2 sonuçtan 1 ile 2 arası

Konu: Büyüklerden ibretli yansımalar

    Share
  1. #1
    Reyhani
    Reyhani - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Büyüklerden ibretli yansımalar

    2002 yılının baharıydı. Dairesinin kapısına geldiğimizde, şaşırmıştık. Çünkü kapı açıktı. Ve oradan yedi sekiz genç, gürültüyle ve adeta ‘paldır küldür’ denecek bir lakaytlıkla çıkmaktaydı.

    Onlar çıkıp gidince, kapının iç yüzünde görünüvermiş ve bizi çok şaşırtmıştı. Çünkü üçayaklı bir yürütece tutunarak ayakta duruyor, mütebessim yüzüyle o laubali gençleri dualar ederek uğurluyordu.

    “Aman Efendim, ayakta kalmayınız. Lütfen rahat buyurunuz” dediysek de, o yorgun haline rağmen, yerine geçip oturmuyor, bu defa da bizi çok samimi bir muhabbet sağanağı ile karşılamaya uğraşıyordu.

    Nihayet, hepimizi içeriye alınca, yârdim tekliflerimizi asla kabul etmeyerek, kendisi de elinde tuttuğu aletin yardımı ile ama güçlükle yerine geçip oturdu.

    Selam kelam, hal hatır sırasında, sağlık durumunu sorduğumuzda, “Yaşım doksana geldi, elhamdülillah. Buna rağmen ayaktayım, zaruri işlerimi yapabiliyorum; ama bu nimetin şükründen acizim. Bu yüzden Rabbime mahcubum, dualarınıza ihtiyacım var” demişti.

    Biz yanına girerken, dışarı çıkan gençleri sordum.
    - Efendim, bizi ziyaret için İstanbul’dan gelmişler. Fakat burada rahatsız olmuşlar, üzüldüm. Onları biraz teselli etmeye çalıştım.
    - Efendim, niçin üzülmüşler acaba, mahzuru yoksa öğrenebilir miyiz?
    - Mahzuru yok Efendim. Dediler ki, “Sizi ziyaret için Bandırma’ya geldik. Yanınıza gelmeden önce de, sahilde biraz gezindik. Fakat çok şaşırdık, üzüldük. Burası adeta çıplaklar kampı gibi. Hanımlar ne kadar açık saçık giyiniyorlar öyle...” Çok temiz, hassas, edepli gençler…
    - Peki, o gençlere siz ne buyurdunuz Efendim? Diye sordum.
    Şu çok ibretli cevabı dinledim:
    - Evlatlarım! Mademki o hanim kardeşleriniz usul, adab bilememişler ve uygun giyinememişler… Peki, öyleyse, siz neden onları bakışlarınızla örtmediniz?

    Ali Efendi’nin bu derin sözlerini gençlerin nasıl karşıladığını soramadım bile… Sadece “İnşallah ne dediğini anlamışlardır” diye dualar ettim.

    Bu son ziyaretimizde de, izzetin, ikramın, iltifatın çok çeşitli tecellilerini yaşadık huzurunda. Dışarıdaki dünyanın kabalığından, katılığından ve kavgaya hazır halinden çok uzakta, adeta bir HUZUR gezegeninde dinlenmiş olarak, ellerini öpme teşebbüsümüzü de o engin tevazuu ile karşılamış, “Aman Efendim, biz sizin o mübarek ellerinizi öperiz” diyerek mahcubiyetimizi zirvesine çıkarmıştı.

    Kendileri için imzaladığım eserlerimi de, öpüp başına koyma nezaketiyle ve dualarla kabul etti.

    Bu, inceliği yaşama sanatı haline getiren insan, bizi de bütün ısrarlı itirazlarımıza rağmen, yürütecine dayanarak kapıya kadar uğurladı.
    Sadece bize mi? Tabii ki hayır, her ziyaretçiye yapılan bir güzellikti bu. Her geceyi ‘Kadir’, her rastladığını ‘Hızır’ bilen anlayışın temsilcisiydi Ali Efendi.

    Kendisi genç yaşından itibaren, bir bal arısı olmuş, cevheri olan her manevi çiçekten bir öz kapmaya çalışmış. Döneminin bütün büyüklerini büyük bilmiş, hepsini İslam bahçesinin çiçekleri olarak kabul etmiş. Onlardan birini daha fazla sevmesi, diğerlerinden istifadesini hiç azaltmamış.

    Bandırmalı Ali Efendi, 5 Ağustos 2008’de, 96 yaşında Hakk’a yürüdü. Makamı Cennet olsun.

    Adını taşımaktan büyük bir mutluluk duyduğum babamın dedesi Yusuf Vehbi Efendi, su beyti sıkça tekrarlarmış:

    Tekebbür Huda’ya yaraşır, gör nesne âdemsin
    Vücudun yokla ey gafil ki bir katre menidensin.

