‘İçimizden Biri’

Din, bir takım bilgilerin alelacele öğrenilmesinden ibaret değildir. Din, herşeyden önce bir algılayış ve yaşama biçimi; bir tavır ve davranış bütünüdür. Çocuklarımıza; neyi, nasıl, ne zaman ve nerede öğretmeliyiz? İşte bu soruların cevapları, çocuklarımıza vermemiz gereken dini eğitimin yolunu-yordamını belirliyor.

Birgün, kitap kırtasiye ihtiyaçlarım için büyükçe bir caminin etrafındaki alış-veriş merkezine gitmiştim. Minibüsten indiğimde olağandışı bir kalabalıkla karşılaştım. Öğrendim ki, o gün o camide meşhur bir hocaefendinin sohbeti varmış. Bu güzel tesadüfe içten içe sevinerek ben de camiye girdim. Rastgele bir yere oturdum.

Az sonra, yaşıtım bir hanım, yanında 4-5 yaşlarında bir oğlan çocuğu ile beraber gelip yanıma oturdu. Selamlaştık. Onları görünce, “keşke ben de oğlumu yanımda getirseydim” diye düşündüm. Soğuk havaya rağmen, kadının çocuğuna bu manevi havayı tattırmak istemesi, doğrusu takdire şayan gözüküyordu.

Kısa sürede cami tıklım tıklım doldu ve sohbet başladı. Hocaefendinin her cümlesi susuzluktan çatlamış topraklara düşen yağmur damlaları gibi gönüllere tesir ediyordu. Nefesler tutulmuş, tasavvuf deryasından yudumlar içilmeye başlanmıştı.

Sohbet esnasında, biraz önce dikkatimi çeken oğlan çocuğu annesi ile benim aramdaydı. İlerleyen dakikalarda, çocuk birara hafifçe annesinin dizine yatmak istedi. Diğer taraftan bir hanım kaşlarını çatarak fısıldadı:

- “Kalk bakıyım. Burası cami, burada yatılmaz.”

Çocuk ciddiyetle toparlanıp oturdu. Korkmuştu. Annesine biraz daha sokuldu. Birkaç dakika sonra annesine bir şey söylemek istedi. Ağzını açar açmaz annesinin sus işaretiyle karşılaştı.

Bu arada hocaefendi günahlardan, cehennem ateşinden bahsediyordu. “Yakma ya Rabbi!” diye bir ses duyuldu. Çocuk irkildi. Annesinin kucağından doğrularak etrafına bakındı. Heyecanla: “Anne ne yanmış?” diye sordu. Annesi: “Bir şey yok. Sen otur, sus, konuşma!” diye çıkıştı.

Bir müddet sonra çocuk tekrar konuşmaya teşebbüs etti. Bu kez arka taraftan bir kadın:

- “Sus bakıyım! Burada konuşulmaz. Burası Allah’ın evi!” diyerek ikaz etti.

Çocuk annesinin göğsüne yaslanarak bir müddet caminin kubbesine göz gezdirdi.

- “Anne, burası Allah’ın eviyse, o zaman Allah nerde?” diye sordu.

Anne, bu soruyu susarak geçiştirdi. Çocuğun ne dediğini anlamadan bir başka kadın, daha sert bir sesle fısıldadı:

- “Sus! Bak Allah görüyor. Sana günah yazıyor!”

Kadın çok ciddi bir yüz ifadesiyle bunu söylerken, işaret parmağını da havaya kaldırmış, Allah’ın bizi gözetlediği yer hakkında da ipucu veriyordu. Zeki çocuk bir kez daha caminin sütunlarını, kubbesini derin bakışlarla inceledi durdu. Elinde kalem, günahlarını yazan Allah’ı görmek istiyordu. Belki O’nunla konuşup affetmesini isteyecekti. Tekrar annesine döndü: “Allah nerede?” Annesi:

- “Sen O’nu göremezsin, O bizi görür.” dedi; “hani şu çizgi filmlerdeki hayaletler gibi! Biz onları göremiyoruz ama onlar bizi görüyor ya…”

Sohbet başlayalı bir saat olmuştu. Ne sabırlı çocukmuş diye düşündüm. Okulda, bu yaştaki bir çocuğu en fazla 30-40 dakika sınıfta tutabilirsin. Hatta kendi genç öğrencilerimin dahi dikkatini bir saat canlı tutmak çoğu kez mümkün olmuyordu.

