalbde bulunduğunun açık bir delilidir. Kanaatimizce âyetlerde kalbe nisbet edilen akletmek, anlamak, tefekkür ve tedebbür etmek, vahiy ve ilhama mahal olmak gibi hussusiyetlerin genel toplamı, fıtrî takvanın temelini oluşturmaktadır. Bu anlamda bütün insanlarda takva tohumları -başlangıç itibariyle- mevcut demektir. Söz konusu melekeler çalıştınlırsa korunma kabiliyeti gelişecek aksi halde körelecektir. Nitekim Kur'ân, kalbin, paslı , kilitli ve hatta mühürlü olmasından bahsederken aynı zamanda bunlara parelel olarak kalbin körleşeceğinden , anlayış ve idrakinin kaybolacağından da söz eder. Bu ise nefsin korunmasının ancak kalbin fonksiyonlarının gereği gibi çalışmasıyla mümkün olabileceğini gösterir. Muhtelif âyetlerde namaz, oruç ve benzeri ibâdetlerin takvaya ulaştıracağından bahsedilmesi, başta Allah zikri olmak üzere tüm emir ve tavsiyelerin insan gönlünü diri tutmaya yönelik olduğu sonucuna götürür. Hz. Peygamberin günahların kalbi karartacağına dair ihtarı ise Allah'ı unutmanın tabiî bir sonucu olarak emredileni yapmamak ya da yasaklanan hal ve davranışlar içinde bulunmak gibi menfî davranışların takva duyularını iş göremez hale getireceğinin açık bir beyanıdır.
Kur'an'da Allah'a karşı takvâlı olunmasını telkin eden âyetler, bir anlamda kullara Allah'ı hatırlatarak, "aklınızı başınıza alın, gözünüzü açın ve kendinizi savunmak için hesap gününde Allah'ın huzuruna hazırlıklı gelin" temel mesajını ihtiva eden hatırlatmalardır, denilebilir. Bu ise "kulluk şuuru"nün sürekli canlı tutulması anlamına gelmektedir. Esasen böyle bir anlayış, takva kelimesini, esas anlamı olan "tehlikeye karşı kendini koruma" mânasından da uzaklaştırmayacaktır. Zira kulluğunun şuurunda olan ve Allah'a gereği gibi inanan kimse, Allah'ın azabından ve gazabından kendisini korumak için ve daha ötede cennete ve rı-zây-ı ilâhiye kavuşmaktan mahrum kalmamak için hayatını Allah'ın çizdiği hudutlar çerçevesinde sürdürecektir. "Korku" ve "yasaklardan kaçınma", kulluk şuurunun tabiî bir sonucudur. Muhammed Esed'in "takvâlı kimseler" anlamına gelen "müttakîn" kelimesine yönelik şu açıklamaları da kanaatimizce isabetli bir tesbittir: "Mütta/dn'in "Allah'tan korkanlar" şeklindeki alışılagelen çevirisi, bu ibarenin olumlu muhtevasını yeterli biçimde yansıtmaz, yani O'nun her zaman ve her yerde hâzır olduğunun farkında olmayı ve kişinin bu farkında oluşun ışığı altında kendi varlığını biçimlendirme arzusunu... Öte yandan, bazı mütercimler-ce benimsenen "kötülükten sakınan" veya "sorumluluğu konusunda dikkatli olan" çevirisi ise "Allah'a karşı sorumluluk bilinci" diye ifade ettiğimiz takva kavramının sadece belirli bir yönünü yansıtır". İşte bu sorumluluk bilincinin temeli, kalbî hassasiyettir. Bu sebeple Allah Teâlâ, kalbin bu duyuları çalışsın diye kullarına zaman zaman âyetler göndermis, mükellefiyetler yüklemiş ve bazen da çeşitli imtihanlara tabi tutmuştur. Zira kalbi canlı ve sıhhatli tutacak yegane iksir, zikrullahtır. İbâdetler, âyetler ve musibetler ise Allah ı hatırlatan birer vasıtadır.