    Alvarlı Efe hazretleri de, kendisini fazla yücelten bir muhibbine söyle yazmış:

    “Hal-i hizmette kaybeden payidar oldu. Yüzün yere koyan kazandı. Başını diken, nacağı yedi… Bu kadar medh-ü sena başını yukarı kaldırır. Olur ki helak eder, öldürür. Fevallahi, ben razı değilem. Ne mutlu o adama ki, kendi çulu altında kendi kaybolmuş.”

    Kendisinde bir varlık vehmeden insan, kibirleniyor, gururlanıyor ve başkalarına tepeden bakıyor. Oysaki sahip olduğu her şey gelip geçici. Bugün var, yârin yok olan için gururlanılır mı? Para-pul, servet, makam mevki, saltanat, gençlik, güzellik, sağlık, hep emanettir. Elde emaneten duran şeyler sahiplenilir mi?

    Elde durması gereken maddi değerler kalbe alınır mı? Alınırsa, kalp kendisine yabancı olan maddelerle bunalmaz mı? Daralmaz mı?
    İrfan ehli yücelmeyi, yükselmeyi, aşağılarda aramışlar, hiçbir zaman havalanmamışlar, hava atmamışlar. Kendisini herkesten aşağı bilmek faziletiyle donanmışlar. Alvarlı Efe gibi:

    Herkes yahşi, ben yaman,
    Herkes buğday, ben saman
    demişlerdir.



    İrfan ehli kendisine verilen hiçbir şey için gururlanmaz. Bediüzzaman Hazretlerinin dediği gibi, imanın hakikatine varmış bir mü’min, “Ne dünya umurundan kazandığına mağrur, ne de kaybettiğine mahzun olmaz. Dünya bomba olup patlasa onu korkutmaz.”

    İnsan ilim gibi bir güzellikle dahi gururlanamaz. Bir insan, kendini âlim sayıyorsa, bu durum onun cahilliğinin katmerli olduğunu gösterir. İrfan ehli, ilmini artırdıkça, cahilliğinin boyutlarını daha iyi anlar. Bu gerçeği İbn’ül Emin Mahmut Kemal Bey, şöyle ifade eder:

    İlmine hükm ettiren insana, fart-i cehlidir,
    Ehl-i irfan cehlini âlim olunca anlıyor.

    “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim” buyuran Güzeller Güzeli’nin manevi evladı olan büyükler, hep tevazu dersi vermişlerdir. Onlarda “Ben” duygusu yoktur. Ben, bencillik kaynağı, gurur, kibir madenidir. Böyle bildikleri için “Ben” demezler. Nefsi kötülük odağı olarak görürler. Bu yüzden kendilerini beğenmezler. Bediüzzaman gibi, “Ben kendimi beğenmiyorum. Beni beğenenleri de beğenmiyorum” derler.

    O güzellerin bir temsilcisi olan dedem Vakkas Ali Efendi, çok saf, tertemiz, çocuk masumiyetinde bir insandı. Bir gün, yalan dolanla elinden emekli maaşını alan bir adama neden kandığını sormuştum da, bana demişti ki:

    “Oğlum baksana, adamcağız üç kuruş için ne sıkıntılara giriyor, ne inanılmaz yalanlara başvuruyor. Demek ne kadar sıkışmış, ne kadar zaruret içine düşmüş… Bu yaş-baştaki bir insan, kolay kolay böyle bir zillete katlanabilir mi?

    Hoca olan, ayna zamanda da, Nakşî silsilesinin sadık bir bağlısı bulunan Dede’me hayran hayran bakmış, duygularımı da söyle özetlemiştim:
    “Dede, sen ne kadar saf ve doğru bir adamsın!”

    Dedem, “Bizimki de doğruluk mu oğlum?” dedi ve biraz dalıp düşündükten sonra şunları ekledi: “Sen benim babamı görecektin. Asıl doğru, o idi. Bizim doğruluğumuz, kavak ağacının doğruluğu gibidir. Rüzgâr biraz sert esince, sağa sola yamulmaya başlarız. Babam rahmetli, minare gibi doğruydu. Rüzgâr ne kadar sert eserse essin, ne eğilir, ne yamulurdu! Dayanamazsa kırılıp düşerdi ama hiç eğrilmek, yamulmak bilmezdi.”

    Eğrilmeyi, yamulmayı hiç bilmeyen bu güzel insanlar, eğrilip yamulup günah bataklığına düşmüşlere karşı yumuşacık olurlardı. Zira daha çok uzaklaştırmak ve batırmak değil, yaklaştırmak, yakınlaştırmak ve kurtarmak isterlerdi. Aradaki mesafe uçurum da olsa kapatmak ve o batmış gönlü de kazanmak isterlerdi.