Hocaefendi coştukça coşmuştu. Dünya üzerindeki müslümanların çektiği acılar, yaşadığı katliamlar, Filistin, Bosna, Çeçenistan bir bir analiz ediliyordu. Cemaatten gözyaşları boşanmış, sesli ağlayanlar bile vardı. Çocuk bir kez daha ağlamaklı ve ürpertili bir sesle annesine sordu: “Anne, neden ağlıyorlar?” Annesi: “Müslüman kardeşlerimizi kâfirler kesmiş yavrum.” dedi. “Neden?” diye sordu çocuk. “Müslüman oldukları için.” “Onlar da keşke müslüman olduklarını söylemeselerdi!”

Çocuğun kaygı dolu soruları peşpeşe geliyordu: “Kafirler ne kadar uzakta?” “Buraya da gelirler mi?” “Bizi de keserler mi?” “Müslüman olmasak kesilmekten kurtulur muyuz?”

Büyükler için komik ya da saçma gelen bu sorular çocuk için o kadar önemliydi ki… Ama hep cevapsız kaldılar.

İkindi namazına kadar süren sohbet kâh ağlatmış, kâh güldürmüştü. Sonuçta dinleyicilerin yüzüne, gönül telleri titremiş olmanın derinliği ve hazzı yansımıştı. Ama benim aklım çocukta. Pes ki, o kadar uzun süre tuvaletini tutmayı da başarmıştı.

Cemaat namazdan sonra dağıldı. Hemen hemen bütün kadınlar külliyenin civarındaki konfeksiyon dükkanlarına hücum etmişlerdi. Sanki az önce, Hz. Ebubekir Efendimiz’in sırtındaki hırkasını bir fakire verip, üç gün çul içinde kaldığını dinlerken ağlayan onlar değildi. Ve garip bir tesadüf: camideki kadın ve sabırlı çocuğuyla bu kez de bir dükkanın önünde karşılaştık. Gözgöze gelip selamlaştık ve birbirimize gülümsedik. Bu sırada çocuk annesini eteğinden çekiştirip, vitrininde bir sürü incik-boncuğun arasında oyuncaklar da bulunan dükkandan içeri sokmaya çalışıyordu. Kadın da, bir yandan akşam babasına söylediğinde başına geleceklerle tehdit ederken, bir yandan kafasına vurarak tartaklıyordu.

Durup peşlerinden bakarken, camiye ilk girdiğimdeki düşüncem tamamen değişmişti. Keşke ben de oğlumu getirseydim demiştim. Şimdi ise, iyi ki ben de oğlumu getirmemişim diye seviniyordum.

Evet… Hepimiz çocuklarımızın dine dair soruları ile sık sık karşılaşırız. Ya cevap veremeyiz, ya da yetersiz kalırız. Onları bir takım kişi veya kurumlara göndererek dini eğitimlerini yaptırmaya çalışırız. Sonuçta çoğunlukla onlar da yetersiz kalır veya öğretilenlerden biz memnun kalmayız. İşte bu noktada, bu problemimize çözüm aramak hepimizin boynunun borcu.

Ülkemizde dini eğitim konusunda en yaygın kullanılan yöntem, çocukları yaz aylarında camilerde açılan Kur’an kurslarına göndermek idi. Ancak pek çok anne-baba bu kursların yeterli olmadığından da yakınmakta idiler. Ya çocuklar işi ciddiye almadılar, ya da ciddiye alsalar da bir-iki ayda öğrendiklerini uzun kış mevsimi boyunca unuttular. Ama artık hatasıyla sevabıyla bu kurslar da yok.

Diğer yandan, bazı ebeveynler ise çocuk konuşmaya başlar başlamaz sureler ezberletmeye başlarlar. Çocuk, niye ezberlediğini bilmediği bu sureleri toplum içerisinde okur, anne-baba da çocuğuyla “gurur” duyar.

Şöyle düşünelim: Bir sürahi suyu bir bardağa doldurmaya çalışırsak taşar. Bir çiçeğe her gün alabileceğinden fazla su dökersek çürür. Verilen ilaçları on gün yerine bir günde içersek, insanı zehirler.

Din, bir takım bilgilerin alelacele öğrenilmesinden ibaret değildir. Din, herşeyden önce bir algılayış ve yaşama biçimi; bir tavır ve davranış bütünüdür.

Çocuklarımıza; neyi, nasıl, ne zaman ve nerede öğretmeliyiz? İşte bu soruların cevapları, çocuklarımıza vermemiz gereken dini eğitimin yolunu-yordamını belirliyor
.


Ayşe İZCİ