Bediüzzaman, niçin Nur hizmeti haricinde insanlarla görüşmek istememiş ve kendisi hakkında fazlaca hüsn-ü zan beslemeyeni sohbette tercih etmiştir?

Aziz, sıddık kardeşlerim,
Manen maruz kaldığım iki şıklı bir sualin cevabıdır:
Birincisi: 'Neden en ziyade senin şahsın hakkında hüsn-ü zan eden ve sana büyük bir makam veren ve Risale-i Nur la çok kuvvetli irtibatı bulunan ve sen de onları çok sevdiğin halde, hizmet-i Nuriyenin haricinde senin şahsınla temaslarını istemiyorsun ve senin hakkında fazla hüsn-ü zan beslemeyeni sohbette tercih ediyorsun, daha ziyade iltifat gösteriyorsun, nedendir?'
Elcevap: Otuz Üçüncü Sözün İkinci Mektubunda dediğim gibi: Bu zamanda insanlar, ihsanını, muhtaçlara çok pahalı satarlar. Mesela, benim gibi bir biçareyi, salih veya veli zannedip, sonra bir ekmek verir ve mukabilinde makbul bir dua ister. Bu kadar fiyat vermektense, bu ihsanı istemiyorum diye hediyelerin adem-i kabulüne bir sebep gösterdiğim gibi; Risale-i Nur’un has şakirtleri müstesna olarak-başkaları, beni, büyük bir makamda bilmekle, kuvvetli bir alaka ve hizmet gösterir. Hem mukabilinde, dünyada, ehl-i velayet gibi nur ani neticeleri ister. Sonra bize hizmeti ile ve alakasıyla manevi ihsan eder. Böylelerin bu nevi ihsanlarına karşı, istediği fiyata sahip olamadığım için mahcup oluyorum. Onlar da ehemmiyetsizliklerimi bildikleri vakit inkisar-ı hayale uğrarlar, belki hizmette fütura düşerler. Gerçi umur-u uhreviyede hırs ve kanaatsizlik bir cihette makbuldür. Fakat mesleğimizde ve hizmetimizde, bazı arızalarla, inkisar-ı hayal cihetiyle, şükür yerine, meyusiyetle şekva etmeye sebep olur; belki de hizmetten vazgeçer. Onun için, mesleğimizde kanaat, daima şükrü ve metaneti ve sebatı netice verdiği için, ihlas dairesinde, hizmet noktasında çok hırs ve kanaatsizlik gösterdiğimiz halde, neticelerine ve semeratına karşı kanaatle mükellefiz.
Mesela, Risale-i Nur hizmetiyle Isparta ve civarında binler ehl-i imana fevkalade kuvvet-i imaniyeyi temin etmek olan bu netice, bizim fevkalade hizmetimize kafidir. On kutup derecesinde biri çıksa, bin adamı derece-i velayete sevk etse, yine bu neticeyi aşağıya düşürtmez. Nurun hakiki şakirtleri, bu gibi neticelere kanaat ediyorlar. O büyük kutbun müridlerinin kanaat-i kalbiyelerini temin eden üstadlarının fevkalade makamı ve meselelerde hükümleri yerine, Risale-i Nur’un sarsılmaz hüccetleri, o müridlerinin kanaatlerinden çok ziyade şakirtlerine kanaat verdiği gibi, bu halet ve itikad başkasına da sirayet eder, menfaat verir. O müridlerin kanaati ise, hususi ve şahsi kalır.
Hatta ilm-i mantıkta 'kaziye-i makbule' tabir ettikleri, yani büyük zatların delilsiz sözlerini kabul etmektir; mantıkça yakin ve kat iyyeti ifade etmiyor, belki zann-ı galiple kanaat verir. İlm-i mantıkda; bürhan-ı yakini, hüsn-ü zanna ve makbul şahıslara bakmıyor, cerh edilmez delile bakar ki, bütün Risale-i Nur hüccetleri, bu bürhan-ı yakini kısmındandır.
Çünkü, ehl-i velayetin amel ve ibadet ve süluk ve riyazetle gördüğü hakikatler ve perdeler arkasında müşahede ettikleri hakaik-i imaniye, aynen onlar gibi, Risale-i Nur, ibadet yerinde, ilim içinde hakikate bir yol açmış; süluk ve evrad yerinde, mantıki bürhanlarla ilmi hüccetler içinde hakikatü l-hakaike yol açmış; ve ilm-i tasavvuf ve tarikat yerinde, doğrudan doğruya ilm-i kelam içinde ve ilm-i akide ve usulü din içinde bir velayet-i kübra yolunu açmış ki, bu asrın hakikat ve tarikat cereyanlarına galebe çalan felsefi dalaletlere galebe ediyor, meydandadır.
Teşbihte hata olmasın, nasıl ki Kur’ân ın gayet kuvvetli ve mantıki hakikati, sair dinleri, felsefe-i tabiiyenin savletinden ve galebesinden kurtarıp onlara bir nokta-i istinad oldu, taklidi ve aklın haricindeki usullerini de bir derece muhafaza etti. Aynen öyle de, bu zamanda onun bir mucizesi ve nuru olan Risale-i Nur dahi, felsefe-i maddiyeden gelen dehşetli dalalet-i ilmiyeye karşı, avam-ı ehl-i imanın, taklidi olan imanlarını, o dalalet-i ilmiyenin savletinden kurtarıp, umum ehl-i imana bir nokta-i istinad ve yakın ve uzaklarda olanlara dahi, zaptedilmez bir kale hükmüne geçmiştir ki, bu emsalsiz dehşetli dalaletler içinde, yine avam-ı mü minin imanını, şüphelerden ve İslamiyetini, hakikatsizlik vesveselerinden muhafaza ediyor.


Emirdağ Lahikası, 79