    Mesela, ayakta zor duran bir sarhoşla karsılaştıklarında, hele de “Hocam, dua edin” dediklerinde, “Allah, ikrahlığını versin de, seni bu halden kurtarsın evladım” derlerdi.

    Onlarda beddua olmazdı. Dua dillerinin süsüydü.

    Uyarırlar, asla “Neme lazım” demezlerdi. Hep “Bana lazım” üslubundaydılar. Fakat uyarılarında sertlik olmazdı. Tatlılıkla konuşurlar, daima ikna etmeye uğraşırlardı. “Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır” derler, hiç kimseden ümitsiz olmazlardı.

    Zengin bir tüccar, 40’lı yılların başında, Maraş’ın âlim ve arif Müftüsü Hafız Ali Efendi’ye gelip, sormuş:
    - Hocam, bu sene fitre miktarı ne kadar?

    Hocaefendi, o sene Diyanetçe açıklanan ortalama miktarı söyleyince, soru sahibi sevincini belli etmekten kendini alamamış ve demiş ki:
    - Allah razı olsun Hocam, kolaymış fitre işi…

    Hocaefendi, tatlı tatlı tebessüm etmiş ve eklemiş:
    - Evlat, bu söylediğim miktardaki fitre, orta halli yasayan halk içindir. Senin gibiler için değildir.
    - Benim gibiler için ne kadardır fitre? Deyince de, şu soruyu sormuş:
    - Sen bir seyahate çıktığında, trenin kaçıncı mevkiine biniyorsun?
    - Ancak birinci mevkide rahat ediyorum Hocam.
    - Öyleyse, fitre vermekte de, birinci mevki için olan miktarı ödeyeceksin. Halkın seçtiği mevki ile senin seçtiğin arasında ne kadar fark varsa, sen de fitreyi en az o kadar fazla vereceksin.

    Müftü Efendi, “Bir evladımız oldu, dua buyurun” diyenlere, hiçbir zaman, “Kız mı, oğlan mı?” diye sormazmış. Daima, “Adını ne koydunuz?” Dermiş.


    Müftü Efendi bu tavrıyla, kız ya da erkek olmanın aynı ve eşit değerde olduğunu göstermek istermiş. “İster kız, ister erkek, hiç fark etmez, neticede ikisi de insan” demek istermiş… Anne babaya düşen onları, yaratılışlarındaki saflıkla yetiştirmek ve insan olarak kalmalarını sağlamaktır…

    AYRICA, kız bekleyen erkek, ya da erkek bekleyen kız bulmuşsa, benim hatırlatmamla yeniden derdi depreşmesin, üzüntüsü yenileşmesin istermiş. Böylece, bir doğuma sevinmek için cinsiyet şartı olmadığını anlatmaya çalışırmış…

    - Hocam, zekât vermek zor oluyor, üzüntü veriyor, diyenlere de şu soruyu sorarmış:
    - Siz, bahçenizdeki ağacı budarken, dalını budağını kesip atarken, üzülüyor musunuz? Yahut budanan ağaçları gördüğünüzde canınız sıkılıyor mu?

    Tabii, muhataplarının cevabı hep aynı olurmuş:
    - Hayır Hocam, üzülmeyiz. Budamak ağaç için faydalıdır, neden canımız sıkılsın ki.

    Bu cevap üzerine, o da, sözünü şöyle tamamlarmış:
    - Tabii ki budamak ağacı uzun ömürlü kılar. Budanmış ağacın meyvesi tatlı ve bol olur. İşte zekât da, servetin budanmasıdır. Görünüşte paranın azalması gibidir amma, gerçekte temizlenmesi ve bereketlenmesidir. Sade ağaçları değil, servetinizi de zekâtla, sadaka ile budayın da hayrını görün.

    Bir başka gün de, zamane gençleri, Müftü Efendi’ye sormuşlar:
    - Hocam, güzele bakmak sevaptır deniyor, doğru mu?
    Buyurmuş ki:

    - Güzele güzel bakmak güzeldir. Her güzel şey gibi de sevaptır. Amma, güzele çirkin bakmak da, çirkindir ve her çirkinlik gibi günahtır.

    Hoca efendi, bu açıklamasıyla, Bediüzzaman hazretlerinin bir vecizesini hatırlatıyor:
    - Güzel gören, güzel düşünür; güzel düşünen, hayatından lezzet alır.