Hayatını Allah'a karşı sorumluluk bilinci altında şekillendirenlerin, zamanla takva duyuları gelişeceğinden böyleleri hak ile batılı kolayca keşfedebileceklerdir. Zira Hz. Peygamberin ifadesiyle "Allah'ın nuruyla hâdiselere bakan" bir kalb gözü/basîret diğer bir deyimle bir "firâ-set" oluşacaktır. Nitekim âyet-i kerimede bu durum şöyle beyan edilmiştir:
"Ey iman edenler! Allah'a karşı takva çerçevesinde hareket ederseniz, O size, hakkı batıldan ayırmaya yarayan bir ölçü (fur-kân) bahşedecek, kötü işlerinizi silip örtecek ve sizi bağışlayacaktır" (el-Enfâl 8/29).
Ayette belirtilen "furkân" oluşmadan Kur'an'dan gereği gibi istifade etmek de mümkün değildir. İşte bu sebeple Kur'an'ın yol göstericiliğinden gereği gibi faydalanacak olanlar ancak takva melekeleri sıhhatli çalışan müttakflerdir . Yoksa kalbi körelmiş ve mühürlenmiş kimselerin, Kur'ân hidâyetini görüp anlamaları mümkün değildir. Nitekim "Onlar Kur'an'ı(n anlamını) gereği gibi düşünmüyorlar mı? Yoksa kalbler(inin) üzerinde kilitleri mi açar?" (Muhammed Sûresi 47/24) âyeti, işlenen günahlar yüzünden pas tutan kalblerin, takva duyularının körele-ceğine işaret etmektedir. Anlayış melekeleri kaybolmuş bu gibi kimseler, Kur'ân tarafından hayvanlara benzetilmiş ve âdeta insandan bile sayılmamıştır (534). Binâenaleyh Kur'an'ın "insanlar (nâs) için hidâyet fcay-nağı" (el-Bakara 2/185) olduğunu beyan eden âyetle "müttakîler için hidâyet olduğunu (el-Bakara 2/2) bildiren âyet arasında herhangi bir tenakuz yoktur. Zira âyette zikredilen ve "insanlar" anlamına gelen nâs kelimesiyle aslî yapısı bozulmamış kimseler kastedilmiştir. Çünkü inkarları sebebiyle kalbleri mühürlenenlerin Kur'ân hidâyetinden nasip-lenemedikleri bilinen bir husustur. Bu bakımdan Kur'an'dan istifadenin ölçüsü, kişinin takva derecesiyle doğru orantılıdır. Kalbdeki takva melekelerinin sıhhatli çalıştığının alâmeti ise Kur'ân tarafından şöylece ortaya konulmuştur:
"(Allah'a karşı sorumluluklarının bilincinde olan o muttaki kimseler) insan idrakini aşa(n olguların varlığı)na (gaybe) inanırlar, namazlarında dikkatli ve devamlıdırlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan başkaları için harcarlar, (ey Peygamber) sana indirilene de senden önce indirilmiş olana da iman ederler ve onlar ahire-tin varlığından bütün kalbleriyle emindirler"(el-Bakara 2/3-4).
"Gerçek erdemlilik (birr), yüzünüzü doğuya ya da batıya çevirmeniz ile ilgili değildir; ama gerçek erdem sahibi, Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaba ve peygamberlere inanan, servetini -kendisi için ne kadar kıymetli olsa da- akrabasına, yetimlere, ihtiyaç sahiplerine, yolculara, (yardım) isteyenlere ve insanları kölelikten kurtarmaya harcayan; namazında devamlı ve dikkatli olan ve zekâtı îfa eden kişidir; ve (gerçek erdem sahipleri) söz verdiklerinde sözlerini tutan, felâket, zorluk ve sıkıntı anlarında sabredenlerdir. İşte onlardır sadâkatlerini gösterenler ve işte onlardır müttakîler" (el-Bakara 2/177).
Bu âyetler bir bakıma takvanın da çerçevesini çizmektedir. Müfes-sirler genel olarak takvayı üç mertebede değerlendirmişlerdir. Birinci mertebe, ebedî azaptan kendini korumak için Allah'ı inkâr etmekten ve O'na ortak koşmaktan sakınmaktır. İkinci mertebe, büyük günah işlemekten ve küçük günahlarda ısrar etmekten uzak durup farzları yerine getirmektir. Şer'î örfte takva denilince daha çok bu mâna kastedilmektedir. Üçüncü mertebe ise kalbini Hak'dan alıkoyacak her şeyden uzak durup gönlünü tamamen Mevlâ'ya bağlamaktır ki bu mertebenin nihayeti yoktur. Esasen takvaya sınırlar çizmek ya da mertebeler belirlemek mümkün değildir. Zira takvayı geliştiren, marifet, amel ve duygular kişiden kişiye değişiklik arzedebilecektir. Binâenaleyh her insanın takvası ancak kendi kulluk bilinci kadardır.
Kur'ân-ı Kerim'de takva ile ilgili iki yüzü aşkın âyet bulunmaktadır. Bu sebeple Kur'ân'da takva meselesi, birden çok müstakil çalışmaya konu olabilecek boyuttadır. Bu bakımdan burada konunun detaylarına girilemeyecektir. Ancak konuyla ilgili bazı âyetlere telmihte bulunularak, Kur'an'da takvanın genel bir çerçevesini çizmek, kanaatimizce faydalı olacaktır.
Kur'an'a göre takva, kişinin Allah katındaki değer ölçüsüdür. Bu sebeple tüm peygamberler ümmetlerine takvayı öğütlemişlerdir . Zira Allah'a ulaşan, şekilden ziyade kalbdeki takva duygusudur. Gönülde takva yoksa amelin de bir kıymeti yoktur. Çünkü "Allah, ancak müttakîlerin amellerini kabul eder" (el-Mâide 5/27) buyrulmuştur. Takva, Allah'ın şeâirine (539) karşı kişide saygı ve tazim duygusu oluşturur . Kulu Allah dostluğuna yükselten merdiven takvadır . Bu sebeple insan tüm gücünü kullanarak takvaya yönelmelidir . Zira ahi-ret yolculuğu için hazırlanması gereken en üstün azık takvadır . Hatta müminler takva ve iyilik hususundu birbirleriyle dayanışma içinde olmalıdırlar. Takvaya sarılan kimseler, şeytan ve askerlerinin pençesine düşmezler . Çünkü Allah, takva sahiplerinin yâr ve yardımcısıdır. BU bakımdan böyleleri için zorluklar karşısında çaresizlik diye bir şey düşünülemez. Allah onlara sayısız çıkış yollan lütfeder ve ummadıkları yerden rızıklandırır. Şayet bir toplum, kendisine takvayı şiar edinirse yer ve gökten üzerlerine bereket yağar . Takvanın hayrı sadece dünyaya ait değildir. Onun esas mükâfatı ahirette görülecektir. Zira cennete müttakî olanlar vâris kılınacaktır . Onlar için korku ve hüzün olmayacaktır . Mahşer günü tüm dostluklar bittiği halde müt-takilerin dostluğu sürecektir . Binâenaleyh kula gereken, Allah Resulünün yalvarışı gibi "Allahım nefsime takvasını ver" diye duaya sarılmak olmalıdır.
Netice olarak, kalbin Allah'a yönelişi bakımından vazgeçilmez esaslardan biri olan takva, Allah hakkında kalbde bulunan bilgi, korku ve saygı duygusuna bağlı olarak, kişinin Allah'ın çizdiği hudutlar çerçevesinde nefsini dünyevî ve uhrevî her türlü tehlikeden koruma ameliyesi-dir. Kalb, başlangıçta nefsi koruyacak takva melekeleriyle donatılmıştır. Bu melekeler Allah'a karşı sorumluluk bilinci içerisinde yapılan davranışlarla geliştirilebileceği gibi bunun tam tersi ameller sebebiyle de kö-reltilebilecektir. Kişinin felahı ya da hüsranı buna bağlıdır. Fıtrî yapısı bozulmamış kimseler bu melekeler sayesinde kendilerine zarar verecek her şeyden korunma çabası içinde bulunurlar. Her türlü tehlikeye karşı yegane koruyucu olarak Allah'ı bildikleri için yalnız O'na sığınır ve yalnız O'na kul olurlar. Bunun tabiî bir gereği olarak da O'nun gazabına çarpılmamak için tir tir titrer, hoşnutluğunu elde etmek için emir ve yasaklarına harfiyyen uymaya gayret ederler. Harama düşme korkusuyla şüphelilerden sakındıkları gibi zahiren mubah gibi görünse de gönüllerine yatmayan her şeyi terkederler. Binâenaleyh, takvanın alt sınırı inkar ve şirkten korunmak ise de üst sınırını belirlemek mümkün değildir.