İns kökünden gelen insan unutan varlıktır. İnsan neyi unutmuştur acaba? Yaptığı işi, ailesini, çevresini, kendisini acaba hangisini ya da hepsini mi?
Bu unutmaların, unutulmuş olanların temeli ne? Neyi unutur insan ki her şeyi unutmasına zemin hazırlar. Nedir insanı unutmaktan alıkoyamayan? Bu soruların düğüm noktası “insanın özünü unutması”. Özünde Rabbisine karşı verdiği sözü. Kendisinin sadece köle olduğunu, yalnızca Efendisine itaatle sorumlu olduğunu. Gördüğü, duyduğu, yaptığı her şeyde Rabbisiyle beraber olduğunu… Rabbisinin insana kendi ruhundan üflediğini, ona değer verdiğini ve onu bütün mahlûkata üstün kıldığını. Asıl görevinin halifelik olduğunu unutur insan. Öyle bir unutur ki insan mahlûkatın en şereflisi iken en aşağısı olmaya aday olur.
Bizler bu dünyaya unuttuğumuzu bulmaya geldik. Unuttuğumuzu hatırlamaya. Hatırladığımızı hiç unutmamaya. O kendisini her şeyde hatırlatıyor aslında insana. Yarattığı her şeyde. Dağın heybetinde, suyun çağıldamasında, toprağın zenginliğinde, kuşların cıvıltısında, ağaçların güzelliğinde, çiçeklerin zarafetinde, evrenin mükemmelliğinde… Sadece bunlarla mı? Hayır. Gönderdiği peygamberlerle, irşat eden Salihlerle, rehber kıldığı Kur’an-ı Azimüşşanla, Ben size sizden daha yakınım ayetiyle…
Ama bakmayı değil, görmeyi bilen için, işitmeyi değil duymayı bilen için, gönül penceresini açık bırakanlar için.
Açın pencerelerinizi açın ki güneşin ışığı, Rahman’ın feyzi aydınlatsın evlerinizi. Yağmurun bereketi dolsun yüreklerinize. Suya hasret gönüllerimiz “La ilahe illallah” nidalarıyla çağıldasın. Hücrelerimiz O’nun sevgisiyle coşsun. İşte o zaman öğrenir insan hatırlamayı sonra hiç unutmamayı. Hep O’nunla olmayı, O’nunla yaşamayı, O’nunla ölmeyi. O’ndan geldik yine O’na döneceğiz ayetinin sırrını.
(alıntı)