    Uzun yıllar Konya müftülüğü de yapmış olan rahmetli İsmet Karaokur Hocamız, kendisine çok hürmet eden zengin bir dostuna, her karşılaştığında, “Aman borçlarını ödeyesin!” dermiş. Bu ikaz sürüp gidince, adamcağız bir gün dayanamamış ve sormuş:
    - Hocam, benim hiç kimseye borcum yok. Aksine, birçok kimse bana borçlu. Yoksa aldığınız bir şikâyet üzerine mi sürekli bu ikazı yapıyorsunuz?

    Hocaefendi, herhalde bu soruyu bekliyor olmalıymış ki, taşı gediğine koyuvermiş:
    - Aziz kardeşim, borç sadece insanlara mı olur ki!...

    Rahmetli Demirci Hocamız, bir gün beni çağırdı ve “Yaşayan bir veli görmek istiyorsan, bugün benimle gel, dedi.

    Hemen Hocamın ekibine katılıp yola revan olduk. Sanıyorum Küçükköy’ün ara sokaklarından birinde çok mütevazı bir eve ulaştık. Basit bir odanın, çok fakir döşeli odasında, yüz yaşını aşmış ve adeta ruhtan ibaret kalmış bir nur yumağının karşısında bulduk kendimizi…

    Bu mübarek Zat, Hocamızı görünce çok sevindi. Biz gençleri de, hal hatır sorarak onurlandırdı. Yüzünü aydınlatan ve odasının bütününü huzurun rengine boyayan tebessümü, bizi de bir başka mutluluk gezegenine alıp götürüvermişti.

    Sohbetin bir yerinde Demirci Hoca dedi ki:
    - Efendim, buzlu su işi ne durumda?

    Meğer bu Mübarek Zat, yaz kış, hep çok soğuk su içermiş. Fakat doktoru bunu zararlı bulmuş ve yasaklamış. Yakınları da buz gibi su içtiğinde üzülüyorlarmış. Sonunda tavsiyelere uymuş ve “Peki” demiş, buzlu sudan vazgeçmiş…

    90 yıllık bir alışkanlıktan vazgeçmek kolay mı? Dolayısıyla da, yakınları “Bakalım, buzlu sudan uzak olmaya ne kadar katlanacak?” diye merakla bekliyorlarmış.

    Demirci Hoca da muhibbi, manevi yakini ve hemşehrisi olarak, bu husustaki son durumu öğrenmek istiyormuş. “Buzlu su işi ne durumda?” sorusunu, gözlerinin ışığı biraz daha parlayarak karşıladı. Hal dili, daha o konuşmadan mutluluğunu söylüyordu:

    “Anlaştık bizimkiyle” dedi. Bizim meraklı ve anlamak isteyen bakışlarımızı da cevapsız bırakmadı: “Dedim ki ona: ‘Sen teheccüde kalkmaya razı ol, ben de sana buzlu suyu içireyim. Biraz zorlandı ama sonunda PEKİ dedi, teklifimi kabul etti. Ben de ona buzlu suyu vermeye başladım.”

    İnsanın, nefsini karşısına alıp pazarlığa girişmesi ve ondan Hakk’a kulluk adına tavizler koparması, bize çok ibretli gelmişti… Hep başkalarıyla pazarlık yaparak karlı çıkmaya çalışan bizler için önemli bir ders olmuştu.

    O kutlu kişiler, “Aman kul hakkı yemiş olmayalım!” diye, tarladan tarlaya geçerken ayakkabılarını silkerler, tozu toprağı ait olduğu yere bırakarak yola devam ederlerdi.

    Dağ bayır gezen dervişler, göze görünmeyen mahlûkata basıp ezmeyelim diye ayaklarına halhal takarlardı.

    Göz hakkı geçer diye, gıda maddelerini açıktan taşımazlar, ortalık yerlerde pişirmezlerdi. Eğer böyle bir durumdan kurtulamazlarsa, görenlere mutlaka ikramda bulunurlardı.

    O güzel gönüllü insanlar, burun hakkını da gözetirler; kokusu komşuya ulaşan yemekten, tadımlık da olsa, muhakkak bir parça onlara sunarlardı.
    O derviş gönüllüler, hep ahiret boyutlu yaşarlar, bu sebeple de dünyayı, Cennet’in önsözü haline getirirlerdi.


    VEHBİ VAKKASOĞLU

  2. #2
    BaRLa
    BaRLa - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)

    Standart Cevap: Büyüklerden ibretli yansımalar


Benzer Konular

  1. Fakir bir gencin ibretli mektubu
    By SiLa in forum İslamiyette Evlilik
    Cevaplar: 2
    Son Mesaj: 21.06.09, 15:30
  2. Ibretli sözler
    By İslam-Gülü in forum Hikmetli Sözler
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 30.08.08, 18:29
  3. Fakir bir gencin ibretli mektubu
    By SiLa in forum İslamiyette Erkek
    Cevaplar: 0
    Son Mesaj: 16.06.08, 16:41

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •